Şöyle bir düşünüyorum... “5 yıl ilkokul, 3 yıl ortaokul, 3 yıl lise” sistemi fena mıydı? Bu model, üniversiteye gidecek hale getiremiyor muydu öğrencileri?
Ben öyle okudum ve girdiğim fakülte sınavlarının hepsini de kazandım; hem de ön sıralarda. Mesela ortaokulda okuduğum matematik, lisenin matematiğini öğrenmeme rahatlıkla yetiyordu. Ortaokulu zorlukla bitirenler, kendi durumlarını anlıyorlar ve liseye yönelmiyor, sanat ve meslek okullarına gitmeyi tercih ediyordu. Bir yetenek yönlendirmesi kendiliğinden oluyordu. Esasen yetenek farklılıkları daha ilkokulda kendini göstermeye başlıyordu. Bazı geliştirmeler yapılabilirdi ama bu model bence iyi bir modeldi.
1950’li yılların lise mezunlarıyla şimdikileri kıyaslarsanız ne gibi farklar bulunabilir? Şimdikileri kısmen görüyorum, kendi dönemimizi de iyi hatırlıyorum. Derslerin anası (sözel, sayısal ayrımına da uygun olarak) Türkçe (edebiyat) ve matematiktir. İkisinde iyi olan, diğerlerinde de iyidir genellikle. Mukayeseyi bu iki ana derse göre yaparsak nasıl bir farklılık tablosu çıkar ortaya? Bence eski dönemin öğrencileri şimdikilerden daha iyi görünür. Ben öyle görüyorum. Müfredat falan değişti ama; derslerin esas yapıları yine aynıdır ve rahatlıkla karşılaştırma yapılabilir. Kaç kelimeyle konuşuyor şimdikiler? Problem çözme yetenekleri nedir? Yüzde kaçı normal seviyeyi tutturabilecek durumdadır? En çok garipsediğim, eğitim sisteminin ve kurumlarının öğrencilerle ilgili kurallarını öğrenmenin bir uzmanlık dalı haline gelmesi. Her öğrenci veya veli adeta bir “giriş şartları ve devam özellikleri danışmanı”na muhtaç. Sadece üniversite için değil 4’lü kademeler için de. Veliler araştırıp soruşturup koşuşturup duruyor. Milli Eğitim mevzuatı ile ilgili benim eski kitaplarım çoktan geçersiz oldu.
Deniliyor ki eskiden öğrenci sayısı azdı. Nüfus da azdı, ekonomik imkânlar da. Öğrenci sayısının artışına göre okul ve öğretmen sayısını (kalite düşmeden) artırmak gerekmez miydi? Teknik imkânları nasıl artırıyorsanız, eğitim imkânlarını da artırsaydınız. Böyle mazeret mi olur? Neredeyse toptan açık öğretime geçip, bilgisayar erişimiyle eğitim yapar hale geleceğiz. Herkes evinde bilgisayarının başına oturup tıklasın!
Eğitimin ihmali, çok eskiden başladı. “İmar-inşa-kalkınma-ekonomi...” yönüyle uğraştık hep, insanı unuttuk. “Unuttuk” denilecek kadar az ve yüzeysel ilgilendik. Eğitimi, öğretime indirgedik; düşünceyi ve iyi insan olmayı bir kenara bıraktık. Bütünlüğü zedelenen insanın, hiçbir alanda iyi yetişemeyeceğini bilemedik. Sağlıklı değişimin nasıl bir dengeyi gerektirdiğini anlayamadık.
Sorumluluk bilincine sahip, sevgiye ve düşünceye açık; makul, anlayışlı, güzel ahlâklı insan... Bu sadece bazı bilgiler ezberletmekle sağlanır mı? Sağlanabiliyor mu? Toplumun temeli ailedir; aile kurumu ne durumda bugün?
Eğitimsiz öğretim ezbere dönüşür ve silinip gitmeye mahkûm olur. Geriye kalan sadece bir mesleğin icrasında kullanılacak asgari pratiklerdir, onun dışında hiçbir kültürel kişilik pırıltısı bulamazsınız. Uzman da olsa, çivi gibi bir noktaya saplanıp kalmış, ufuksuz daracık bir uzman olur. Parçayı yaparken bütünü bozar, kaş yaparken göz çıkarır. Biz eğitimin manasını anlamadık. Bizim lisedeki matematik hocamız derdi ki “matematikten dolgun not da alsanız, şayet matematik nosyonunuz gelişmemişse öğrendiğiniz matematiğin yarın üniversitede ve meslek hayatında hiçbir faydası olmaz”. İşte o matematik nosyonu dediği şey matematiğin eğitimiydi. Her ders, her bilgi dalı böyledir. Önce eğitimle, “düşünen adam” yetiştirememişseniz ezber ve görsel öğretim hiçbir işe yaramaz.
Ahmet Selim, Zaman, 3 Ekim 2013