Showing posts with label Bediüzzaman Said Nursi. Show all posts
Showing posts with label Bediüzzaman Said Nursi. Show all posts

Saturday, June 11, 2022

DİN’İN KEMALİ VE İSLÂM’IN KIYAMET’E KADAR GEÇERLİLİĞİ



Daha önce de temas edildiği ve Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ve temsil ettiği İslâm, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin nihaî tecellilerine mazhar olup, bütün İlâhî hakikatleri nihaî sınırları veya sınırsızlıkları içinde bünyesinde taşır. Ayrıca, İlâhî İsimler’in bütün tecellileri ve bütün İlâhî hakikatler, onda tam bir denge halindedir. Bu, şu demektir:

 

İslâm, Kıyamet’e kadar her seviyede herkes için her şartta, her durumda, her zaman ve her mekânda geçerlidir ve İslâm, insanın ferdî ve içtimaî hayatı adına hiçbir şeyi eksik bırakmamış ve onun her meselesine cevap verecek düsturları bünyesine almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kıyamet’e kadar insanlığın fert ve toplumlar planında karşılaşacağı bütün meseleler ve onların cevapları, çözüm yolları, Kur’ân-ı Kerim’de tek tek zikredilmiştir. Hayır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu meselelerden bazılarını açıkça, bazılarını işareten, bazılarını ima yoluyla, bazılarını remzen, bazılarını da başka şekillerde zikrederken, bütün meselelere çözüm olabilecek düsturları vaz’etmiş, bu düsturlara dayalı olarak her meseleye nasıl cevap verileceği konusunda pek çok usule de zemin hazırlamış veya kapı açmıştır. Bu kapıdan giren büyük âlimler, bu zeminde meselâ Fıkıh’ta İçtihad, Kıyas, İcmâ, İstihsan, İstishab, Mesali-i Mürsele gibi prensipler ortaya koymuş, bunların yanısıra, meselâ İslâm Fıkıh geleneğinin son şaheserlerinden olan Mecelle’nin ilk 99 maddesi gibi, ‘kavaid-i külliye’, yani küllî, en kapsamlı kaideler adı altında kaideler vaz’etmişlerdir. Dolayısıyla, düşüncede, inançta, ferdî ve sosyal hayatın bütün şubelerinde İslâm’ın dışarıdan herhangi bir şey ödünç almasına ihtiyacı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” âyetiyle ifade buyurulmaktadır. İslâm’ın haricindeki dinler veya sistemlerle ilgili okumalardan ancak İslâm’ı anlamada faydalanılabilir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, İslâm’a ona ters olarak hariçten her ilave bid’at olarak değerlendirilmiş ve hadis-i şerifte “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” buyurulmuştur. Hz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim’ ve “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” sırrı ile, Şeriat-ı Garrâ’nın kaidelerini ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni îcatlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, eksik ve kusurlu görmek hissini veren bid’atları îcat etmek, dalâlettir, ateştir.”

 

Yalnız burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, bazı yanlış anlamalar ve vaktiyle bazı Müslümanların yanlış takdimleri neticesinde teknoloji veya ilmî keşifler Din’e zıt ve bid’at gibi gösterilmiş ve bundan dolayı İslâm, ilmî gelişmelere karşıymış gibi tenkit ve suçlamalara maruz kalmıştır. Böyle bir iddia da, böyle bir suçlama da, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamak manâsına gelir. Yerinde temas edildiği üzere, kâinat ve insan, Cenab-ı Allah’ın İrade ve Kudret sıfatları’ndan gelen ve Kelâm sıfatı’ndan kaynaklanan Kur’ân’ın bir başka malzemeyle yazılmış iki kitaptır. Dolayısıyla, Allah için olmak kaydıyla onları, yani kâinat ve insan kitaplarını çalışmak da, Kur’ân’ı okuyup incelemek ve anlamaya çalışmak gibi bir ibadettir denebilir. İnsanın yeryüzünde halife kılınmış olması da kâinatı incelemeyi ve tanımayı gerektirir ve bu sahada kendisine verilen kapasite ve ilimden dolayı melekler insanlığın temsilcisi olan Hz. Âdem önünde secdeye çağrılmıştır. Ayrıca, hayat ve kâinat, Cenab-ı Allah’ın Şeriat-ı Tekvîniye denilen kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân, kâinat ve insan kitaplarını okumayı teşvik, hattâ emir buyurur. Bunu İslâm’ın dışında zannetmek cehaletten ibaret olduğu gibi, kâinat ve insan mevzularında yapılan çalışmaları da bid’at telâkki etmek, yine İslâm’ı hem anlamamak, hem de sahasını daraltmak manâsına gelir.

 

Saturday, May 2, 2020

Bediüzzaman: Boğazına Sahip Olamayan Hiçbir Yerine Sahip Olamaz










Mücahid bir hayvan mersiyesi!

Yunan Kralı Alexandros
Nedim Hazar-tr724.com
Hazret-i Bediüzzaman’ın ilk dönem eserlerinin bazılarının artık baskısı bulunmasa da, pek çoğu kitapçık olarak ya da başka büyük eserlere dercedilerek yayınlanmıştır. 
Makalat, Nutuk, Reçete'tül Ulema, Reçete'tül Avam ve daha onlarca eserine bakıldığında hep aynı tekniği kullandığı görülecektir. Bediüzzaman çağın sorunlarına Kur’an perspektifiyle bakıp müthiş birikim ve analitik kabiliyetiyle bir tür ilahi reçete yazıyordu. 
Güncel hadiselere dair yorum yaparken de gündelik sığlıktan ziyade ilmi ve tasavvufi bir derinliğe dayanıyor ve dolayısıyla pek çok muasırından ayrılıyordu bu yönüyle. 
İngiliz yazar Louis de Bernieres’in en az kitapları kadar enteresan bir kişiliktir. 1954 doğumlu yazar sığır çobanlığından araba tamirciliğine, öğretmenlikten bahçıvanlığa kadar pek çok iş yapmıştır. Onu üne kavuşturan kitap ise daha sonra filme de çekilen Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini isimli kitabı oldu. Kitap bir dönem Avrupa’da fenomendi. 
Yazarın son kitabı (2004) “Birds Without Wings – Kanatsız Kuşlar” isimli romanında geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki bir aşk öyküsünü anlatır. Roman Fethiye’nin Eskibahçe isimli bir köyünde yaşanan aşk öyküsünü anlatırken fonda enteresan bir tarihsel tanıklık vardır. Şüphesiz bir tarihçiden ziyade bir romancının kurgusu olarak ele alınması gereken roman hakkında kimi kesimler aşırı tepki gösterse de Dünya Savaşı esnasında bir Ege köyünde Müslüman-Hıristiyan toplum arasındaki ilişki/çatışma mümkün mertebe gerçekçi olarak irdelenir kitapta. 
Köyün çobanı gariban İbrahim ile güzeller güzeli Philothei arasındaki aşk aslında klasiktir. Bu arada bir de sağlam bir feodalite ihanet öyküsünü romanına eklemleyen Bernieres, yaklaşan işgal ile ilgili köylülerin gelgitlerini de kaleme alır. 
Köyün ağasının İtalyan işgalcilerin komutanıyla hemen kaynaşması, o güne kadar bir arada huzur içinde yaşayan köy halkı için sıkıntı günlerin başlangıcıdır. Ağa Rüstem ise “Yunan’ın çarığındansa İtalyan’ın potinini tercih ederim” kafasındadır. 
Tirajik neticelenen aşk macerası sonrasında akli melekelerini yitiren sadece çoban İbrahim değildir. Toplum kolektif bir çıldırmanın eşiğine gelmiştir. Dağılmalar, savrulmalar yaşanır ve İngiliz yazar hikayesini pek çok damara bölerek farklı öyküler üzerinden akıtır. 
Roman bir yandan minimal bir aşk öyküsünü olanca yakıcılığıyla aktarırken diğer yandan büyük bir projeksiyon ile devletler arası ilişkilere kadar değinir. Örneğin Fransa ve Rusya desteğini alan Osmanlı ordusu, karşısında Yunanistan-İngiliz işbirliğiyle çatışırlar. Çok derinlemesine olmasa da kendine has bir perspektif ile Ermeni meselesine de değinir yazar. 
İşte tam bu esnada Bediüzzaman ile İngiliz yazar Louis Berniere’n yolu kesişir. 
Kanatsız Kuşlar’da bir maymundan bahsedilir. İsmi Moritz’dir. Yunana Kralı Kostantinos her ne kadar savaşmaya istekli değilse de Yunanistan Başbakanı Venizelos’un entrikalarına kurban gider ve Almanya’ya sürgüne gönderilir. Venizelos kendine yeni bir kukla imparator bulmuştur. İngiliz Başbakanı Llyod George ile arasından artık su sızmamaktadır.
Gerisi Mondros’tan Sevr’e uzanan bilindik tarihi öykü… Ancak savaş bitmesine rağmen kin ve düşmanlık bitmemiş ve Venizelos’un Anadolu’yu işgal etme hayali bitmediği gibi uygulama fırsatı bulmuştu. 
O zaman 27 yaşında olan Aleksandros’u elinde oyuncak ettiği için hiçbir sıkıntı ile karşılaşmadan 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etti. Ardından Ege sahilindeki başka merkezleri zapt etmeye kalkıştı. Sevr Antlaşması’ndan sonra ise, Batı Anadolu’nun tamamını içine alan çok geniş bir cephe harekâtına girişti ve İngiltere Başbakanı David Lloyd George’un da yardımıyla Anadolu’nun birçok yerleşim merkezini işgal etti.
Savaş yorgunu Osmanlı, fakir Anadolu insanının bu büyük işgal girişimine karşı duracak mecali pek yok gibiydi. 
Tahtta oturan Aleksandros hayvan tutkunu bir kraldı. Moritz isimli bir maymunu ve Fritz isimli bir maymunu vardı. Fritz birkaç gün önce evin içindeki aynayı kırmış ve Aleksandros’un eşi Aspasia bunun uğursuzluk getireceğine inanıyordu. 
Bütün planlar yapılmış, geriye bir tek kralın onayı kalmıştı ama “yarım saat beklesinler” demişti genç kral. En büyük tutkusu olan motosikletle bahçede bir tur atıp gelecekti. Ancak sadık köpeği Fritz nedense ortalıkta görünmüyordu. 
Motosiklet gezisini bitiren kral odasına geçti ve köpeği Fritz’i orada görünce sevip okşamaya başladı. Ne acı ki bir maymunu kıskandırmanın pekiyi bir şey olduğunu bilmiyordu Yunan Kralı!
Maymun Moritz köpek Fritz’i fena halde kıskanmıştı!
Aniden uçarak üzerine atladı Alman köpeğinin. Sarayın Kral odasında maymunla köpek ölümüne dalaşıyor kral ise aralarına girip bu anlamsız kavgayı bitirmek istiyordu. Ancak Moritz’i durdurmak mümkün değildi. Kıskanmıştı bir kere Fritz’e unutamayacağı bir ders vermeden bırakmayacaktı. 
Ortalık kan revan olmuştu. Aleksandr üstü başı kan içinde maymunca mı köpekçe mi konuşacağını şaşırmış iki hayvanın arasında kalmıştı. Üzerindeki kanın ne kadarı kendisine ne kadarı hayvanlara ait bilmiyordu. 
Roman bu kavgayı dışarda olmuş gibi aktarıyor ama tarihçilerin pek çoğu yukarıdakinde mutabıktır. 
Maymun köpeği öldürmüştü sonunda Kral sinirlendi ve maymuna saldırınca Moritz dişlerini kralın baldırına geçirdi. Gürültü dolayısıyla odaya giren saray muhafızları Moritz’i vurarak öldürdüler. Odada ölü bir maymun, bir ölü köpek ve baldırından derin şekilde ısırılmış bir kral vardı. Yunan orduları ise son emri bekliyordu. 
Aspasia’nın korktuğu başına gelmişti. Hemen kocasını pansuman etsin diye hekimbaşını çağırdı. Kral önemsemiyordu, Venizelos haber bekliyordu ama işler daha da kötüleşti. Aleksandr’ın yaraları ağırlaştı, sonunda bacağının tamamı çürüdü, 8 kişilik hekimler heyeti “kesmek zorundayız” dediler ama kimse onaylamadı bu operasyonu. Bacaksız kral mı olunurmuş!
 Ve 13. günün sonunda ateşler içinde kıvranarak ruhunu teslim etti. Kitap ortalıkta Venizelos’un maymuna zehir enjekte ederek kralı ısırttığ yazılı ama tarihçilerden tam aksini söyleyenler de mevcuttur. Sürgündeki kralın bu işleri çevirdiği dilden dile dolaştı, nitekim sürgün kral kısa sürede sarayına geri döndü. 
Kitabı burada bırakıp Bediüzzaman’a geçmeden büyük usta merhum Yahya Kemal Eğil Dağlar’da meseleye genel hatlarıyla bakarken yazdıklarına bir göz atalım.  
“Kral Konstantin’in şu altı senelik macerası, epey bir romandır. Bu romanın maymun faslından evvelki fasıllarında Konstantin, vukuatı misli görülmemiş bir inat ve bir iradeyle idare ediyordu. Yunanistan kaza ve kaderin pençesindedir. Bir maymunun bile alel acayip bir rol oynadığı bir kaza ve kader dramında eşhas (şahıslar) zebundur.
Venizelos, Kral, hepsi alınlarının karayazısı ne ise, öyle hareket ediyorlar.
Yunanlıların Selanik’e soktukları bir krallarını günün birinde palikaryanın (Rum delikanlısı) biri vurdu.
Edirne’ye götürdükleri krallarını bir maymun ısırdı…”
 Molla Süleyman, üstadın ilk talebelerindendir. 
O anlatıyor: 
“Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Başbakanı Lloyd George’dan 50 bin kişilik silâh alıyor. Bu silâhlarla Anadolu’ya taarruz edecekleri sırada, bir cuma gecesi Bediüzzaman, namazdan sonra duâya başladı. O gece sabaha kadar uyumadı. Devamlı duâ etti: ‘Ya Rabb! Senin askerin daha çoktur. Bu mel’unlara fırsat verme!'” “Sabahleyin, ben Divanyolu’ndan gazetesini ve çorbasını almaya çıktım. Gazeteler Yunan Kralı I. Aleksandros’u maymun ısırdığını, maymunun ise öldürüldüğünü yazıyordu. Gazeteyi görünce, Bediüzzaman çok sevindi ve gülerek, ‘Bir kalem getir de Süleyman, bu hayvanın arkasından bir mersiye yazalım.”

Nitekim yazıyor bur mersiyeyi Hz. Bediüzzaman. 
Mersiye Rumûz isimli eserinde 1921 yılında neşrediliyor. 
Müdessir suresi 31. Ayeti olan “Rabbinin ordularını Ondan başkası bilemez.” epifraf yapan Nursi şöyle yazıyor: 
“İşte o cünuddan bir gazi-i şehid,Nev-i hayvandaki meymun-u saîd.Ey maymun-u meymun! Mü’minleri memnun,Kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin.Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun.Lloyd George’u kudurttun. Venizelos’u geberttin.Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın.Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek, bütün dünyayı güldürdün.Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine gittin.Cennette saîdsin; çünkü gazi hem şehidsin!”

Kişi lezzetini takip edebilir

Photo by Raphael Nogueira on Unsplash


Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.
Fakat hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası –Altıncı Söz’deki muvazenede beyan edildiği gibi kuvve-i zâikası– rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlahiyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var.
İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva-ı niâm-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. 

Saturday, November 9, 2019

Gayrimüslimlerle Dostluk



Gayrimüslimlerle nasıl ilişki kurulacağı ve onlarla dostluk yapılıp yapılamayacağı farklı zamanlarda farklı münasebetlerle sık sık dile getirilen bir konudur. Genellikle bu meseleyi dile getirenler, farklı din mensuplarıyla hoşgörü ve diyaloga dayalı bir ilişki içerisinde olmaya karşı çıkanlardır. Onlar, belirli ayetlerden hareketle Kur’ân’ın gayrimüslimleri “dost” edinmeyi yasakladığını iddia ederler. Çoğu zaman farklı din mensuplarına bakış sadece “dost edinmeme” sınırlarında kalmaz, onlara düşmanlık etmeye, nefretle bakmaya, mallarını boykot etmeye ve hatta terör faaliyetlerini tecviz etmeye kadar gider.

Kur’ân’a sathî ve lafızcı yaklaşımın, taassup ve bağnazlığın birer neticesi olan bu tür aşırı ve radikal fikirlerin daha başka aşırılıklara sebep olmaması düşünülemez. Genellikle bu tür ifratlar, tefritleri doğurur. Bu tür tartışmaların gündemde olduğu zamanlarda hemen tarihselci ve modernist yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu tür kişiler, konuyla ilgili hükümlerin Kur’ânî temellerini araştırmaya ve anlamaya ihtiyaç duymaksızın hemen bu tür hükümleri tarihselci bakış açısıyla değerlendirir ve reddederler.
Aslında “kimlerle”, “hangi münasebetlerin”, “niçin” yasaklandığı doğru anlaşılabilse pek çok itiraza mahal kalmadığı da görülmüş olacaktır.

Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân, manası anlaşılsın ve gereğiyle amel edilsin diye bütün insanlığa gönderilen ve hükümleri de kıyamete kadar baki kalacak olan evrensel bir kitaptır. Fakat onun doğru anlaşılabilmesi için bir kısım hususlara dikkat edilmesi gerekir. Kur’ân, beşer sözü değildir; ilâhî bir kelâmdır. Bu ilahî kelamın kendine has bir üslubu, tabiatı ve meseleleri ele alış tarzı vardır.

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir münasebeti vardır. Bu açıdan ayetler, siyak  (konteks, bağlam) bütünlüğü içinde anlaşılmalı ve parçası yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden cımbızlanarak alınan bir ayetle doğru hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir.

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği yoğun mana tabakaları vardır. Sathî nazarların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması gereken ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça dil kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Bunların yanında âyetlerin, dinin genel maksatları ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Gayrimüslimleri Dost Edinmeyle İlgili Ayetler

Onlarca ayet-i kerimede mü’minlerin kimleri dost edinip edinmeyecekleri; dost edinilmesi yasaklanan kimselerin vasıfları; gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerin niteliği üzerinde durulur. Esasında bütün bu ayetlere toplu olarak bakan kimse hangi gayrimüslimlerle ilgili ne tür davranışların niçin yasaklandığını rahatlıkla anlayabilir.

Âl-i İmran suresinde geçen âyet şu şekildedir: Mü’minler, mü’minleri bırakıp, kâfirleri veli edinmesinler! Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur.” (Âl-i İmran, 3/28)

Nisa sûresinde benzer yasak tekrarlanır: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Böyle yaparak Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 4/144)

Aynı surenin devamında kafirleri veli edinenlerin münafıklar olduğu vurgulanır: “Münafıklar mü’minlerin dışında kâfirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (Nisa, 4/139)

Yukarıdaki iki ayette kafirlerin veli edinilmesi yasaklanırken Mâide suresinde aynı yasak Ehl-i Kitap ile ilgili gelir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51)

Maide suresindeki şu ayette ise kafirler ve Ehl-i Kitap birlikte zikredilmiş fakat bunların bir kısım vasıflarına da yer verilmiştir: “Ey iman edenler! Dininizi alay ve eğlence konusu yapan ne Ehl-i Kitabı ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mü’min iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının.  (Maide, 5/57)

Şu âyet-i kerime ise mü’minlerin kendileri gibi küfre düşmesini arzu eden münafıkların veli edinilmesini yasaklamaktadır: “Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!” (Nisa, 4/88)

Tevbe suresindeki şu ayette ise “veli” yerine sırdaş ve gönüldaş kelimeleriyle karşılayabileceğimiz “velîce” kelimesi kullanılır: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)

Tevbe suresindeki diğer bir ayette ise bilinçli bir tercihle küfürde ısrar eden ve ona teşvikte bulunan kafirlerin veli edinilmesi yasaklanır: “Ey iman edenler! Eğer küfrü bilerek ve isteyerek imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)

Mücadele suresindeki şu ayette kendilerine karşı sevgi ve muhabbet beslenmesi yasaklanan kimseler olarak Allah ve Resûlü’nün düşmanları gösterilir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulü’nün karşısına çıkan (ve onlara düşmanlık yapan) kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22)

Mümtehine suresindeki şu ayette de veli edinilmesi yasaklanan kimselerin Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapan kimseler olduğu bildirilir: “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz (sır veriyorsunuz). Reslüllah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1)

Aynı surenin şu ayetinde ise sırf dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya buna destek olan kişilerin veli edinilmesi yasaklanır: “Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/9)

Yine bu surenin bir başka ayetinde veli edinilmesi yasaklanan kimseler olarak Allah’ın gazap ettiği ve ahiretten ümidini kesen kimseler karşımıza çıkar: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki ölüp kabre giren bir kâfir nasıl ahiret mutluluğundan ümidini kesmişse, kendileri de ahiretten öyle ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine, 60/13)

Âl-i İmran suresinde geçen şu ayette “veli” yerine “bitane” kelimesi kullanılır ve samimi dost edinilmemesi gererek kimselerin vasıfları oldukça detaylı zikredilir: “Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır.” (Al-i İmran, 3/118)

Sonraki iki ayette dost edinilmemesi gereken kimselerin özellikleriyle ilgili biraz daha tafsilata girilir: “İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi ‘Biz de inandık!’ derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalplerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar…” (Al-i İmran, 3/119-120)

Veli Kelimesinin Manası

Yukarıda da görüldüğü üzere pek çok ayet-i kerimede kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmıştır. Maalesef çoğu mealde bu kelime “dost” olarak tercüme edildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Halbuki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu manalardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelimeyi “tefviz-i umurda bulunma” olarak açıklamıştır ki bu oldukça önemlidir. Bunun manası işlerini bir başkasına bırakma, bütünüyle ona güvenme, onu hami, koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Dolayısıyla burada yasaklanan husus alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Aynı şekilde veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini devam ettirmeye de mani değildir. Bilakis burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına faş etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Kısaca mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir. Yani gayrimüslimlerin veli edinilmesinin yasaklanmasının temel maksadı, Kur’ân ve Sünnet’in korumayı hedeflediği maksatların başında yer alan “dinin korunmasıdır”.

Aynı şekilde diğer ayetlerde kullanılan “bitane” ve “velîce” kelimeleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden kelimelerdir. Bu kelimeler gönülden bağlılığı, aradan su sızmayacak ölçüde aşırı yakınlığı ifade eder. Dahası bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tür durumlarda ise başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Efendimiz’in şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Ebu Davud, Edeb 19)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” kaydının yer alması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” ifade edilmesi ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. Efendimiz (s.a.s) mü’minleri binadaki birbirine yaslanmış tuğlalara (Buhâri, Salât 88) veya birbirleri arasında sıkı irtibat bulunan bir vücudun uzuvlarına benzetirken (Buhârî, Edeb 27), Kur’an da bütün mü’minlerin kardeş olduğunu belirtmiştir. (Hucurat, 49/10) Dolayısıyla bu tür ayetlerin iman kardeşliğine ve imanın ehemmiyetine vurgu yaptığı, imanla küfrün arasındaki derin mesafeye dikkat çektiği, Allah için sevme ve Allah için buğzetme prensiplerini akla getirdiği, mü’minleri dine ve imana zarar vermekten menettiği de gözden kaçmamalıdır.

Sevilmesi veya Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Öte yandan bazı ayetlerde dost edinilmemesi gereken kimseler olarak mutlak manada Ehl-i Kitap ve kafirler zikredilmiş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Bu yüzden bütün gayrimüslimleri aynı kefeye koyup tamamına karşı aynı muameleyi yapmak doğru değildir. “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” (Al-i İmran, 3/113) ayeti de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

O halde ayet-i kerimelerde dost edinilmesi ve sevilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında yukarıya aldığımız ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları tafsilatlı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak Müslümanları aldatmaları, Müslümanlara zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Nitekim şu âyet-i kerime de bu gibi kötü vasıflara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) (Al-i İmran, 3/199) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (Mâide, 5/5) hem bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını hem de mutlak olmadığını ifade etmektedir. Zira pekala bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de misafir etmiş, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Hatta O, vefat ettiğinde bile zırhı, borcuna mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Efendimiz’in Yahudi ve müşriklerle bir arada yaşama adına imzaladığı Medine Vesikası, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Efendimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle sırf küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Mesela bir gün Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Efendimiz’e onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (Buhari, Edeb 529)

Yasağın İllet ve Sebebi

Öte yandan, “Hükmün müştaka ta’liki mehazi iştikakın illiyetini iktiza eder (Şayet dinî bir hüküm, türemiş bir kelime üzerine bina edilirse o kelimenin türediği kök, hükmün illetini gösterir).” şeklindeki usul kaidesi gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir. Şöyle ki ayetlerde dost edinme yasağını bildiren hükümler “Yahudiler, Hristiyanlar, kafirler, münafıklar” gibi lafızlar üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla buradaki yasağın asıl illeti bu kişilerin zikredilen vasıflarıdır.

Buna göre ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin demektir. O halde güzel olan başka fiillerinden ötürü bu tür insanlarla münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu kişilerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik gibi doğrudan dinlerine ait olmayan vasıfları sevilebilir, bunlardan istifade edilebilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler nehyin dışında kalmış olur.
Bu durumda böyle bir yasak “din temelli bir dostluğa” münhasır kalır. Onlar dinî inanç ve düşünceyi düşmanlık sebebi haline getirdikleri için Kur’an da bu konuda inananları uyarmıştır. Yani Kur’an’ın asıl tavrı şahıslara değil onların sahip oldukları vasıflara yöneliktir. Nitekim Müslümanlar da pek çok ayet-i kerimede bir kısım kötü sıfatlarından ötürü şiddetle ikaz edilmiş ve kınanmışlardır. Dolayısıyla güzel vasıflara ve insanî ilişkilere dayalı ilişkiler kurmakta bir engel yoktur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu izahlarıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çeker: 
“Asr-ı Saadet’te, İslâmiyet, din ve inanç sahasında muazzam ve muhteşem bir inkılap meydana getirmiş, bütün zihinleri din noktasına çevirmişti. Dostluklar ve düşmanlıklar bu daire içinde gerçekleşiyordu. Onun için Yahudi ve Hıristiyanlara o zaman birisinin dostluğu, inanç olarak değerlendirildiği için, münafıklık manasını akla getiriyordu. Ama artık şu asırda, dünya büyük bir değişiklik geçirmiş, akıl ve zihinler din ve inançtan ziyade medeniyete, ilerlemeye, ticarete ve dünya işlerine odaklanmıştır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine bağlı değillerdir. Onun için medeniyet, fen, teknik, ticaret ve sanat alanlarında irtibata geçmek için dostluk ve diyaloglar kurmamızın bir sakıncası yoktur.”

Günümüzde yaşanan değişimi ve bunun hükümlere olan etkisini anlama adına Bediüzzaman’ın bu izahları oldukça önemlidir. Zira yine onun tabiriyle en büyük müfessir olan zamanın ayetlerin yorumlanmasında çok önemli bir payı vardır. Ayetleri indiği zamanın sosyopolitik şartlarına göre anlamaya ve günümüzün sosyal gerçekliğine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen ayetlerin asıl maksadının dinin korunması olduğunu ifade etmiştik. Elbette Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tür ayetlerden hareketle bütün gayrimüslimleri “düşman” ilan etmek, onlarla kurulmaya çalışılan diyalog ve hoşgörü çalışmalarının karşısında durmak tek kelimeyle Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olduğu, İslam’ın şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamifobia’nın sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Özü sevgi, barış ve hoşgörü olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep verecektir. Müslümanlarla ilgili yanlış algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yürüten bir kısım odaklara da malzeme sağlayacaktır.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların arkasındaki en büyük motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Bütün dünya darulharp ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Hayata anlam veren, davranışları yönlendiren neredeyse tek değer dindi. Farklı devlet ve milletlerin arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. 

Müslümanların bağımsızlığının korunması, gayrimüslimlerden gelebilecek muhtemel bir kısım tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi adına, onlarla kurulacak ilişkiler oldukça önemliydi.

Günümüzde insanlık bilim ve teknikteki gelişmeler sayesinde önü alınamaz, değiştirilemez ve durdurulamaz bir değişim sürecine girmiştir. Artık insanların “dünya vatandaşı” olacağı bir döneme doğru gidilmektedir. İnsanlığın bu kadar iç içe girdiği, evrensel bir kısım değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ve hümanist felsefenin önem kazandığı bir dünyada Müslümanların düşüncelerini ve hareket tarzlarını bir kere daha gözden geçirmelerine; Kur’ân’ı yaşadıkları çağın ruhuna uygun olarak anlayıp tatbik etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Elbette yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Fakat  Müslümanların içine kapanması ve gayrimüslim dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Bilakis bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Farklı din ve kültürlerden insanlarla iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla diyalog faaliyetleri yürütmeye, işbirliği yapmaya ve ortak projeler geliştirmeye hazır olmalıdırlar.

Yüksel Çayıroğlu

Saturday, October 12, 2019

İstibdat Karşısında Dik Durma


İstibdat, despotluk demektir. Baskıcı, temel hak ve hürriyetlere tecavüz eden bir zulüm sistemidir.
Bediüzzaman, istibdadı çok açık bir şekilde kınar:

“İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir.”(İstibdat; zorbalıktır, keyfi muameledir, kuvvete dayalı zor kullanmadır, tek kişinin görüşüdür, suiistimallere açık bir zemindir, zulmün temelidir ve insanlığı mahveder).

“İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar.”
İstibdadın önlenmesinde, kuvvetler ayrılığı ilkesinin önemli bir rolü vardır. Güçlerin ayrılması teorisi ile Locke, liberal devlet öğretisinin en önemli unsurunu belirtmiştir. Onun bu görüşünü daha ileriye götüren kişi, Baron de Montesquieu (1689–1755) olmuştur. Biraz geriye gidersek, kuvvetler ayrılığı ilkesini ilk ortaya atan Aristo’dur. Bununla birlikte ona son şeklini Montesquieu vermiştir. Locke’un fikirlerinden etkilenen Montesquieu, devletin üç erki olduğunu; yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu üç kuvvetin birbirini dengelemesi gerektiğini belirtmektedir.
Kanunlarla hürriyet arasında tutarlı ve geçerli bir dengenin kurulması, bu üç devlet gücünün ayrı organlar eliyle kullanılması ile mümkün olacaktır. Montesquieu’nun siyaset öğretisi dengeye, iktidarla sınırlanmasına dayanır. İktidar sahipleri, devletin gücünü belli çevrelerin çıkarı için kullanabilir, halkı ezebilir, korkutabilir, suçsuz insanları hapse atabilir. Bu tür zulümleri önlemek için bahsi geçen kuvvetler birbirinden ayrılmalıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesiyle hem devlet yönetimi devam eder hem de temel hak ve hürriyetler koruma altına alınır. Montesquieu’ya göre hükümet, bir vatandaşın diğerini korkutmayacağı bir ortam hazırlamadıkça huzuru sağlayamaz. Hâlbuki bir ülkede en önemli korkulardan biri, vatandaşın devletten çekinmesidir. Bu korkuyu gidermek, ancak devlet içinde kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması ve bağımsız bir medyaya izin verilmesiyle olur.