Showing posts with label zikir. Show all posts
Showing posts with label zikir. Show all posts

Tuesday, April 12, 2016

Kıble Evler 4


“O evlerde ki, -Allah onların yüceltilmesine (tâzim ve tebcil edilmesine) ve İsminin zikredilmesine izin vermiştir- ne ticaret ve ne de alışverişin Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyduğu erkekler, sabah akşam O’nu tesbih ederler: Bunlar kalplerin ve gözlerin (dehşetten) kıvranacağı günden korkarlar.” (Nur, 24/36-37).”

Âyet-i kerîmede sabah ve akşam vakitlerinde, evlerde yapılacak zikrullahtan maksadın “namaz” olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü, âyetin devamında zaten ayrıca namaz ve diğer bir kısım farzlar mevzubahis edilmektedir ve dinimizde normalde farz namazlar evde değil, mescitlerde kılınmalıdır. Öyleyse, buradaki “zikrullah”tan murat edilen şey namaz değildir. Asıl maksat, bizdeki marifetullahı artırmaya yönelik ilmî çalışmalardır. Daha açık bir ifade ile, bu âyette evlerde manevî değerlerin öğretilmesi manasını da ifade eden “evlerde zikrullah”a vurgu yapılmaktadır.

**
“Kişi evine girdiği zaman yemek yediğinde Allah’ı zikrederse, Şeytan (avanesine): ‘Bu evde size geceleme de yok, yemek de yok.’ der. Adam girişte Allah’ı anmazsa şeytan (avanesine): ‘Burada size geceleme var.’ der. Yemek yerken Allah’ı zikretmezse Şeytan: ‘Size geceleme de var, akşam yemeği de var.’ der.”


Thursday, March 24, 2016

Kıble Evler 2

“Evin kıble edinilmesi ne demek? Cenab-ı Hak, “Evlerinizde mescitler ittihaz edin!” demiyor, “Evlerinizi kıble ittihaz edin!” diyor. Âlimler bundan iki incelik çıkarmışlardır:

a- Bir kısım âlimler: “Hz. Adem’den beri, bütün semavî dinlerde kıble vardır.”, “Ortak kıble Kâbe’dir.”, “Tarih boyu evler, Kâbe istikametinde yapılmıştır. Sadece Resûlullah döneminde geçici bir süre için Kudüs kıble kılınmıştır.” vs. demiştir. Ancak, burada meselenin bu yönü üzerinde duracak değiliz, bu konumuzun dışına çıkmak olur.

b- Diğer bazı âlimler; “kıble” tabirinin ihtiva ettiği “karşılıklı (mütekâbilen)” manasını göz önüne alarak ‘evlerin kıble kılınması’ndan; evlerin, ‘karşılıklı olarak birbirine (mütekâbilen) yönelmiş kılınması’nı anlamış; bu manadan hareketle âyetten kastın “Birbirini destekleyen bir cemaatin husûlü” olduğu belirtilmiştir. Aynen şu ifade geçer: “Evlerin kıble kılınması(nın bir manası); onların, karşılıklı olarak birbirini destekleyen cemaatler şeklinde organize olmaları (veya organize edilmeleri)dir.”

Bu manadan hareketle, şu yoruma ulaşabiliriz: İsrailoğulları, Hz. Musa ve kardeşi Harun’un tedbiriyle mahallelerde hazırlanan -ve faaliyet merkezleri mahiyetinde olan- evler etrafında, birbirleriyle dayanışma ve irtibat içine girmişler, bilhassa ortak ibadet, çocukların ortak eğitimi gibi ihtiyaçlarını çözmeye çalışmışlar ve böylece âyet-i kerîmede Allah’ın kendilerine emrettiği, bütün evlerin kıble kılınması, yani her eve ulaşılarak, evlerin birer mescit ve mektep hâline getirilmesi suretiyle, yeni nesillerin bu evlerde yetiştirilmesi sağlanmıştır. Ve İsrailoğulları, Allah’ın kendilerine olan emrini yerine getirerek, talep etmiş oldukları kurtuluşa erme lütfunu hak etmişlerdir. Âyetteki, müjdele tabiriyle vadedilen, müminleri ilahi şekilde kurtarma işi de, Kızıl Deniz’den mucizevî bir geçişle yerine getirilmiş oluyor.

Bu uygulama, kıyamete kadar gelecek müminlere bir örnektir. Müminler; Hz. Musa zamanında olduğu gibi, hâkimiyeti ele geçiren Firavunlar yüzünden, nerede bir surette hürriyetlerini kaybetmiş, dinin gerektirdiği şekilde yaşamakta sıkıntı ve zorluklara düşmüşlerse, çocuklarına hür ve meşru ortamlarda alenen eğitim vermekten alıkonmuşlarsa, evlerine yönelmelidirler. Evlerini mescit ve mektep şeklinde kullanmalıdırlar. Onlar için en selametli ortam ev ortamıdır. Eğitimle ilgili bir kısım problemlerin -meselâ bir öğretici tutma gibi- çözümü de, komşu veya yakınların birbiriyle dayanışma içine girecekleri cemaat veya gruplar oluşturmalarını gerektirecektir.
**

“Evi kıble kılma”nın bir başka mesajı daha var: Tıpkı eski âlimlerin, ilim alma yoluna giren talebelere yaptıkları: “İlmi hocadan alın, kitabı kendinize kıble kılmayın, kim bunu yaparsa, hocası şeytandır.” tavsiye ve uyarılarındaki “kitabı kıble yapmak” tabiri, Arap örfünde, “kitap üzerinde yoğunlaşma”yı ifade ettiği gibi,”evin kıble kılınması” da eğitim-öğretim-ibadet meselelerinde evde yoğunlaşmayı ifade eder.

Bir başka ve daha açık bir ifade ile; eve yönelmek, evi kıble edinmek elbette eve bir mescit hüviyeti kazandırıp ev merkezli bir eğitim faaliyetine geçmeyi gerektirir. Yani, mescitlerin gördüğü ibadet, eğitim, öğretim, cemaatleşme gibi bütün hizmetler evlerde yerine getirilmelidir. Evlerin bu suretle kullanımı, müminler arası irtibatı azaltacak, herkesi kendi başına kılan bir içe kapanma şekline döndürecek tarzda olmamalıdır. Karşılıklı dayanışma şeklinde olmalıdır. Yani nasıl ki mescitler herkese açıktır. Haftanın bir gününde mecburi olmak üzere, her gün namaz vakitlerinde müminleri bir araya getirme, aynı mekânda toplayarak içtimaîleştirme hizmeti veriyorsa, evler de öyle olmalıdır. Mütekâbil (karşılıklı) olarak birbirinize rahatça gidip gelmeyi kolaylaştırmalısınız, resmiyeti azaltmalısınız. Böylece, mescitlerin verdiği bütün hizmetleri evler verebilmelidir. Yani, konulan yasaklar sebebiyle, cami, mektep, mahalle veya köy odası gibi ortak mekânlarda bir araya gelmenin zorlaştığı veya imkânsızlaştığı şartlarda:

* İbadet ve zikirler için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Dinî bilgilerinizi tazelemek, öğrenmek için evlerde bir araya gelmelisiniz.
* Yeni nesillerin talim, terbiye ve eğitimi için evler kullanılmalıdır.
* Her çeşit dini ve içtimaî merasimler evlerde yapılmalıdır.
* Bütün evler bu hizmetleri verebilecek durumda olmazsa, bazıları mutlaka bu hâle getirilmelidir.
* Veya (duruma göre ve şayet imkan olursa) bu hâle uygun, “ev” adı altında yeni inşaatlar gerçekleştirilmelidir.
* Bir yerleşim bölgesinde (şehir, köy, mahalle, oba vs.) herkesin aynı evde toplanması imkânsız ya da mahzurlu olabileceğine göre, yakın komşular, meslek grupları, akraba grupları, yaş grupları, cinsiyet grupları gibi daha küçük guruplar hâlinde ikili veya üçerli gruplardan başlayarak değişik sayıda gruplar teşkil edilerek, sırayla yani mütekâbilen olmak üzere mescitlerin verdiği hizmetlerin yerine getirilmesi için evlerde toplantılar gerçekleştirilmelidir.


Saturday, January 17, 2015

Bülbül

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ, meşhur bülbül kuşu; gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gâye için onu istimâl ediyor:

Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.

İkincisi: Rahmân'ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.

Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.

Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.

Beşincisi: Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-Cemâli ve'l-İkramın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gâyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gâyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gâyesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. "Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar" meşhurdur. Hem, bülbül şu gâyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkâtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi senin bildiğine zarar vermez.

Ammâ o bülbülün cüz'î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazinesi, hayvanî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır.

Bülbüle nahli, fahli, ankebût ve nemli; yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gâyeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san'at-ı Rabbâniyedeki mühim gâyelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip, bir cüz'î maaş alır; öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvanâtın, birer cüz'î maaşları vardır.

Bülbül bahsine bir tetimme

Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihâtın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki, ekser envain herbir nevinin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nevin en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbih ile, en latîf sec'alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efrâdı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihâtlarını güzel sec'alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir; gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasîdehan enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudâtın sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhanlarıdır ve o meclis-i havlette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, her birisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı, nehârîdir; gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarıyla, latîf nağamât ile, sec'alı tesbihât ile, Rahmânirrahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güyâ bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin her birisi lisân-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir (SAS).

Wednesday, April 2, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 63: Ahzab Sûresi’nden - Zikir

Zikir, Allah’ı bizzat İsm-i Celâliyle, diğer isimleriyle ve O’na ait sıfatlarla anmak, O’na hamdetmek, O’nun birliğini dile getirmek, O’nun her türlü noksanlıktan, yanlış ve abes iş işlemekten, ortakları bulunmaktan, yaratılmışa ait eksik özelliklere sahip olmaktan mutlak münezzeh olduğunu hiç unutmamak ve ilan etmek, O’nunla ilgili eserleri okumak, O’nu tanıma adına sohbetlere katılmak, O’nu başkalarına anlatmak gibi pek çok fiili içine alan bir kavramdır.

Bir hadis-i kudsîde, Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm şunu nakletmektedir: “Allah şöyle buyuruyor: ‘Kulum Beni nasıl biliyorsa Ben öyleyim (dolayısıyla hakkımda iyi zan sahibi olsun). O beni hatırlayıp andığında Ben onunla beraberimdir. Eğer o Ben’i kalbinde anarsa, Ben de onu nezd-i Ulûhiyetimde anarım; eğer Ben’i bir topluluğun içinde anarsa, Ben onu o topluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde anarım. O Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Eğer o Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.’(Buharî, “Tevhid”, 50; Müslim, “Zikr”, 2)

Cenab-ı Allah (c.c.), Kendisi’ni zikredenleri seçkinler arasına koyar. Allah Rasûlü aleyhissalâtü vesselâm, “Allah’ın has âbidleri herkesi geçti.” buyurdu. “Yâ Rasûlellah, kimlerdir bu seçkin kullar?” diye sorulunca da, “Onlar, durmadan Allah’ı zikreden erkek ve kadınlardır.” cevabını verdi. (Müslim, “Zikir”, 2) Bunlar, gerçekten diri olan insanlardır. Ebû Musa el-Eş’arî, Allah Rasûlü’nden şunu rivayet etmektedir: “İçinde Allah’ın zikredildiği ve O’nun zikredilmediği iki ayrı evin misali, hayatta olan insanla ölmüş insanın misali gibidir.” (Buharî, “Deavât”, 66) İlk müfessirlerden Mücahid, “Bir kimse, Allah’ı her zaman, ayakta iken, otururken ve yatarken hatırlayıp anmadıkça Allah’ı çok zikredenlerden olamaz.” der.

Zikir meclislerine katılmak övülmüştür. Abdullah ibn Ömer, Allah Rasûlü’nden şu rivayette bulunur: “Cennet bahçelerine yolunuz düşerse onlardan istifadeye bakın.” “Yâ Rasûlellah, Cennet bahçeleri de nedir?” diye sorduklarında Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “Zikir meclisleridir. Allah’ın bazı melekleri vardır ki, böyle meclisleri ararlar ve onları bulunca da, o meclisleri çevrelerler.” (Müslim, “Zikir”, 39)”