Varlık ve hâdiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir. Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakikî mânâsıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz. Hakikî insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvî sayılan insanın, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ fehvâsınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.
Evet, umumi mânâda iman unvanıyla ifade edilen bu nispet, büyük bir mütefekkirimizin ifadesiyle, insanı insan, hatta sultan yapan bir payedir. Böyle bir nispetin bulunmayışının diğer adı olan küfür ise, onu, canavar bir hayvan hâline getirir ki, bu türden fertlerin teşkil ettikleri toplumlarda, büyük ölçüde, kinler, hiddetler, şehvetler, hırslar, yalanlar, riyalar, kıskançlıklar, aldatmalar, komplolar hükümfermadır ve herkes âdeta birbirinin kurdudur. Zaten, bu kabil fena huylara yenik düşmüş yığınlara da kat’iyen millet ve toplum denemez; dense dense bunlara şuursuz kalabalıklar denir.
Diyojen güpegündüz, elinde fener çarşılarda insan aramaya çıkarken, ihtimal bu kabil yığınlara karşı tenbih ya da tepkisini ortaya koyuyordu. Aynı mülâhazayı bir başka zaviyeden değerlendiren “Düşünceler” yazarı Mark Orel:
“Her sabah insanların içine girerken kendi kendime düşünürüm; yine bu gün insan şeklinde birtakım yaratıklarla karşılaşacağım. Eğer onları ürkütmeden ya da onlar tarafından ısırılmadan akşam edebilirsem mutlu sayılırım.”
der. Bu tespite, büyük kadın Râbia Adeviye’nin yaklaşımı ise daha ciddî ve daha sertçedir:
“Ben sokaklarda pek insan görmüyorum; gördüğüm, dükkanlar önünde bazı tilkiler, kurtlar ve zaman zaman da birbirleri ile hırlaşan daha başka yaratıklardır.. bir aralık yarım bir insan gördüm ve ona göre kapandım.”
Bu mülâhaza sahiplerinden hiçbirinin, bu şekildeki düşünceleriyle bütün insanları karalamak gibi bir niyetlerinin olmadığı açıktır.
Bu kabil mülâhazalarda, daha ziyade mahiyetindeki insani değerleri, birer sefalet unsuru hâline getiren kimselerin iç dünyaları resmedilmek istenmiştir. Eğer insanlar, sık sık şemaillerini yaratılış gayelerine, sîretlerini de sûret çerçevelerine göre gözden geçirip gaye ile hâl, muhteva ile şekil farklılığını gidermeye çalışmazlarsa, Râbia Adeviye’nin ve Mark Orel’in gördüğü şekilde müşâhede edilmeleri ihtimalden uzak değildir.
Bazen de, bu insanlar arasında, dışı muntazam, içi oldukça perişan ve derbeder kimselerle de karşılaşırız ki, bunlar da ayrı bir türü temsil ederler. Bir düşünür bunları, caddeye bakan yanı ve arka tarafı birbirinden farklı binalara benzetir. Bu binaların ana yola bakan cepheleri temiz, güzel, görkemli ve göz alıcıdır; ama, arka tarafları kirli, perişan, bakımsız ve tiksindiricidir. Cadde tarafından baktığımızda ona “iyi” der ve değerler üstü değer veririz. Arka tarafını gördüğümüzde de biraz önce göklere çıkardığımız bu binayı yerin dibine batırırız. İnsanlar içinde de böyleleri vardır; onları tek yanlarıyla ele aldığımızda hep yanılırız; yanılır da bazen göklere çıkardığımız birisi için bir müddet sonra arz üzerinde bile yer bulamamanın darlığına düşeriz. Aslında her zaman iyi kabul ettiğimiz kimselerin çok fena yanları, fena saydıklarımızın da çok iyi tarafları bulunabilir. Önemli olan onu, olduğu gibi görüp, iyi yanlarıyla bir yere oturturken, arka cephesini de mahiyetine uygun hâle getirme gayreti içinde bulunmamızdır.