Üstad Hazretleri, mektupta[Kastamonu Lahikası 150. mektup] ruhuna gelen bir endişeyi beyan etmektedir. Hizmetin hasım ve muârızları olan ehl-i dalâletin, Risale-i Nur talebeleri arasındaki tesânüdü yıkmak ve birliklerini bozmak için geçim derdini ve gafletli bahar mevsimini kullanarak; meşrep, anlayış ve hissiyât farklılığından ileri gelen zayıf damarları tahrik etmek istediklerini hissedip anladığını belirtiyor. O sıralarda insanları açlığa mahkûm edip, sadece midesini düşünür hâle getirmek için devletin erzak depolarını ve silolarını bile yakmışlar.
Bu sinsi ve merhametsiz tertip Sovyetler’de de uygulanmıştır. Hatta gizli erzak biriktiren ve saklayanları ortaya çıkarmak için okullarda öğrencilerin gözlerinin içine bakarlarmış. Beslenmesi iyi gibi olanları fark edince hemen evlerine baskın yaparlarmış. Kırım’da o sıralar, fazla buğday veya un elde edenler, evlere baskın olduğu için onları muhafazalı şekilde toprak altına gömerlermiş.
İnsanlar açlıktan tamamen midesini düşünür hâle gelince, dayatılan rejimlerin tenkidi ve yanlışlığı ile uğraşamaz hâle gelirlermiş. Zamanla diktatörlük rejimlerinin âmir ve memurlarının direktiflerinden çıkamaz olurlarmış. Fazla imkân ve maaş verilen memurlar rejimin yaman uygulayacıları hâline gelirmiş. Halkımız, ezanın Türkçeye çevrildiği dönemde o zamanki Milli Şef ve memurlar için şöyle bir yakıştırma ve tekerleme söylemiştir: “Tanrı uludur, Tanrı uludur; memurlar İsmet Paşa’nın kuludur. Haydi namaza. Haydi namaza. Memurlar şekere gaza.”