“Kişinin değeri, işindeki ihsanıyla ölçülür.” (Hz. Ali)
**
İhsan, kişinin kulluk görevini yerine getirirken Allah"ın kendisini gördüğünü, davranışlarını gözetlediğini hissetmesidir. Bu şekilde ihsan ile hareket edenler, “Allah, her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden bile haberdardır.” duygularını taşıyacaklardır. İnsanlardan kimileri, sorumlu oldukları şeyleri sırf üzerlerinden sorumluluk gitsin diye yaparlar. Gerçek ihsana ulaşanlar ise yaptıkları her şeyi, Yüce Allah"ın kendilerini görüp murakabe ettiğinin farkında olarak samimi bir ruh ve ihlâsla yerine getirirler. “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” , “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah"ın bildiğini görmüyor musun?” gibi birçok âyette aynı şekilde Yüce Yaratıcı"nın murakabesi vurgulanmakta ve her şeyden haberdar olan, her zaman ve her yerde yapılanlara şahit olan Allah"a bilinçli bir şekilde ibadet edilmesi gereğine işaret edilmektedir. Nitekim Resûlullah da (sav) “ihsan”ı,“Allah"ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O"nu görmüyor olsan da O seni görmektedir.” şeklinde tanımlayarak aynı gerekliliğe vurgu yapmaktadır.
**
Muhsinler her türlü iyi hasleti kendilerinde toplamak için çaba sarf eden, yaptıkları işleri de en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösteren kişilerdir. Çünkü en güzel olanı en güzel şekilde yapan Allah, aynı şekilde insanlardan da işlerini güzel yapanlara muhabbet besler, onlara sevgi ve merhametiyle muamele eder. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, “Allah"ım! Benim yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir.” şeklinde dua etmiştir. Çünkü en güzel surette yaratılan insanın sorumluluklarını da en iyi şekilde yerine getirmesi sürekli ihsan ile karşılaşması için gereklidir.
**
Borç alıp verme, aile içi haklar ve boşanma gibi durumlarda da ilişkilerin adaletin ötesinde yani ihsan düzeyinde olması istenmiştir. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Bir adamın Peygamber Efendimizden genç bir deve alacağı vardı. Bu zât Peygamber Efendimize gelerek alacağını istedi. Hz. Peygamber de, "Bu adama devesini verin." buyurdu. Sahâbîler onun alacağına denk bir deve aradılarsa da bulamadılar. Ancak ondan daha değerli bir deve bulabildiler. Peygamber Efendimiz, "(Bulabildiğinizi) ona verin." buyurdu. Bunun üzerine bedevî, "Benim borcumu tastamam verdin, Allah da senin mükâfatını tastamam versin." dedi. Ardından Resûlullah da (sav), "Sizin en hayırlınız, borcunu ihsan ile (en güzel şekilde) ödeyeninizdir." buyurdu.” Bu şekilde de kişinin herhangi bir şarta bağlı olmaksızın borcundan fazlasını vermek suretiyle ihsanda bulunabileceği anlaşılmaktadır.
Showing posts with label iman. Show all posts
Showing posts with label iman. Show all posts
Monday, May 4, 2020
Friday, July 26, 2019
Kesrete Müptela Olmak ve Tefekkür
![]() |
Sharosh Rajasekher |
İnsanın hisleri, hevesleri, nefsin istekleri, kesrete müptelâ olması en büyük engellerdendir. “Kesrete müptelâ” olmaktan kasıt, insanın birçok şeyle alâkadar olmasıdır. İnsan, kâinatta ne varsa, hemen hepsiyle doğrudan veya dolayısıyla ilgilidir. Kiminden korkar, kimine muhtaçtır; kimini gerçekleştirmek için yaptığı gayretler, kişinin bu şuur hâlinden uzaklaşmasına ve dış âlemle meşgul olmasına sebep olur. Neticede de, o “bilme” gerçekleşmez ve kişi yaptıklarıyla veya yapmadıklarıyla birçok sevaptan mahrum kalmış ve birçok günah kazanmış olur.
Şu halde bizim yapmamız gereken öyle bir fiil olmalıdır ki, hem insanın fıtratından kaynaklanan özellikleri yok etmesin, hem de “her an Allah ile beraber olma” gerçeğini ortadan kaldırmasın.
İşte bunun yolu, eşyaya mana-yı harfiyle bakmaktır. Alâkadar olduğumuz her şeyi kendilerine bakan yönleriyle değil, Allah’a bakan, Onu tanıtan, Onun isim ve sıfatlarına ayna olan yönleriyle kabul etmeliyiz. Böyle bir tefekkür programı, insanı ilgilendiği her türlü maddiyâta ve faniyâta rağmen, yüceler yücesi bir makam olan âlâ-yı illiyyîne çıkaracak bir yol açar.
Bu şekilde gaflet izâle olur, tefekkürün önünde en büyük bir engel olan âdiyat (sıradanlık) ve ülfet (alışkanlık) perdeleri yırtılır. Bütün ilimler ve bütün varlıklar da, maârif-i İlâhînin, yani Allah bilgisi olan mârifetullahın bir vesilesi, bir vasıtası olur.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere baktığımızda, kâinattaki pek çok varlıktan bahsettiğini, ancak onlardan kendilerini tanıtan mana-yı ismiyle değil, Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan mana-yı harfiyle söz ettiğini görürüz. Bedîüzzaman Hazretlerine göre, Kur’an ile felsefenin yaratıklardan bahsetmelerinde büyük bir fark vardır. Felsefe kâinattan, “kâinat hesabına,” Kur’an ise “Allah hesabına” bahseder.
Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’an’da anlatılan imana” dikkat çekerken, aynı zamanda her müminin kendisine hedef koyması gereken iman mertebelerini şöyle sıralar:
“İman yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değildir. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmânın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esmâ-i İlâhiyeye dâir erkân-ı îmânîyenin kâinât hakikatiyle alâkadar çok hakikatleri var.
“Hem iman-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Bir mertebesi de hakkalyakîndir; onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehât orduları hücum da etse bir halt edemez.” (Asa-yı Musa)
Risale-i Nur’daki iman derslerini tekrar tekrar okumanın ve müzakere etmenin sebebi, iman mertebelerinde terakki etmek içindir. Kur’an’da nitelendirilen gerçek imana ulaşmak için ne kadar gayret edilse, ne kadar plânlar programlar yapılsa yeridir. Bu bakımdan özellikle yaz gelince daha uzun yapılan Risale-i Nur okuma ve anlama programları çok önemlidir. Her yaz mutlaka katılmak ve uzun olmasına çalışmak gerekir.
İşte böyle bir iman kişiyi Kur’an’ın ifadesiyle “gerçek mümin” mertebesine çıkarır. Nitekim “gerçek mümin”in Kur’anca tarifi şöyledir:
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artar ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal: 2-4)
Thursday, October 25, 2018
Konumunun Farkında Olmak
Varlık ve hâdiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir. Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakikî mânâsıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz. Hakikî insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvî sayılan insanın, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ fehvâsınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.
Evet, umumi mânâda iman unvanıyla ifade edilen bu nispet, büyük bir mütefekkirimizin ifadesiyle, insanı insan, hatta sultan yapan bir payedir. Böyle bir nispetin bulunmayışının diğer adı olan küfür ise, onu, canavar bir hayvan hâline getirir ki, bu türden fertlerin teşkil ettikleri toplumlarda, büyük ölçüde, kinler, hiddetler, şehvetler, hırslar, yalanlar, riyalar, kıskançlıklar, aldatmalar, komplolar hükümfermadır ve herkes âdeta birbirinin kurdudur. Zaten, bu kabil fena huylara yenik düşmüş yığınlara da kat’iyen millet ve toplum denemez; dense dense bunlara şuursuz kalabalıklar denir.
Diyojen güpegündüz, elinde fener çarşılarda insan aramaya çıkarken, ihtimal bu kabil yığınlara karşı tenbih ya da tepkisini ortaya koyuyordu. Aynı mülâhazayı bir başka zaviyeden değerlendiren “Düşünceler” yazarı Mark Orel:
“Her sabah insanların içine girerken kendi kendime düşünürüm; yine bu gün insan şeklinde birtakım yaratıklarla karşılaşacağım. Eğer onları ürkütmeden ya da onlar tarafından ısırılmadan akşam edebilirsem mutlu sayılırım.”
der. Bu tespite, büyük kadın Râbia Adeviye’nin yaklaşımı ise daha ciddî ve daha sertçedir:
“Ben sokaklarda pek insan görmüyorum; gördüğüm, dükkanlar önünde bazı tilkiler, kurtlar ve zaman zaman da birbirleri ile hırlaşan daha başka yaratıklardır.. bir aralık yarım bir insan gördüm ve ona göre kapandım.”
Bu mülâhaza sahiplerinden hiçbirinin, bu şekildeki düşünceleriyle bütün insanları karalamak gibi bir niyetlerinin olmadığı açıktır.
Bu kabil mülâhazalarda, daha ziyade mahiyetindeki insani değerleri, birer sefalet unsuru hâline getiren kimselerin iç dünyaları resmedilmek istenmiştir. Eğer insanlar, sık sık şemaillerini yaratılış gayelerine, sîretlerini de sûret çerçevelerine göre gözden geçirip gaye ile hâl, muhteva ile şekil farklılığını gidermeye çalışmazlarsa, Râbia Adeviye’nin ve Mark Orel’in gördüğü şekilde müşâhede edilmeleri ihtimalden uzak değildir.
Bazen de, bu insanlar arasında, dışı muntazam, içi oldukça perişan ve derbeder kimselerle de karşılaşırız ki, bunlar da ayrı bir türü temsil ederler. Bir düşünür bunları, caddeye bakan yanı ve arka tarafı birbirinden farklı binalara benzetir. Bu binaların ana yola bakan cepheleri temiz, güzel, görkemli ve göz alıcıdır; ama, arka tarafları kirli, perişan, bakımsız ve tiksindiricidir. Cadde tarafından baktığımızda ona “iyi” der ve değerler üstü değer veririz. Arka tarafını gördüğümüzde de biraz önce göklere çıkardığımız bu binayı yerin dibine batırırız. İnsanlar içinde de böyleleri vardır; onları tek yanlarıyla ele aldığımızda hep yanılırız; yanılır da bazen göklere çıkardığımız birisi için bir müddet sonra arz üzerinde bile yer bulamamanın darlığına düşeriz. Aslında her zaman iyi kabul ettiğimiz kimselerin çok fena yanları, fena saydıklarımızın da çok iyi tarafları bulunabilir. Önemli olan onu, olduğu gibi görüp, iyi yanlarıyla bir yere oturturken, arka cephesini de mahiyetine uygun hâle getirme gayreti içinde bulunmamızdır.
Saturday, April 29, 2017
Why is God Invisible?
Having an adolescent at home is a challenge, but answering their questions without triggering other question is a totally different one. And I should know this, because what else can you expect from the curious daughter of a researcher-father?
Almost every day, she unloads a question on me, and the rest of my day is buried into deep thoughts over the answer. Well, this time, I thought her question was an easy one. She asked, “Dad, why is God invisible?”
Wow, that was easy. I felt like a child who knows the answer to the question the teacher asked: “Our eyes are not capable of seeing Him. There are other things, too, that are invisible for us; like love or intelligence.” That was it. I was smiling in celebration of my effortless success. But my daughter, she wasn’t smiling: “I didn’t ask why we can’t see Him. I said why is He invisible; that is why did He choose to be invisible to us?”
**
“Helicopter” parents would help their child in everything to the point that they would not let the child enjoy the feeling of success. Such kids would have difficulty in developing self-confidence and entrepreneurship. “Absentee parents,” on the other hand, would not bother themselves, even if their kids were crushed under incessant failure. Such kids would have difficulty in developing trust and establishing long-term commitment.
--
I remembered that parents were extremely important because the relationship between them and the child was the framework for the relationship between the individual and God. And conversely, God’s lordship was a model for parenting. So, if God chose to be invisible, was it a lesson for me as a parent? For example, He was invisible, but He was not absent. People discovered God best when they were in their most desperate situations. And in normal times, He was enabling us to enjoy success and self-confidence by helping and guiding us in our actions without overriding our egos. Had this help and guidance been substituted by His infinite Will and Power always, we could not have controlled our actions, and so, we could not have developed even the notion of self.
**
In any case, I didn’t want to be remembered through my negatives. Wasn’t I educated not to hit people in the face with their mistakes, but on the contrary, to cover them, if possible? Right at that moment, I saw that being invisible was the perfect way God did this for us. If He revealed His presence every time we did something wrong, how shameful would that be? But, whether covering a flaw or doing a favor, what crowned those good deeds was when the person who committed them didn’t expect anything back. The best help was described as “done by the right hand without the left hand being aware of it.” Doing favors while being invisible like angels was the ideal. So, the other person only knows that they have been covered, and that’s it. They can’t see anyone who is going to ask for a return by reminding them of the favor; they can’t remember a face whose appearance would rekindle the regrets of the past mistakes. Their pride is not wounded, and their dignity is intact. They are left with a gratitude that can only be paid forward by doing the same for others. I thought, in this context, being invisible was another way by which God taught us benevolence and magnanimity by example.
**
Then She added:
“Today, during the exam, the teacher stood beside me for a minute. You cannot imagine what a stressful minute it was. Not that I was doing anything wrong, but seeing her made me so nervous. I remembered that you had told me that we were in an exam in this life. Then it dawned upon me that God being invisible was not only a part of the exam, but also a part of the help to success.”
Story in Progress

Every year, 12 to 25 million people attempt suicide worldwide, and 1 million of them achieve what they were aiming to achieve. That means that every 30 seconds, one person is dying by suicide. Be it a child, an elder, or an adult, suicide victims come from all ages.
**
“It is possible in this life that one receives death while perfectly healthy. It is also possible that one can survive despite miserable health. In other words, just like being healthy doesn’t necessarily mean you can’t die, there isn’t a mechanic relationship between being unhealthy and arriving at death. My own failure to die despite what happened to me is living proof of this.”
**
“The moment I realized that death is given, just like life is, my suicide attempt transformed from being a story of failure to a story of success, because that’s when I started believing in the unseen.”
Believing in the unseen was a quality that Fred did not have before, but why and how had it been the elixir that changed his failure into success? “It is so ironic and controversial. In the beginning, what I was missing was my acceptance of self-deficiency in grasping existence. In the end, by admitting to be incomplete, I was becoming complete; being completed by God.”
Suicide is one of the most severe sins one can commit, according to monotheistic religions. Yet, this young man found God in the very sin that could throw him light years away from God. “I don’t define myself anymore as an outstanding, perfect intellectual as my friends used to call me. Instead, I am a story in progress. No matter how severe the calamities or how satisfying the joys are, I don’t come to an end unless my author ends the story.”
A Question to the Left Brain
My question to you is, how do you define the relationship between religion and science?
Left Brain:
This question was asked at many other occasions. For me, this is a straightforward issue. Personally, I am a believer. For me, science gathers information about the outside world. Religion tells me the purpose of the world. A more cliché way of saying the same thing is, “science answers how, religion answers why.” Therefore, I don’t see why the two should contradict or clash. You can have a user’s manual for a car or a computer. But what you are going to do with it is totally up to you. Science and technology are like that manual. From them, we learn to make use of what is available here in this world. But religion guides us in what we should do, or how we should do it.
Saturday, July 2, 2016
Canlı Kalma
İslâm’ın ortaya koyduğu dünya görüşü ve hayat anlayışında
durağanlığa yer yoktur; insandan toprağa, eşyadan zamana her şey aktiftir.
Mesela İslâm, ferdin salih amel yapma konusunda sürekli canlı ve aktif olması
gerektiğini emir buyurduğu gibi, paranın, toprağın, zamanın vb. rantabl
değerlendirilmelerini; onlardan en fazla verim alacak şekilde kullanılmalarını
da emreder.
Bir Müslümanın canlı ve aktif olması gereken en önemli
konular ise imana ait esaslardır. Bunun için biz, dualarımızda her zaman, رَبَّناَ زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا
“Rabbimiz! İlmimizi, imanımızı ve yakînimizi ziyadeleştir.” diyoruz. Bu
itibarla bir mü’min, bazen kitaplara müracaat ederek, bazen selef-i salihînin
bereketli hayatlarını mütalâa ederek, bazen tefekkürle, bazen sohbet-i cânanla,
bazen de evrad ü ezkârla sürekli imanını canlı tutma ve yakînini arttırma
peşinde olmalıdır. Mesela el-Kulûbu’d-dâria’daki dualara yoğunlaşma, onların
derinliğine birazcık vâkıf olma bile insana çok farklı ufuklar açacaktır.
**
Biz, kendi değerlerimizi tabiatımızın bir derinliği hâline
getirmek istiyorsak, beslenme
kaynaklarımızla aralıksız bir iştigal içinde bulunmaya çalışmalı, oturup
kalktığımız her yerde sohbet-i cânan demeli ve bütün konuşma ve sohbetlerimizi
bunlar üzerinde örgülemeliyiz.
İman ve Salih Amel
İmanın ardından, arızasız, kusursuz, riyasız, süm’asız,
süreklilik arz eden salih amel üzerinde durulmuştur. Salih amelin kapsamı çok
geniştir. Allah’a (celle celâluhu) imandan ibadet ü taata, ondan anne baba
hukukuna riayete, ondan da mü’minlerin haklarının korunmasına kadar yapılması
gereken bütün ameller, salihât kategorisi içinde mütalâa edilir. Salih amel
için de fiil kipinin kullanılması, insanın bir kere salih amel yapmakla
yetinmemesi, âdeta kendisini salih amel çağlayanına salması ve hayatını hep bu
akıntı içinde sürdürmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Tuesday, April 12, 2016
Kıble Evler 4
“O evlerde ki,
-Allah onların yüceltilmesine (tâzim ve tebcil edilmesine) ve İsminin
zikredilmesine izin vermiştir- ne ticaret ve ne de alışverişin Allah’ı
zikirden, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyduğu erkekler, sabah akşam
O’nu tesbih ederler: Bunlar kalplerin ve gözlerin (dehşetten) kıvranacağı
günden korkarlar.” (Nur, 24/36-37).”
Âyet-i kerîmede
sabah ve akşam vakitlerinde, evlerde yapılacak zikrullahtan maksadın “namaz”
olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü, âyetin devamında zaten ayrıca namaz ve
diğer bir kısım farzlar mevzubahis edilmektedir ve dinimizde normalde farz
namazlar evde değil, mescitlerde kılınmalıdır. Öyleyse, buradaki “zikrullah”tan
murat edilen şey namaz değildir. Asıl maksat, bizdeki marifetullahı artırmaya
yönelik ilmî çalışmalardır. Daha açık bir ifade ile, bu âyette evlerde manevî
değerlerin öğretilmesi manasını da ifade eden “evlerde zikrullah”a vurgu
yapılmaktadır.
**
“Kişi evine girdiği zaman yemek yediğinde Allah’ı
zikrederse, Şeytan (avanesine): ‘Bu evde size geceleme de yok, yemek de yok.’
der. Adam girişte Allah’ı anmazsa şeytan (avanesine): ‘Burada size geceleme
var.’ der. Yemek yerken Allah’ı zikretmezse Şeytan: ‘Size geceleme de var,
akşam yemeği de var.’ der.”
Wednesday, February 17, 2016
İnsan Yüzleri
İlk insandan bu yana bütün insanların sîmalarının birbirinden farklı olması, Cenab-ı Allah’ın varlık ve Birliği’nin en net delillerinden biridir.
İnsanların, hattâ hayvanlardan en az davar ve sığırlar gibi iri yapılı olanların sîmaları, birbirinden farklıdır. İlk insan Hz. Âdem’den bu yana yumurta ikizlerine varıncaya kadar bütün insanların sîmaları birbirinden ayrıdır. Her bir insanı meydana getiren atomlar toprak, hava ve su gibi aynı kaynaklardan gelmesine ve bütün insanlar aynı yiyeceklerle beslenmesine rağmen sîmaların farklılığı, hattâ şahıslar arasındaki farklılığın DNA, parmak uçları ve kıllara varıncaya kadar kendini göstermesi, Cenab-ı Allah’ın İlmi’nde her bir insanın kendi olarak var olduğunu gösterir. Çünkü ancak ilk insandan Kıyamet’e kadar bütün insanları ilminde bulunduran bir zat, her bir insana diğerlerine benzemeyen bir sima verebilir. Dolayısıyla, aslî yapılardaki benzerliklere ve bu yapıların malzemesindeki aynılığa rağmen sîmaların farklılığı, İlim ve İradesi’yle Cenab-ı Allah’ı apaçak gösteren bir aynadır.
Hakikî Tevhide Ulaşma Yolu
Cenab-ı Allah’ı tanımak, yani ma’rifet üzerine hakikî Tevhid’e ulaşmak için dört veya üç yol vardır.
KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.
Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır:
1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi.
2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi.
İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.
Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.
KELÂM’IN YOLU
Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:
İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).
Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).
Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki
İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.
İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.
Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.
KUR’ÂN’IN YOLU
İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.
Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.
KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.
Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır:
1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi.
2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi.
İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.
Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.
KELÂM’IN YOLU
Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:
İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).
Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).
Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki
İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.
İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.
Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.
KUR’ÂN’IN YOLU
İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.
Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.
Tuesday, February 16, 2016
Küfrün Çeşitleri
Küfrün çeşitleri veya şubeleri vardır. Bir küfür şekli vardır ki, cehaletten kaynaklanır. İman hakikatlerini bilmez, bilmediği için inkâr eder. Bu tür küfrün izalesi kolay olabilir. Fakat cehaletin de mertebeleri sözkonusudur. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğinin farkındadır, dolayısıyla anlatılınca kabûl eder. Bazı cahil vardır, bilmez ve bilmediğini de bilmez. Bu cehaletin giderilmesi zordur. Bazı cahil vardır, hem bilmez, hem bilmediğini bilmez, hem de kendisini bilir zanneder. İşte bu tür cehalet bilhassa enaniyet ve inatla birleşince, giderilmesi mümkün olmaz. Cehaletten kaynaklanan küfür sözkonusu ikinci, özellikle üçüncü tür cehalete dayanırsa, onun izalesi, Cenab-ı Allah’ın çok husu-sî rahmeti imdada yetişmezse mümkün değildir.
Küfrün bir diğer çeşidi, iman hakikatlerini bilir, fakat kabûl etmez.Kabûl etmemenin arkasında pek çok sebep bulunabilir. Kabûl etmeme, günümüzde olduğu gibi ‘bilim’e dayanırsa, bu tür küfür, ancak bilime dayandırılmasının yanlışlığı ortaya konur ve kâfir de hakperest olursa izale olunabilir. Fakat küfrün ‘bilim’e dayandırılması inat ve ‘bilim insanı’ olmak gibi gibi bir gurur ve kompleksle veya nefiste kara delik halini almış menfaat, statü, şöhret ve mevki gibi menfîliklerle birleşirse, artık o küfür, çok büyük ölçüde onulmaz bir hal almış demektir.
Bir diğer küfür çeşidi, aklen kabûl eder, fakat iman etmez. Aklî kabûlle iman farklıdır. İmanın yeri kalbdir; dolayısıyla bir hakikati aklen kabûl etmek, onu tasdik manâsına gelmez. Böyle bir küfür, yukarda zikredilen imana mâni faktörler sözkonusu olursa, yine izalesi çok zor olur. O faktörleri kıracak hadiselerin yaşanması veya durumların ortaya çıkması, ekstradan İlâhî yardım veya Rahîmiyet tecellileri, bu küfrü kırabilir.
Bilmeye dayanan üçüncü bir küfür çeşidi, tasdik eder, fakat imanı ve İslâm’ı benimsemez, onun tarafını tutmaz. Birtakım sâiklerle küfürde, küfrü seslendirmede ve kâfir gibi yaşamada devam eder. Bu da, yine önceki paragrafta ikinci tür küfürle ilgili olarak arzedilen faktörler ışığında değerlendirilebilir.
Monday, February 15, 2016
Kabul Etmemek ve Yokluğunu Kabul Etmek Arasındaki Fark
Adem-i kabûl (kabûl etmemek), kabul-ü adem (yokluğunu kabûl etmek)le karıştırılır. Kabûl etmemek, lâkaytlıktan ve bilmemekten gelen bir hükümsüzlüktür. Kabul-ü adem (Yokluğunu kabûl etmek) ise bir hükümdür ve delil ister.
ADEM-İ KABÛL, KABUL-Ü ADEMLE KARIŞTIRILMAMALI
İnkâr veya küfrün mahiyetiyle ilgili olarak çok düşülen hatalardan biri de, adem-i kabûl, yani sadece kabûl etmeme, inanmama hali ile kabul-ü adem, yani reddetme, inkâr etme, yokluğunu kabûl etme halini birbirine karıştırmaktır. Oysa birincisi, yani meselâ Cenab-ı Allah’ın varlığını, peygamberliği, Âhiret’i, vahyi, Kitab’ı kabûl etmemek, bir ilgilenmeme, bilmeme, kendince güya kesin delil yokluğundan ikna olamadığı için sadece inanmama halidir. Buna eskiden Arapça kaynaklı bir kavram olarak ‘Lâ edriye’, yani ‘Bilmiyorumculuk’ denirdi; günümüzde ise Batı kaynaklı bir kavram olarak Agnosticismdenmektedir. Kabul-ü adem, yani inkâr ise, –hâşâ– Allah yoktur veya birden fazladır, Kitap, vahiy, peygamber, melek, böyle şeyler yoktur diye iddia etmek ise bir hükümdür; bu, delil ve ispat ister. Bir şeyin yokluğunu ispat mümkün olmadığı gibi, ona delil de gösterilemez. Dolayısıyla, bu şekilde bir inkâr ve küfür, aslında içi boş, şahsî ve subjektif bir iddiadır. Ama ne var ki, insanların pek çoğu buna düşebilmekte, adem-i kabullerini kabul-ü adem zannetmekte, “ inkârda diretebilmekte, sonra da bunun güya bilimsel bir tavır olduğunu ileri sürebilmektedirler. Bu da, aslında katmerli cehaletin ta kendisidir.
İspat ve Nefiy
Kimse, –hâşâ– Allah’ın, meleklerin, ruhun, Âhiret’in, kabir hayatının yokluğuna delil gösteremez; özellikle pozitif, yani beş duyuya dayalı veya “bilimsel” delil gösteremez, çünkü bu, imkân dışıdır. Gerçek bu iken, modern bilim, “Allah’ın varlığı ispat edilemez.” iddiasında bulunur. Oysa, tam tersidir; Allah’ın –hâşâ– yokluğu ve diğer iman esaslarının –hâşâ– geçersizliği ispat edilemez; çünkü en açık bir kaide olarak, yokluğu ispat mümkün değildir. Buna rağmen, modern bilim, bir yandan kendisini maddî âlemle sınırlamakta, maddî âlem dışındaki âlemleri ve gerçekleri felsefeye havale etmekte, yani sahasının dışına çıkarmakta, sahasının dışındaki alanla ilgili cehaletini itiraf etmekte, ama öte yandan ilmi ve gerçeği sadece kendi sahasına ve tekeline alarak, hakkında cehaletini itiraf ettiği sahaya ilmî gerçeklik vermemekte ve onu spekülasyonlar meydanı olmaya indirgemektedir. Bu, cehaletin hokkabazlığından, ancak kendisini mahkûm ve maskara edecek cesaretinden başka bir şey değildir.
İşte, iman ispat, küfür ise nefiy, yani sadece bir spekülasyon, indî yani subjektif ve ispatı muhal üstü muhal bir iddiadan ibarettir.
Subscribe to:
Posts (Atom)