Showing posts with label şiir. Show all posts
Showing posts with label şiir. Show all posts

Saturday, May 11, 2019

Nedamet Perhizi


“Kus, gözyaşını, haramla dolmuş gözünden 
Vazgeçme hiç nedâmet perhizinden”

Kaside-i Bürde

Friday, December 22, 2017

Kırmızı Saçlı Kadın


 “İstanbul kitapçılarında Firdevsî’nin bin yıl önce kaleme aldığı Şehnâme‘sinin herhangi bir çevirisini bulmak kolay değildi. Bir zamanlar çoğu Osmanlı aydını İran’ın milli destanının bir kısmını, en azından kimi hikâyelerini bilirdi. Türkiye’nin iki yüz yıllık Batılılaşma çabasından sonra şimdi bu hikâyeler deniziyle kimse ilgilenmiyordu. Destanın Türkçeye 1940’larda yapılan vezinsiz-kafiyesiz bir çevirisi dört cilt halinde 1950’lerde Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayımlanmıştı. Şehnâme’yi beyaz kapakları sararmış dünya klasikleri dizisindeki o baskıdan yutar gibi hızla okudum.

Hikâyenin yarı efsane yarı tarih olması, başlarda korkutucu bir masal gibiyken, daha sonra devlet, aile ve ahlak üzerine bir çeşit öğretici ders şeklini alması hoşuma gitti. Çevirisi 1500 sayfa tutan bu büyük milli tarihe Firdevsî’nin bütün hayatını vermesi de etkiliyordu beni. İyi eğitimli, kitapsever şairimiz, başkalarının tarihlerini, destanlarını, kahramanlık hikâyelerini okumuş, başka dillerde, Arapça, Avesta dilinde, Pehlevice kitaplarda hikâyeler aramış, kahramanlık hikâyeleriyle efsaneleri, dinî menkıbelerle tarihleri ve hatıralarını iç içe geçirip kendi büyük destanını yazmıştı.

Geçmişteki bütün büyük şahlarla padişahların, kahramanlarla unutulmuş hikâyelerin bir çeşit ansiklopedisiydi Şehnâme. Bazan okuduğum hikâyelerin hem kahramanı hem de yazarı zannediyordum kendimi. Firdevsî’nin yaşarken oğlunun ölmesi destandaki baba ve kayıp oğul konusunda duyarlığını çok derin ve içten kılmıştı. Okuduğum hikâyeleri gece yarısı karanlıkta Mahmut Usta’ya anlattığımı hayal ediyor, Kırmızı Saçlı Kadın’ı hatırlıyordum. Yazar olabilseydim, ben de her şeyi gören, her ayrıntının hakkını veren, kimi zaman insanlığıyla beni heyecanlandırıp kederlendiren, kimi zaman da şaşkınlık ve hayrete boğan bu bitip tükenmez ansiklopedik kitap gibi bir şeyler yazmak isterdim. Benim yazacağım “Türkiye’nin Jeolojik Yapısı” işte böyle bir destansı-ansiklopedik kitap olacaktı. Ben de kitabımda, yeraltı denizlerini, büyük sıradağları ve yeraltındaki kat kat, damar damar tabakayı hikâyelerle anlatacaktım.”

**
Sence modernlik kötü bir şey mi?” diye sarhoş saflığıyla ona sordum.

“Modern kişi şehrin ormanında kaybolan kişidir. Bu da babasız kalmak demektir. Babasını araması da boşunadır aslında. Kişi modern bir bireyse şehrin kalabalığında babasını bulamayacaktır. Bulursa da bu sefer birey olamayacaktır. Modernliğin Fransız mucidi Jean-Jacques Rousseau bunu çok iyi bildiği için dört tane evladını modern olsunlar diye bile bile terk etmiş, onlara babalık etmemiştir. Rousseau çocuklarını merak bile etmemiş, bir kere de aramamıştır. Sen de beni modern olayım diye mi terk ettin? Öyleyse haklısın.”

**
“Hayatta rastlantı diye geçiştirdiğim şeylerin aslında bir anlamı olduğunu tiyatroda öğrendim. Hem oğlumun hem babasının yazar olmak istemesi basit bir rastlantı değildir. Otuz yıl sonra burada Öngören’de oğlumun babasıyla karşılaşmam rastlantı değildir. Oğlumun da, tıpkı babası gibi babasızlık acısı çekmesi rastlantı değildir. Tiyatro sahnelerinde yıllarca ağladıktan sonra, hayatta içtenlikle ağlayan bir kadına dönüşmem rastlantı değildir.”


Thursday, December 7, 2017

Boncuk Oyunu


Hermann Hesse’nin Magister Ludi’siydi, Türkçeye Boncuk Oyunu diye çevrilmiş. İnsanı sarsan bir kitaptır. Şiir hakkındadır. Ama manzum edebiyattan söz etmez; şiirin en yüksek örnekleri olarak Budist düşünce disiplinini, 18. yüzyıl Avrupa müziğini ve matematiği anar. Sanırım bunlar Hesse’nin kişisel tutkuları olduğu için ön plana çıkmıştır. Yoksa bana sorarsanız eşsiz güzellikte bir köy inşa etmeye çalışmak da şiirdir, sözlük yazmak da şiirdir, dağa kaya mezarı oymak da şiirdir, hakikat aşkından başka hiçbir amaç gütmeksizin bin yıl önce yaşamış filozofların metinlerini şerh etmek de şiirdir. Güzelliği ve kusursuzluğu aramaktan ve o arayışı hayatın biricik amacı mertebesine yükseltmekten söz ediyoruz.

Hesse için o uğraş bir oyundur – göz alıcı bir kristal boncuk oyunu. Bunu aşkın (transcendent) bir temele, mesela toplumsal bir faydaya, bir halas umuduna, tanrısal bir emre ya da ahlaki imperatife dayandırmanın onu ucuzlatmak olduğunu bilir. Kendi kendinin amacı olan şey, tanımı icabı oyundur. Hafif ve kırılgan bir şeydir. Romanın anlattığı dünyada, tüm yaşamını boncuk oyununa adamış seçkin bir zümre, sonsuz emek ve disiplinle, oyunu kusursuzlaştırmaya çalışır. Yirminci yüzyılın felaketlerine yol açan amaç ve anlam kaybının ancak bu yolla aşılacağı kanısındadır Hesse. Roman 1943’te yazılmıştır, yani 20. yy karanlığının en koyu anında.

Tabii Hesse kolay tutulacak bir balık değil, Buddha düşüncesine vukufu da öyle basit bir düzeyde değil. Romanın kahramanı olan Knecht (“Yoldaş” mı desek?) oyunda en yüksek seviyeye ulaşıp Büyük Usta olduktan sonra, duyulmamış bir şey yapıp görevinden istifa eder. Romanın kilit pasajı Knecht’in istifa mektubudur. Bir bakıma boncuk oynunun nihai zirvesidir, Nirvana, yani Yokoluş anıdır. Nedenini nasılını anlatmaya kalksam ben şimdi beceremem. Siz en iyisi romanı okuyun.

Saturday, November 11, 2017

After Mirzakhani


Complicating the global image of a nation

Much of the reactions to the death of Mirzakhani was both normal and predictable. The Iranian President Hassan Rouhani and the Stanford University President Marc Tessier-Lavigne both issued solemn statements of condolences. The Iranian media competed in showering her with accolades. The Iranian oppositional venues in the United States and Europe began to use and abuse the occasion to denounce the Islamic Republic for its various policies, especially for the conditions conducive to "brain drain".


Maryam Mirzakhani left Iran to pursue her advanced mathematical studies in the US. She would have gone to Baghdad to do so if she were born one thousand years ago - and she would have probably gone to Beijing if she were born just a couple of decades from now. The question of "brain drain" is, of course, a serious malady in Iran and many other similar countries. But Maryam Mirzakhani was no "brain drain". Hers was a superior intelligence and she travelled where she could nourish it best - and that travelling did not suddenly turn her into this strange thing called "Iran-born", instead of just plain "Iranian".


But something else, something quite simple and significant, was also happening, just like Maryam Mirzakhani herself, gently and quietly.


Mirzakhani is comparable to Omar Khayyam not just because they were both Iranian mathematicians. But because like Khayyam, Mirzakhani too complicates the vision of their common homelands in the European and now American imagination in unpredictable ways.


Markedly brilliant minds and beautiful souls like Maryam Mirzakhani both upon their global recognitions and perforce upon their early and tragic passing become a symbol, a sign, a citation far beyond who they are and what they have achieved in their professional calling. From the time that she achieved her coveted Fields Medal, Maryam Mirzakhani had begun to complicate the global image of her homeland against the backdrop of the pervasive demonisation of Iran by one brand of warmongering or another.


Nations need to be simplified to be targeted for military strikes. Afghanistan was reduced to Mullah Omar. Iraq was reduced to Saddam Hussein. The more the image of a nation is complicated the more difficult it is for warmongers in Washington, Tel Aviv, or Riyadh targeting it for destruction.


Precisely in the quiet dignity of her work, her avoiding publicity like a plague, the tiny, cancer-ravaged body of Maryam Mirzakhani shined like a beautiful star on the dark planet of her earthly life. An Iranian, a Muslim, a woman of modest middle-class background, rising gloriously to put a big brilliant question mark in front of everything mobilised against her people!


Those exonerating Iranian people when targeting "Iran" for demonisation should take a look at what they have done to Afghanistan, Iraq, Syria, or Libya before they might believe their own delusions. Ordinary people, not governments, are the primary targets and the final victims of warmongering anywhere and everywhere.


To be sure, much to the chagrin of warmongers, the image of Iran has been complicated by other prominent Iranians, in particular, those who have put Iranian cinema on the global map. I recall vividly when another accomplished Iranian young woman, Samira Makhmalbaf first appeared in Cannes Film Festival at the age of seventeen to premier her film "Apple" in 1998. She too succeeded that year, seriously altering the image of Iran from that of a bearded angry man to a gifted young woman.
 
In the realm of art, no one, of course, did more to complicate the image of Iran than the late master Abbas Kiarostami who was the principal engine bringing the rest of Iranian art to global spotlight.


But much of that complexity has been in the realm of arts, not sciences. In the realm of science, the only thing publicly related to Iran is, of course, the nuclear scientists who are the targets of assassinations presumably by a settler colony on planet Mars that is very concerned about the Iranian nuclear programme. These Martians are suspected to have occasionally sent their assassins to kill these Iranian nuclear scientists.


Mirzakhani was not a nuclear physicist. A breed apart, she was a world-renowned mathematician. Her accomplishments, as a result, assume entirely historical proportions comparable to other Iranian and Muslim scientists at the historical level of Muhammad ibn Musa al-Khwarizmi, Muhammad ibn Zakariyya al-Razi, and above all to Omar Khayyam, the towering astronomer and mathematician.





Mirzakhani's uplifting of her homeland to its historical memories alerts the world to a whole different register of consciousness about Iran as a Muslim a country in circumstances that, because of pervasive Islamophobia in the US, even Rumi is read as if he were a New Age guru from California.


Mirzakhani is comparable to Omar Khayyam not just because they were both Iranian mathematicians. But because like Khayyam, Mirzakhani too complicates the vision of their common homeland in the European and now American imagination in unpredictable ways.
The reputation of Omar Khayyam as a poet, however, widely outshines his fame as a mathematician. But the difference is only on the surface. The beauty of Khayyam's mathematical mind, it now seems, had to be translated, as it were, into poetic scepticism to be registered for mortal beings, whereas Maryam Mirzakhani's poetry was and remained in pure mathematics.


**
The mathematician, poet, painter


On another occasion, she said: "Of course, the most rewarding part is the 'Aha' moment, the excitement of discovery and enjoyment of understanding something new - the feeling of being on top of a hill and having a clear view. But most of the time, doing mathematics for me is like being on a long hike with no trail and no end in sight". That is the mind of a mathematician in the soul of a poet. That is Khayyam incarnate.


Mirzakhani's mathematical equations were her poetry - a poetry only a happy few can decipher to their delight. The world at large is baffled at the beauty of that poetry. Thus, the other more recent kindred soul of Mirzakhani was, of course, the Indian mathematician Srinivasa Ramanujan (1887-1920) who died even younger than her.


The famous story narrated by Ramanujan's English colleague, the prominent mathematician GH Hardy, is now known as "Hardy-Ramanujan number 1729". According to Hardy, he was once going to see Ramanujan when he was bedridden. Hardy had just ridden in a cab number 1729 and upon arrival, he remarked to his friend that the number seemed to be quite dull and that he hoped it was not an unfavourable omen. "No", Ramanujan replied: "It is a very interesting number. It is the smallest number expressible as the sum of two cubes in two different ways". The two different ways are:


1729 = 13+123 = 93+103.


Now, that is pure poetry - for what is poetry other than a truth so obviously beautiful that mortals cannot see it. The joyous eyes of Maryam Mirzakhani's little daughter could see what her mother's beautiful mind knew with mathematical precision: "At the family's home, near Stanford University," Roberts tells us in her essay on the Iranian mathematician, "Mirzakhani would spend hours on the floor with supersized canvases of paper, sketching out ideas, drawing diagrams and formulae, often leading Anahita, now six, to exclaim, 'Oh, Mommy is painting again!"



Hamid Dabashi

aljazeera 

Tuesday, September 26, 2017

Who is the colored man?



Dear white brother,
When I was born, I was black,
When I grew up, I was black,
When I am in the sun, I am black,
When I am sick, I am black,
When I die, I will be black.

While you, white man,
When you were born, you were pink,
When you grew up, you were white,
When you go in the sun, you are red,
When you are cold, you are blue,
When you are scared, you are green,
When you are sick, you are yellow,
When you die, you will be grey.

So, between you and me,
Who is the colored man?

Léopold Sédar Senghor

Saturday, February 7, 2015

Khayyam


Al-Biruni died in the same year that a boy was born to a Persian tentmaker. The Farsi word for tentmaker is khayyám; the tentmaker named his son, Omar.

It is probable that as a child he studied the Koran. He would have learned to recite its verses aloud, for tradition holds that the scripture is akin to a chant, which is why the angel Gabriel chose to speak its words to the illiterate Muhammad. Perhaps the boy recited such a verse as, ‘Most surely in the creation of the heavens and the earth, and the alteration of the night and the day, there are signs for men who understand.’

Many other books, on many subjects, must also have passed through his hands: books on geometry and the movement of the stars, books on arithmetic and music. He learned many of the pages by heart. It is likely that he also read or heard of Al-Biruni’s compendium of calendars, and smiled at Al-Tabari’s apocalyptic prediction. From long years of cloistered study, indifferent to the company of other people, he earned the bookish reputation of a ‘bad character’.

When he was not reading books, he wrote them. A gifted poet, he was better known in his day as a talented mathematician. ‘The notion that one could use geometric constructions for certain types of algebraic problems was certainly recognised by Euclid and Archimedes,’ writes the mathematician Ramesh Gangolli, ‘but before Omar Khayyam’s construction, only simple types of equations . . . were thought to be amenable to the geometric method . . . Khayyám opened the door to the study of the more general question: What kind of algebraic problems can be represented and solved successfully in this manner?’

The young Persian’s receptivity to inspiration must have been immense. When the sunlight shone through the latticework windows of his study, it danced upon the walls in geometrical shapes. Khayyám’s pen traced rubai (poems) of four short rhyming lines, tight as theorems, writing the words from right to left. Some say he composed only sixty such poems; others, six hundred. He also wrote a commentary on Euclid’s Elements that Gangolli tells us explained ‘in more detail many aspects that were left implicit and clarified many misconceptions about the structure of axiomatic systems.’


Polyvalent talent like his is rare in any age. It likely led to jealousies, snide comments, upturned noses from certain quarters among his fellow countrymen.

Khayyam


Al-Biruni died in the same year that a boy was born to a Persian tentmaker. The Farsi word for tentmaker is khayyám; the tentmaker named his son, Omar.

It is probable that as a child he studied the Koran. He would have learned to recite its verses aloud, for tradition holds that the scripture is akin to a chant, which is why the angel Gabriel chose to speak its words to the illiterate Muhammad. Perhaps the boy recited such a verse as, ‘Most surely in the creation of the heavens and the earth, and the alteration of the night and the day, there are signs for men who understand.’

Many other books, on many subjects, must also have passed through his hands: books on geometry and the movement of the stars, books on arithmetic and music. He learned many of the pages by heart. It is likely that he also read or heard of Al-Biruni’s compendium of calendars, and smiled at Al-Tabari’s apocalyptic prediction. From long years of cloistered study, indifferent to the company of other people, he earned the bookish reputation of a ‘bad character’.

When he was not reading books, he wrote them. A gifted poet, he was better known in his day as a talented mathematician. ‘The notion that one could use geometric constructions for certain types of algebraic problems was certainly recognised by Euclid and Archimedes,’ writes the mathematician Ramesh Gangolli, ‘but before Omar Khayyam’s construction, only simple types of equations . . . were thought to be amenable to the geometric method . . . Khayyám opened the door to the study of the more general question: What kind of algebraic problems can be represented and solved successfully in this manner?’

The young Persian’s receptivity to inspiration must have been immense. When the sunlight shone through the latticework windows of his study, it danced upon the walls in geometrical shapes. Khayyám’s pen traced rubai (poems) of four short rhyming lines, tight as theorems, writing the words from right to left. Some say he composed only sixty such poems; others, six hundred. He also wrote a commentary on Euclid’s Elements that Gangolli tells us explained ‘in more detail many aspects that were left implicit and clarified many misconceptions about the structure of axiomatic systems.’


Polyvalent talent like his is rare in any age. It likely led to jealousies, snide comments, upturned noses from certain quarters among his fellow countrymen.

Sunday, October 26, 2014

Kalbin Zümrüt Tepeleri'ne Giriş


İslâm Medeniyeti bir “Fıkıh ve Metodoloji” medeniyeti olduğu kadar; bir “tasavvuf, mânâ ve irfan” medeniyetidir de.

***

Abdullah İbn Ömer (radıyallâhu anh) babasından (Hazreti Ömer) nakille şu olayı anlatır: “Ben Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında oturuyordum. Derken yanımıza elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam çıkageldi. Üzerinde, yolculuğa delâlet eden hiçbir belirti yoktu. Üstelik içimizden hiç kimse onu tanımıyordu. Gelip Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önüne oturdu ve dizlerini O’nun dizlerine dayadı. Ellerini (kendi) bacaklarının üzerine edeb ve hürmetle koyduktan sonra sormaya başladı. ‘Ey Muhammed! İslâm nedir? Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan orucu tutman, gücün yettiği takdirde Beytullah’ı haccetmendir’ buyurdu. Yabancı: ‘Doğru söyledin’ diye tasdik etti. Biz hem sorup, hem de tasdik etmesine şaşırdık. Sonra tekrar sordu: ‘İman nedir?’ Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmandır’ buyurdu. Yabancı yine; ‘Doğru söyledin’ diye tasdik etti. Ve devamla yine sordu: ‘İhsan nedir?’ Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): ‘İhsan, Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Şüphesiz sen O’nu görmezsen de O seni görmektedir’ buyurdu...”

Hadisin devamında kıyametle ilgili soru da yer almaktadır. En sonunda da Hz Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Ömer’e hitaben: “Ey Ömer! Soru soranın kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) da: “Hayır, Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” deyince, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bu Cebrail’di (aleyhisselâm). Size dininizi öğretmeye geldi” buyurdular...

Gayet sade ve açık bir beyan içeren bu ifadeler, daha sonra İslâm düşüncesinin/geleneğinin ve medeniyetinin üç farklı boyutunu ve tezahürünü ortaya çıkaracaktır. Buna göre İslâmî gelenek dinî yaşamı üç farklı alanda tanımlamıştır: İman, İslâm ve İhsan. Bu tanımlama Kur’ân’da sarâhatle yer almasa da, birçok âyetin mazmun ve medlûlü bunu ifade ediyor. Diğer taraftan asırlar boyunca hem geleneksel ulemâ ve hem de modern dönem İslâm düşünürleri İslâm’ın bu farklı üç boyutu üzerinde durmuşlardır. Birinci boyut ki, İslâm’ın inanç esaslarının temelini oluşturmakta, yani “iman ve akide”yi içermektedir. Bu esasların formülasyonu kısa zamanda İslâm Akaid ve Kelâmı gibi önemli bir disiplini ve tezahürü meydana getirmiştir. İslâm Akaid ve Kelâmı (teoloji) asırlar boyunca doğru inanma ve doğru düşünmenin İslâmî temellerinin atılmasına ve tesis edilmesine hizmet etmiştir. İslâm mü’minlere nasıl inanmaları gerektiğiyle ilgili detaylı bir inanç disiplini sunar. Kendilerini, çevrelerini ve dünyayı nasıl anlamlandırmaları gerektiği, Allah’ın sıfât ve esmâsının, irade, meşîet ve kudretinin nasıl tanımlanacağı, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitap ve peygamberlere ilişkin geniş ve kapsamlı bir iman portresi çizer. İnsanın fiilleri, cüz’î iradesi, mesuliyeti, hesap-kitap, kader, ahiret ve meâd... gibi insan yaşamının farklı düşünme ve inanma alanlarının bütününü ihtiva eden geniş bir harita ortaya koyar. Bütün bunlar imanın sağlam bir ifadeye kavuşması, dilde ve düşüncede sıhhatli bir mârifet (imanî bilgi) oluşturması alanıdır. Müslümanlar sahip oldukları imanlarını bütün bu alanlarda açığa çıkarmak ve dışa vurmakla yükümlüdürler. Evet bu alan (iman), İslâm medeniyetinin Kelâm ve Akaid boyutunu oluşturmaktadır.

İkinci boyut (İslâm), İslâmî kültürde, İslâm’ın beş temel şartı olarak formüle edilen esasları ihtiva eder. Ve bu esasların detaylandırılması uzun asırlar neticesinde “İslâm hukuk ve fıkıh metodolojisi”ni ortaya çıkarmıştır. İslâm hukukçu ve müçtehidleri, Müslümanların uzun tarih içinde dinî ve sosyal hayatlarını tanzim eden hükümleri çıkarırken bu temelden hareket etmişlerdir. Denebilir ki İslâm hukuk metodoloji ve fürûâtı, İslâm medeniyetinin tebârüz etmiş en karakteristik boyutudur. Bu boyut, İslâm ve teslimiyet alanıdır ve çok genel olarak İslâmî çizginin dış tezahürünü verir bize. Diğer bir tabirle, emir ve nehiyler, Kur’ânî ve Nebevî uygulamalar ile İslâm hukukçularının asırlar boyunca İslâmî asıllardan ve karşılaştıkları toplumsal pratiklerden üretip rafine ettikleri usûl ve fürûâta ait fıkhî müdevvenâtı ve kodifiye edilmiş İslâm hukuk literatürünü ifade eder. Bu öyle sistematik bir düşünce ve uygulama/metodoloji meydana çıkarmıştır ki, tarihte hiçbir din ve medeniyet bu derece sistematik bir düşünce ve hukuk disiplini üretememiştir. Bu açıdan İslâm hukuk literatürü, İslâm’ın baş döndürücü bir mucizesidir denebilir.

Üçüncü boyut ise, hadiste de ifade edilen ihsan boyutudur ki İslâmî kültürde bunu tasavvufa hamledebiliriz. Şüphesiz “İhsan” ilkesi temel bir ilke olarak hem fakihlerin, hem de Kelâm ve usûlcülerin zaman zaman başvurdukları bir esastır. Ancak sûfîler bu ilkeyi daha ağırlıklı, daha derinde ve daha detaylarda okumuşlardır. Onlar bunu kalbin bir alanı olarak aldılar. Fakihler doğru davranış ya da eylem üzerinde; kelâmcılar, doğru düşünme ve inanma noktasında yoğunlaştıkça; sûfîler bunu kalb alanına hasrederek, doğru görme ve doğru müşâhede etmede yoğunlaştılar. Biz bu üç boyutu; beden, dil ve kalb alanı olarak da tanımlayabiliriz. Birincisi fakihlerin, ikincisi kelâmcıların ve üçüncüsü de sûfîlerin alanını ifade eder. Sûfîler ihsan ve kalb alanını, fukahâ ve mütekellimînin doğrudan meşgul olmadıkları sınıra kadar genişleterek bu alanda yeni ve özel bir sûfî disiplini inşâ etmişlerdir. Ve bu derinlik ile onlar, İslâm medeniyetinin mânevî ve derûnî tecrübesini ortaya çıkarmışlardır.

Sûfîler mânevî tecrübe ve müşâhedelerini öylesine geniş bir alana yaymışlardır ki onlara göre gerçek İslâmî yaşam, kendilerinin ortaya koyduğu o engin duyuş ve anlayıştan ibarettir. Ayrıca onlar “İhsan” ilkesini yalnızca imanın ve teslimiyetin mükemmelleştirilmesi sınırında bırakmayıp, oluşturdukları hususî sûfî terminoloji ile tamamen orijinal bir insan, varlık ve kâinat tasavvuru da meydana getirmişlerdir. Bu yönüyle tasavvuf bir irfan yolculuğudur. Eşyaya, varlık düzenine, insana ve Allah’a ait daha derin, nitelikli ve insanın rûhî/psişik dönüşümü neticesinde elde edebileceği bir bilgi ve mârifet sistemidir. Dolayısıyla da rûhî, kalbî ve mânevî tekemmül ve dönüşümü gerçekleştiren oldukça özel bir tecrübedir.

Fıkıh ve Kelâm, kul ile Allah arasındaki mesafeyi koruyan daha mantıkî ve rasyonel esaslar geliştirirken sûfîler, bu ilişkiyi daha canlı, hissî ve mesafesiz bir konumda tutmak istemişlerdir. Onlar (fıkıh-kelâm) teşbih ve tenzih esasına riayetle Allah’ın eşya ve yaratıklardan uzak olduğuna vurgu yaparken sufîler, daha çok O’nun yakınlığına vurgu yaptılar. Kelâmcılar sürekli Allah’ın aşkınlığını işlediler. Buna karşılık sûfîler, Allah’ın her şeye her şeyden daha yakın olduğunu (içkinliğini) ele aldılar. Fukahâ ve Mütekellimîn, iman ve İslâm ilkesini detaylandırarak nasıl İslâm medeniyetinin usûl ve furûâtını oluşturdu iseler, sûfîler de ihsan ilkesini detaylandırarak İslâm medeniyetinin mânevî esaslarını ortaya koydular.

***
İslâm sûfizmi, Fıkıh ve Kelâm disiplinlerine nisbetle daha sübjektif ve kişisel bir alana ve tecrübeye işaret ettiğinden, tecrübe ve test edilmesi de daha özel şartlara ve gayretlere vâbestedir. Bu disiplinin sübjektif temelli tecrübelerini göz önünde tutarsak, İslâm tarihi boyunca fikrî ve akidevî tartışmaların daha yoğunluklu olarak bu alanda cereyan ettiğini kolayca tahmin edebiliriz.

***
İslâm sûfizmi, tarikat şeklinde kurumsallaşmasından önce ilk olarak zühd ve rekâik, tevekkül, kanaat ve uzlet olarak tezahür etti. Sonra muhabbet, aşk ve rıza dönemine girdi. Yani bu kavramlar o dönemin sûfî anlayışı üzerine damgasını vurdu. Daha sonra da Ebû Tâlip el-Mekkî, Kuşeyrî ve Hucvurî öncesinde, cezb, incizab, sekir ve fenâ kavramları etrafında vücut buldu. Şüphesiz bu dönemde sûfizmin bazı hâllerini tartışmalı hâle getiren karizmatik şahsiyetler ortaya çıktı. Bunlarla İslâm sûfizmi nisbeten “şathiyyat” olarak nitelendirilen ve tevhid ruhu açısından zâhiren mahzurlu vurgular çağrıştıran riskli bir sekir ve cezb edebiyatını ortaya çıkardı. Zünnûn-i Mısrî (öl. 246/861), Bistâmî (öl. 261/875) ve Hallac-ı Mansur (öl. 309/921)... gibi şahsiyetler bunlardandır. Bunların sekir ve fenâ sûfizmi olarak vasfedebileceğimiz görüş ve hâlleri, kendi dönemlerindeki sûfîler üzerinde gerçekten derin tesirleri oldu. Ancak hem bu dönemdeki sûfî tezahürleri merkezî Sünnî geleneğin içine çeken ve hem de İslâm sûfizminin sahih ilkelerini derleyen önemli şahsiyetler de çıktı. Hâris el-Muhâsibî (öl. 243/857), Ebû Nasr es-Serrâc (378/988), Kelâbâzî (öl. 380/990) ve Ebû Tâlip el-Mekkî (öl. 386/996) gibi.. Mekkî’nin “Kûtu’l-Kulûb” adlı eseri böyle bir cehdi ortaya koyan ilk çalışmalardan birisiydi. Elbette ondan önce de tasavvufla ilgili müstakil çalışmalar vardı... İslâm dünyasında olduğu kadar, Batı’da da iştihar eden Kuşeyrî (öl. 465/1072)’nin “Risale”si de bu amaca hizmet eden önemli bir otorite idi. Yine Hucvurî’nin (470/1077) “Keşfü’l-Mahcûb”unu da burada zikredebiliriz.

Ama ne bunlar ne de önce ve sonra yazılan eserlerin hiçbirisi İslâm dünyasında, İslâm sûfizmi üzerinde Gazzâlî’nin “İhya”sı kadar derin bir etki bırakmadı. Öyle ki onun eseri en uç çevrelerden geniş halk kitlelerine ve ilmî çevrelere kadar herkes tarafından tartışmasız bir otorite olarak kabul gördü. Gazzâlî’nin “İhya”sı hem farklı sûfî tezahürleri merkezî Sünnî görüşe entegre etme bakımından, hem de bu tezahürleri Sünnî İslâm’ın genel kriterleri açısından ele alan ve sorgulayan ilk derli-toplu, sistematik bir çalışma idi. Bunda şüphesiz Gazzâlî’nin ilmî kariyerinin ve her açıdan karizmatik şahsiyetinin önemli katkısı olmuştur. İslâm tarihinde hiçbir girişim, sûfizmi onun kadar Sünnî merkezî gövdeye yaklaştırmamış ve geniş halk kitlelerine sevdirmemiştir. Gazzâlî kendi döneminde İslâmî düşünceye entegre edilmeye çalışılan Yunan felsefesine karşı da yeterince tahşidatta ve eleştirilerde bulundu. O yaygın olan felsefî telâkkilerle mücadele etmekle birlikte büyük eseri olan “İhya” aslâ bir felsefî eser olarak nitelenemez. Gazzâlî burada, kalbî, rûhî ve derunî letâifin terbiyesinden tutun da, ferd, aile ve cemiyet plânında; ahlâkî, sosyal ve kültürel alana kadar tam bir İslâmî kültürel program ortaya koymuştur. İhya, insana komple bir dünya görüşü veren bütün bir sistemdir. Kısacası Gazzâlî 12. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında, fikrî, felsefî ve sûfî tezahürlerin oluşturduğu kavşakta bir dönüm noktasıdır.

Gazzâlî sonrası İmam Rabbânî’ye kadar İslâm sûfizminin şüphesiz en karizmatik şahsiyetleri Muhyiddin İbn Arabî (öl. 638/1240) ve Mevlâna (öl. 672/1273)’dır. Mevlâna, düşünce ve tarikat sistemi olarak Batı’da da daha geniş bir ilgi uyarmasına rağmen, Gazzâlî sonrası İslâm sûfizmi üzerinde İbn Arabî’nin etkisi daha geniş ve yoğun olmuştur. Bilindiği gibi “vücud” mülâhazası ya da “vahdet-i vücud” olarak İslâm sûfizminin kalbinde neş’et eden anlayış, yine İslâm tasavvuf tarihinin en etkili, tartışmalı ve karizmatik sûfî şahsiyetlerinden birisi olan İbn Arabî tarafından sistemleştirilmiştir. İfade ve yorumları, Batı’da sık sık panteist ve monist mülâhazalarla karıştırılmış ve bu mülâhazaları bugüne kadar yoğunluklu bir biçimde en çok tartışılan sûfî olmuştur. Ama buna rağmen kendinden sonraki tüm sûfî eğilimlere etki eden bir irfanî sistem kurmuştur. Kendinden sonra gelen hiçbir sûfî, onun tesirinden uzak kalamadı. Onun görüşleri yalnızca Müslüman sûfîler üzerinde değil, İslâm sınırlarını da aşarak Orta Çağ Hıristiyan mistisizmi üzerinde de tesirler icra etti. İbn Arabî, kendine mahsus bir “varlık ve vilâyet” telâkkisi geliştirdi. Ancak onun en çok tartışılan yönü, geliştirdiği “vahdet-i vücud” telâkkisiydi.

Bu vahdet-i vücudçu irfan anlayışı, İslâm tasavvuf tarihinin en tartışmalı ve riskli alanlarından birisi olmuştur. Vilâyet, vahdet-i vücud, insân-ı kâmil, âyân-ı sâbite, ... gibi İslâm sûfizminin kozmik düşünüşüne işaret eden sûfî kavramlar neredeyse onun eliyle sonraki sûfî telâkkilere intikal ederek sistemleşmiştir. Bundan ötürü İbn Arabî ve kurduğu irfanî sistem de aslında İslâm tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası sayılır.

Diğer taraftan önemli bir dönüm noktası olarak da Hint alt kıtasında neş’et eden ve muhakkikîn-i asfiyâdan olan İmam Rabbânî ve dönemine de bir iki cümle ile işaret etmekte yarar vardır. İmam Rabbânî 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış İslâm’ın karizmatik şahsiyetlerinin önde gelen simalarından birisidir. O, bir taraftan içeride İbn Arabî’den bu yana gelen ve neredeyse bütün sûfî okulları az-çok etkileyen vücutçu mülâhazalarla, diğer taraftan da dış tehdit olarak Hint ve Doğu Zen-Budist öğretilerinin etkileriyle mücadele ediyordu. Onun mücadelesi Batı’da fazla bilinmemekle birlikte İslâm sûfî tecrübesinin ikinci bir Gazzâlî dönemi sayılırdı. Zira o da büyük bir vukûfiyet ve nüfûz ile Sünnî İslâm’ın merkezî değerlerinden uzaklaşmaya yüz tutmuş sûfî tecrübeleri, yeniden merkeze çekerek, vücutçu ve mistik mülâhazalara önemli eleştiriler getirmiştir. Ancak yine de İmam Rabbânî, vahdet-i vücud telâkkisini eksik ve hatarlı bulmakla birlikte Muhyiddin İbn Arabî’yi makbul ve muhakkik bir veli olarak tanımlamıştır.

***
Geniş İslâm coğrafyasında yeni yeni tanınmaya başlanmasına rağmen Bediüzzaman, gerçekten de İslâmî ilimlerin her sahasında önemli ve otorite bir şahsiyet idi. Eşsiz eseri “Risale-i Nur Külliyatı” genel olarak İslâm’ın en temel ve merkezî değeri olan “İman” konusunu İslâm tarihinde ilk defa bu denli detaylandıran ve sistematik olarak işleyen tek eser olmakla birlikte, tasavvufun merkezî kavramları olan esmâ, sıfât, zât, tecellî, müşâhede, ... gibi konulara da derin bir irfan ve mârifet anlayışı getirmektedir. Şüphesiz onun eseri temel olarak İslâm sûfizminin esaslarını açmaya ve belirlemeye yönelik bir eser değildir. Belki bundan daha çok İslâmî teolojinin (usûlüddin), imanın ve düşünce sisteminin genel esaslarını ele almakta, şerh ve tahlil etmektedir. Hatta ondan da öte topyekün bir İslâmî dünya görüşünün ana parametreleri üzerinde durmaktadır.

Bediüzzaman câmi bir insandır. Bu yüzden eserleri İslâm teşriinin, düşüncesinin ve geleneğinin hemen her alanına nüfûz etmekte ve uzanmaktadır. Hem sahih bir akide ve teoloji, hem sahih bir düşünme ve hem de sahih ve müspet bir hareket tarzı sunması bakımından son dönem İslâmî düşünce üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Ama daha dikkatli ve sûfî gelenekten bakıldığında Risale-i Nur Külliyatının, neredeyse her bahsinde İslâm mâneviyatının dayandığı ana temelleri vermekte olduğu görülür. Ve eserinin her yerinde insan, İslâmî disiplinlerin hemen her alanında büyük bir otoriteye sahip, Sünnî İslâm geleneğinin yetkin ve karizmatik bir dimağıyla karşı karşıya olduğunu hissetmektedir. Sahip olduğu yorum gücü, ifade ve ilim kudreti ile o da yer yer hem İbn Arabî’nin “vücud” telâkkisine ve hem de İmam Rabbânî’nin “şühûd” telâkkisine temas ederek, onların muhataralı ve eksik yönlerine dikkat çeker. Bediüzzaman, İmam Gazzâlî, İbn Arabî ve İmam Rabbânî’yi yer yer ismen anar. Özellikle İmam Gazzâlî ve İmam Rabbânî Hazretlerini sûfî ve irfanî ilimlerde muhakkik ve müdakkik kabul eder. Vücud telâkkisinin hatarlı yönlerine dikkat çekmekle birlikte İbn Arabî’yi mârifet bahislerinde muhakkik olarak tavsif eder. Ayrıca bilebildiğim kadarıyla İmam Rabbânî Hazretlerinin “şühûd” telâkkisini en derli toplu ele alarak tahlil eden âlimlerden birisi ve belki de ilkiydi. Buna rağmen o, geleneksel olarak bir irfan ve sûfî mektebi kurmaz. Modern çağın en önemli problemi ona göre, küfür ve imansızlığın siyasal, sosyal ve kültürel bir cereyan olarak yaygınlaşmış olmasıdır. Bu yüzden o öncelikle kendi yolunu ve yöntemini “sahabi mesleği” olarak tanımlar. Açıktır ki onun misyonu, sûfî mektebe göre daha geniş ve sosyal bir içerik taşır.

***
İslâm sûfizmi bütün derinliğine rağmen, fertlerin ahlâkî, rûhî ve irfanî yönlerini mükemmelleştirmeye yöneldiği kadar; onların sosyal sülûklarına, İslâmî tebliğde duydukları şevk ve heyecana, insanlık adına yapacakları her türlü hayır ve fedâkarlık duygularına da seslenmelidir. Sosyal projeye dönüşmüyorsa, fertlerin tek tek nefislerini terbiye ettiği kadar, toplumun genel ahlâkî ve mânevî çıtasının yükselmesine de hitap etmiyorsa, bu makbul görülmemiştir. Denebilir ki bu çalışma, bu yönleriyle ilk ve tek örnektir. Şüphesiz tasavvuf, mânevî ve ferdî bir donanımdır. Ama topluma ve genel insanlık adına hizmet yapan her mübelliğ, mürşid ve hizmet erinin bu donanıma sahip olması gerekmektedir. İşte Kalbin Zümrüt Tepeleri bu fonksiyonu da üstlenmiştir.

***
Kalbin Zümrüt Tepeleri; Allah, âlem ve insanî nefisle ilgili yalnızca geniş sûfî tarihinden nakiller yapmakla yetinmez. O, büyük bir vukûfiyetle yeni tespit ve sentezler de yapar. Mücmel ve müphem bırakılan pek çok sûfî telâkki ve kavramı tafsil ederek vuzûha kavuşturur. Bilindiği gibi, sûfizmin dili ve terminolojisi, özel ve sübjektif tecrübe ve müşâhedelere dayandığı için, bazı alanlarda oldukça gâmız ve mübhemdir. Hatta sûfîler bazen bilinçli telbîsler yaparak, müşâhedelerini daha da özelleştirmek isterler. Böyle durumlarda ibare ve kavramları anlamak neredeyse imkânsızlaşır. Kim bilir belki de sûfîler bu amelleriyle (telbîs) yüksek duyuş ve keşiflerinin, ayağa düşmesine râzı olmadıklarını göstermek istediler. Kendi seviyelerinde bulunmayan sâliklerin, bu yüksek keşif ve duyuşları yanlış yorumlayarak, herhangi bir sapma yaşamamaları için temkinli davrandılar. Hocaefendi şu ya da bu sebep ve gerekçe ile gizli ve kapalı kalan birçok sûfî telâkkiye kendine has üslûbuyla açıklık getirir. Derin vukûfiyet gerektiren bu tür yüksek ihsâslar onun üslûbunda insanı hem aklen, hem de kalben ve rûhen tatmin ve işbâ eder.

***
“Kalbin Zümrüt Tepeleri, genel olarak nesir tarzında olmakla birlikte, sûfî şiirden de örnekler sunarak bahisleri daha da şevk verici kılmaktadır. Bilindiği gibi İslâm tasavvufu yalnızca nesir olarak var olmadı. Şiir ve edebiyat olarak da var oldu. Mânevî tecrübe ve duyuşlar çok defa normal ifade ve üslûp kudreti sınırlarını aşarak, insandaki daha yüksek duygu ihsaslarına seslenir. Sûfî şiir, mânevî duyuşların ulaştığı duygusal ve hissî sınırları göstermesi bakımından önemlidir. Hatta denebilir ki pek çok sûfî, özel tecrübe ve müşâhedelerini şiir olarak ifade etmeyi yeğlemiştir. Çünkü şiirin yüksek dil ve ifade kudreti, normal diğer ifade vasıtalarına nisbetle çok daha güçlü, daha heyecan ve şevk vericidir. Ayrıca insanî ve duygusal sınırları aşmak, şiirle daha kolay görünmektedir. Sûfî şairler bir bakıma, aklın insanî duygu ve ifade sınırlarının dar çerçevesini aşabilmek için şiire sığınmışlardır. Burası yüksek duyuş ve ihsasların daha serbest dolaştığı bir alandır.

Gerçekten de şiirde öyle bir ifade kudreti var ki, insan çok defa sayfalarla ancak anlatabileceği bir hakikati, bir mısra ve beyit ile anlatabilmektedir. Geleneksel sûfî edebiyatı nesirle olduğu kadar, şiirle de mânevî tecrübeleri belli esaslara bağlamıştır. Hocaefendi de hem nesir, hem de şiir yazan bir ilim adamıdır. Daha doğrusu o, düşünce ve irfanını nesirle olduğu kadar şiirle de dile getirmektedir. Ayrıca ifade etmek gerekir ki, onun hem konuşma ve hitabet üslûbu, hem de yazı ve nesir üslûbu şiir kadar estetik ve çarpıcıdır. Yazılarında her cümlenin sonlarında bu şiirimsi havayı görmek mümkündür. Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde hemen her bahis mutlaka sûfî şiirinden yüksek ihsaslar ve dakik sırlar içeren bir veya birkaç beyit ihtiva etmektedir. Arap, Fars ve Türk mutasavvıflarından oluşmuş oldukça zengin bir sûfî şiir antolojisi sunmaktadır okuyucuya. Fakat burada özellikle ifade etmek istediğim bir husus var ki, bunu yalnızca bir kadirşinaslık olsun diye de değil, içerdiği hakikat olarak da önemli bulmaktayım; Hocaefendi, her hâliyle, ulemâ ve tekye geleneğinin o eşsiz mütevazi anlayışının yaşayan bir âbidesidir. Mevlâna’dan, Câmî ve Şebisterî’ye; Yunus Emre, Niyâzi-ı Mısrî ve İbrahim Hakkı’dan, Alvarlı M. Lütfî Efendi’ye kadar pek çok farklı şiir zevkini Kalbin Zümrüt Tepeleri’ne taşımakta ve sûfî bahisleri onlarla nefeslendirmektedir. Ancak, kendisine ait “Kırık Mızrap” adlı eserden bir-iki beyitten fazla buraya almamıştır. Oysa “Kırık Mızrap”ta bazı şiirler var ki, gerçekten İslâm’ın ruhî ve mânevî boyutuna ait oldukça yüksek bir dil zevki ve ihsasıyla dile getirilmiş beyitler ihtiva etmektedir. Hatta biz arkadaşlarla Kalbin Zümrüt Tepeleri’ni mütalâa ederken, çoğu zaman bu hususların Kırık Mızrap’taki pek çok şiirle beraber okunmasının gerekli olduğu kanaatine dahi vardığımız olmuştu. Çünkü orada, uzun sûfî bahislerin zihni ve idraki yoran birçok ibaresi, bir beyit içinde gayet edîbâne ve vecîzâne dile getirildiğini müşâhede ettik.
Hâsılı sûfî şiir, İslâm mâneviyatının ve sûfî geleneğinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmaktadır. Bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, şiir; aklî, insanî ve şer’î sınırlardan kaçmanın bir yol ve yöntemi değil, aksine, çözümü ve ifadeyi içeride aramanın bir yolu ve yöntemidir. Evet, gerçekten de şiir bütün dünya edebiyatında, normal ifade ve aklın sınırlarını aşan alegorik bir dil kullanır. Ama bu şiirin genel karakteridir. Onun yüksek ve bediî bir ifade vasıtası olmasının temel sebebi de budur. Ancak İslâm sûfizminde, ne kadar yüksek ve bediî ihsasları ve hakikatleri dile getirirse getirsin, yine de İslâm teşrii sınırları dahilinde kalmak zorundadır ve kalmıştır da.

M. Enes Ergene