Showing posts with label uhuvvet. Show all posts
Showing posts with label uhuvvet. Show all posts

Friday, January 22, 2016

Eleştirel Düşünce

Günümüzde “eleştirel düşünce” adına bu tenkitçilik tavrı alabildiğine yaygındır. Kendisine yargıç makamı biçen ve herkesi, her şeyi tenkit etme mevkiinde görenler, eleştirel düşünce adına ortada kabûl edilecek hakikat, tutunacak dal bırakmamakta, buna karşılık, kabûl edilecek başka bir hakikat ve tutunacak başka bir dal da gösterememektedirler. “Hür düşünme, hür düşünceli olma” adına Batı’dan gelen ve öncelikle Din’e, dinî hakikatlere karşı geliştirilen bu akım, aydın olma felsefesinin de temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, aydın olma ile tenkit bir bakıma aynı manâya gelir olmuştur.

Bediüzzaman, tenkit hakkında bir başka yerde de şunları söyler:

En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Tenkidi eğer insaf bile işletse, hakikati rendeler. Onu eğer gurur istihdam etse, bu defa hakikati tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişi, tenkidin iman hakikatlerine ve dinî meselelere yol bulmasıdır. Zira iman, hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam (taraftarlık gösterme, tutma), hem teslim ve imtisal (tutunma, tatbik), hem manevî timsal (kalbi ve hayatı şekillendirme)dir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Bilhassa şu tereddüt ve evham zamanında (bırakın tenkidin imanî ve dinî meselelere yol bulmasını,) iz’an ve iltizamı besleyip takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet düşünceleri ve teşvik edici açıklamaları hüsn-ü zan ile karşılamak ve “görmek gerekir. İmanî gerçekler hususunda “bîtarafane muhakeme” (objektif değerlendirme) dedikleri şey, geçici bir dinsizliktir. Ona ancak sözkonusu gerçeklere yeni baştan müşteri olmak isteyen başvurur.

Hz. Bediüzzaman, özellikle dindarların, Din’e hizmet edenlerin, birbirlerini, kardeşlerini tenkitten şiddetle kaçınmaları gerektiğine dikkat çeker ve Müslümanlar içinde ehl- ilim ve ehl-i diyanetin, hem de müthiş yılanların hücumu zamanında sineklerin ısırması gibi basit kusurları bahane ederek birbirlerini tenkitle zındık münafıkların tahriplerine ve kendilerini onların elleriyle öldürmelerine yardımcı olduklarından yakınır.

Wednesday, April 15, 2015

Parça Bütün İlişkisi

Parçada bulunmayan, bütünde bulunur; dolayısıyla bütünde olan her şey, parçada aranmaz.

Eşya arasında küll-cüz’ (bütün–parça) ve küllî-cüz’î (tümel–tikel) münasebeti vardır. Yani, kısmî irade ve şuur sahibi olan hayvanlarda, özellikle şuur ve iradeden tamamıyla mahrum bulunan bitkilerde fertler türü temsil eder. Dolayısıyla, küll, yani bütün olan tür ile cüz’ yani parça olan fertleri arasında küllî-cüz’î münasebeti söz konusudur. Fert türü veya topluluğu, parça bütünü temsil ediyorsa, bütünde olan parça veya fertte de varsa, ikisi arasındaki münasebet, küllî-cüz’î münasebetidir. Buna karşılık, meselâ insanın azaları veya organları insanı temsil etmez, ancak insandan bir parçadır. Şuur ve irade sahibi olan insan fertleri arasında temel ihtiyaçlar, bunların karşılanması, doğma–büyüme–çoğalma–yaşlanma–ölme gibi hayat gerçekleri ve safhaları ve genel biyolojik yapı gibi hususlarda ortaklık vardır. Fakat ayrıntılara inildiğinde, DNA’larından parmak uçlarına ve saç kıllarına kadar her bir insan ferdi diğerinden farklı olduğu gibi, kabiliyet, kapasite, tercihler, dünya görüşü gibi pek çok hususta ise her fert ayrı bir dünyadır. İşte, insanın aza ve organları vücuttan birer parça olup, vücudu temsil etmedikleri gibi, her bir insan ferdi de, insan türünü her ne kadar bütün insanlarda ortak özellikler açısından temsil etse de, her açıdan temsil etmez. Temsil etmediği için de bütünde olan, her zaman parçada bulunmaz. İşte, parça ile bütün arasındaki bu birbirini tam temsil etmeme, sadece bütün ve ondan bir parça olma münasebeti ise, küll (bütün)–cüz’ (parça) münasebetidir.

Eşya arasında bütün–parça münasebeti söz konusu olup, parça bütünü temsil etmiyor, bütünde olan parçada bulunmuyorsa, bu durumda bütünden beklenen parçadan beklenmez ve parçada bulunmayan, bütünde bulunur, bulunabilir. Bu husus, özellikle toplum hayatında insanlar arasındaki yardımlaşma ve işbirliği konusunda önemlidir. Her insan, her mesleğin gerektirdiği kabiliyete sahip olamaz. Bir insan, en fazla iki üç meslek, fen ve zenaat dalında ihtisas sahibi olabilir. Dolayısıyla bu gerçek, insanlar arasında yardımlaşmayı ve işbirliğini gerekli ve kaçınılmaz kılar. Buradan hareketle, bir cemaat içinde bulunan, bir müessesede vazife yapan ve ortak bir hedef istikametinde çalışan insanlar, aralarında istişare, dayanışma ve yardımlaşmaya önem vermeli, böylece birbirlerinin eksiklerini tamamlayarak eksiksiz bir bütün oluşturmaya çalışmalıdırlar. Benzer şekilde, meselâ Kur’ân tefsiri, hemen hemen bütün dinî, beşerî, pozitif ilim dallarında uzmanlık seviyesinde ilim gerektirir. Bu da, iyi bir Kur’ân tefsirinin, her ilim dalında en azından bir uzmanın yer aldığı bir âlimler heyeti tarafından yapılabileceğini gösterir.


Eleştirel Düşünce

Modern çağın en önemli hastalıklarından biri de tenkitçiliktir. İspatın delil, düşünme, muhakeme ve çalışma istemesi, müsbet hareketin, tamir ve inşânın nefse rağmen olması ve inanmanın nefse bazı sorumluluklar yüklemesi gibi sebeplerle Din’de lâkayt veya başını ondan çıkarmak isteyen, rahatını arayan, düşünme, muhakeme ve gayretten yoksun, bilhassa garazkâr veya kin ve nefretten beslenen insanlar, Din’i, Din’in bazı meselelerini, olmazsa dindarları, Din’e hizmet edenleri tenkitle nefislerini güya temize çıkarma, haklı ve hatasız görüp gösterme gayretine girmektedirler. Hz. Bediüzzaman (r.a.), maddeciliğin manevî bir veba olduğunu ve bilimcilik zihniyetinden kaynaklanan telkinin, medeniyetin veya medenîleşme arzusunun yol açtığı taklidin ve hürriyet ya da hür düşünce iddiasının sebep olduğu tenkidin bu vebayı yaygınlaştırdığını ifade eder. O, bir başka yerde tenkitçilikle alâkalı olarak şu müthiş tesbitte de bulunur: “Tenkitçi adamın hali ve tavrı şudur: Kendisiyle karşısındakini bir terazinin iki gözüne kor. Terazide ağır basacak meziyet ve fazileti olmadığı için tenkitle karşı tarafı hafif göstermeye çalışır.”

Günümüzde “eleştirel düşünce” adına bu tenkitçilik tavrı alabildiğine yaygındır. Kendisine yargıç makamı biçen ve herkesi, her şeyi tenkit etme mevkiinde görenler, eleştirel düşünce adına ortada kabûl edilecek hakikat, tutunacak dal bırakmamakta, buna karşılık, kabûl edilecek başka bir hakikat ve tutunacak başka bir dal da gösterememektedirler. “Hür düşünme, hür düşünceli olma” adına Batı’dan gelen ve öncelikle Din’e, dinî hakikatlere karşı geliştirilen bu akım, aydın olma felsefesinin de temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, aydın olma ile tenkit bir bakıma aynı manâya gelir olmuştur.

Bediüzzaman, tenkit hakkında bir başka yerde de şunları söyler:

En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Tenkidi eğer insaf bile işletse, hakikati rendeler. Onu eğer gurur istihdam etse, bu defa hakikati tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişi, tenkidin iman hakikatlerine ve dinî meselelere yol bulmasıdır. Zira iman, hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam (taraftarlık gösterme, tutma), hem teslim ve imtisal (tutunma, tatbik), hem manevî timsal (kalbi ve hayatı şekillendirme)dir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Bilhassa şu tereddüt ve evham zamanında (bırakın tenkidin imanî ve dinî meselelere yol bulmasını,) iz’an ve iltizamı besleyip takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet düşünceleri ve teşvik edici açıklamaları hüsn-ü zan ile karşılamak ve görmek gerekir. İmanî gerçekler hususunda “bîtarafane muhakeme” (objektif değerlendirme) dedikleri şey, geçici bir dinsizliktir. Ona ancak sözkonusu gerçeklere yeni baştan müşteri olmak isteyen başvurur.

Hz. Bediüzzaman, özellikle dindarların, Din’e hizmet edenlerin, birbirlerini, kardeşlerini tenkitten şiddetle kaçınmaları gerektiğine dikkat çeker ve Müslümanlar içinde ehl- ilim ve ehl-i diyanetin hem de müthiş yılanların hücumu zamanında sineklerin ısırması gibi basit kusurları bahane ederek birbirlerini tenkitle zındık münafıkların tahriplerine ve kendilerini onların elleriyle öldürmelerine yardımcı olduklarından yakınır.




Friday, October 11, 2013

İnsanların Dayanışmasını Kırma Taktikleri


Üstad Hazretleri, mektupta[Kastamonu Lahikası 150. mektup] ruhuna gelen bir endişeyi beyan etmektedir. Hizmetin hasım ve muârızları olan ehl-i dalâletin, Risale-i Nur talebeleri arasındaki tesânüdü yıkmak ve birliklerini bozmak için geçim derdini ve gafletli bahar mevsimini kullanarak; meşrep, anlayış ve hissiyât farklılığından ileri gelen zayıf damarları tahrik etmek istediklerini hissedip anladığını belirtiyor. O sıralarda insanları açlığa mahkûm edip, sadece midesini düşünür hâle getirmek için devletin erzak depolarını ve silolarını bile yakmışlar.

Bu sinsi ve merhametsiz tertip Sovyetler’de de uygulanmıştır. Hatta gizli erzak biriktiren ve saklayanları ortaya çıkarmak için okullarda öğrencilerin gözlerinin içine bakarlarmış. Beslenmesi iyi gibi olanları fark edince hemen evlerine baskın yaparlarmış. Kırım’da o sıralar, fazla buğday veya un elde edenler, evlere baskın olduğu için onları muhafazalı şekilde toprak altına gömerlermiş.

İnsanlar açlıktan tamamen midesini düşünür hâle gelince, dayatılan rejimlerin tenkidi ve yanlışlığı ile uğraşamaz hâle gelirlermiş. Zamanla diktatörlük rejimlerinin âmir ve memurlarının direktiflerinden çıkamaz olurlarmış. Fazla imkân ve maaş verilen memurlar rejimin yaman uygulayacıları hâline gelirmiş. Halkımız, ezanın Türkçeye çevrildiği dönemde o zamanki Milli Şef ve memurlar için şöyle bir yakıştırma ve tekerleme söylemiştir: “Tanrı uludur, Tanrı uludur; memurlar İsmet Paşa’nın kuludur. Haydi namaza. Haydi namaza. Memurlar şekere gaza.”

Önyargı


[13. Lem’a’nın 13. İşareti’nden]

Üçüncü Nokta


İnsanın hayat-ı içtimâiyesini [sosyal hayatını] ifsat eden [bozan] bir desise-i şeytaniye [şeytanın hilesi, tuzağı] şudur ki: Bir müminin bir tek seyyiesiyle [kötülüğüyle, günahıyla] bütün hasenâtını [iyiliklerini, sevaplarını] örter. Şeytanın bu desisesini [sinsi hilesini, tuzağını] dinleyen insafsızlar, o mümine adâvet [düşmanlık] ederler.

Hâlbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka [her şeyin hukukunu gözeten tam, eksiksiz adalet] ile mîzân-ı ekberinde [mahşerde herkesin amellerinin tartılacağı büyük terazi] a’mâl-i mükellefîni [dinin emir ve yasakları ile yükümlü olanların işledikleri fiillerini] tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta [kötülülüklere, günahlara] –galibiyetimağlûbiyeti noktasında– hükmeyler.Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücûtları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiâtını örter.Demek, bu dünyada o adalet-i ilâhiye [Cenâb-ı Hakk’ın adaleti] noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstahaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.

Hâlbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını bir tek seyyie yüzünden unutur, mümin kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mümin kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimâiyesinde bir fesat âleti olur.

Uhuvvet


Bu bahsin serlevhası olan “Müminler sadece kardeştirler. O hâlde ihtilâf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin!” (Hucurât Sûresi 49/10) âyetini merhum Mehmet Feyzi Pamukçu Efendi bir sohbetinde ele aldığında şunları söylemiştir:

 “Kıyametin kopması, müminlerin birbirlerine gıyaben (arkalarından) yaptıkları duaların bitmesine bağlıdır. Gıyâbî dualar yapılınca, Arş-ı Âzam’a nurânî ipler hâlinde bunlar akseder. Oradan da nurânî ipler hâlinde bunların icabetleri gelir. Böylece muazzam bir amûd-u nurânî (nurânî sütun) meydana gelir. İşte bu nurânî sütun dünyayı tutar ve kıyametin kopmasını önler. Cenâb-ı Hak, yani ‘Müminler sadece kardeştirler. O hâlde ihtilâf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin!’ (Hucurât Sûresi 49/10) buyuruyor. İşte âyette buyurulan müminlerin arasını ıslah meselesi, ancak müminlere dua etmekle mümkündür.”

Ehl-i Hakla İttifak ya da Cemaatler Arası Diyalog


Bediüzzaman Hazretleri, kendisi aleyhinde konuşan bazı hocalarla ilgili bilgileri getiren talebeleriniAsla öyle bir şey olmamıştır. Sen iftira ediyorsun. Sen benimle o kardeşimin arasını açmak istiyorsun!diyerek yanından uzaklaştırmıştır. Kendisini tenkit edenlerden tevbe edip de derin pişmanlık duyanları uzun zaman sonra affetmiştir. Elini öpmeye gelen DP milletvekillerine “Sizin zamanınızda niye Süleyman Efendi kardeşim hâlâ hapiste?” diyerek elini vermek istememiştir.

...

“Peki onlar ittifaka yanaşmıyorlarsa o zaman ne olacak?” denilirse, o zaman size düşen, elinizden gelen her şeyi yaptıktan sonra, Cenâb-ı Hakk’a dayanmaktır.

1983 yılının başında yani ihtilâlcilerin başta olduğu dönemde, İslâmî hizmetlere çok sinsi ve çok köklü bir darbe hazırlığı yapılmıştı. Bu hususta ileri gelen her cemaat teker teker ikaz edildi. Elbirliğiyle alınacak tedbirler söylenildi, fakat kimse oralı olmadı. Daha doğrusu “Siz de kim oluyorsunuz?” şeklinde bir tavır sergilendi. Bunun üzerine yapılacak bir şey kalmayınca kapalı ve yağmurlu bir günde bir araya gelinip toplu dua edildi. 4444 salât-ı tefriciye okundu. Okuma işi bitince, bulutlar dağıldı ve Güneş tebessümle kendisini gösterdi. Tevil-i ehâdis (olayların dili) açısından bu durum orada bulunanlar tarafından hayra yoruldu. Gerçekten de her ne olduysa, o zaman darbeciler böyle bir cinayetten kendiliklerinden vazgeçtiler.

 ...

Ehl-i hakla ittifak aynı zamanda diyanetteki izzetin de bir vesilesidir. Eğer birbirimizin ufak tefek dikenlerine takılıp da sabretmez ve ihtilâf çıkarırsak bu sefer düşman çizmesi altında ezilip inlemek durumunda kalabiliriz. Osmanlının bazı hatalarından dolayı isyan edenler Balkanlarda olsun Ortadoğuda olsun, kat kat ağırlarını, başkalarından görmüşlerdir. Geriye ne onurları, ne de
izzetleri kalmıştır.

...

Bu mektuptan[Kastamonu Lahikası 110. mektup] şu mesajları alıyoruz:

1- İnsan veli de olsa, eğer Allah bildirmezse gaybı bilemez. Onun için hasmı bir veli olabilir ama ilâhî bir bilgi ile bilgilendirilmemişse o veli onun veliliğini bilemez. Çünkü en büyük veliler sahabiler olduğu hâlde, onların içinde cennetle müjdelenenler bile birbirinin hasmı olabilmiştir. Evet Aşere-i Mübeşşere’den olan Hazreti Ali’nin karşısına yine Aşere-i Mübeşşere’den olan Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr çıkıp savaşmışlardır. Ama o yüce makamlarından aşağı düşmemişlerdir. Eğer, bu düşmanlık, İslâmiyet’e aykırı ve çok açık bir içtihat hatası ile olmuşsa, o zaman sukut ederek makamlarını kaybederler.

2- Onun için bu iman ve Kur’ân hizmetine karşı çıkanlar olabilir. Bilhassa avâm halkın itimat ettiği baştaki hatalı reis ve şeyhleri, gözden düşürmek yerine sulh içinde onların itiraz ettikleri noktaları izah etmek gerekir. Yoksa, onları yanlışları yüzünden halkın gözünden düşürmek, avâmın imanını sarsabilir. İman hizmeti yapanlar bu yola girmemelidirler. Avâm halkın imanını muhafaza da vazifeleridir. Ayrıca, din düşmanları her iki mümin grubun birbirini çürütmek için kullandığı silâhları alıp, birinin silâhıyla öbürünü, öbürünün silâhıyla da berikini çürütüp, Müslümanları karşılıklı olarak zarara sokabilir. Bunu da elbette iman hizmeti yapanlar istemezler/istememeliler.

3- Asrımızda enâniyetler çifteli ve katmerli olduğu için, şeyh deolsa bazıları apaçık hatalarını kabul etmek istemiyorlar. Kendilerini mazur görüyorlar. İman ve Kur’ân hizmeti yapanlar bir buz parçası olan enâniyetlerini eritip Kevser-i Kur’ânî havuzunda eritsinler. Ama hasedi, imanının önüne geçen muhalif taraftan olanlardan bunu beklemesinler. Aksi takdirde sürtüşme, kavgalar çıkar. Bundan da din düşmanları istifade eder.

4- Böyle itiraz olaylarında soğukkanlı, itidalli olmak, sarsılmamak, düşmanlık gütmemek ve karşı tarafın reislerini çürütmemek gerekir. Şu sırrı da bilelim ki, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi Ferid makamına mazhardır. Bu sebeple hiçbir makamın altında değildir. Çoğu kere Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın da tasarrufunun haricindedir. Faraza Mekke-i Mükerreme’deki kutb-u âzamdan bile bir itiraz gelse, hiç sarsılmaya gerek yoktur. Sadece onun yanına gidilip
itiraz noktaları izah edilecek ve eli öpülecektir. Evet gereken, sadece metânet, soğukkanlılık, itidal ve fedakârlıktır.