Showing posts with label Gökhan Bacık. Show all posts
Showing posts with label Gökhan Bacık. Show all posts

Monday, January 24, 2022

Kahır Toplumu

 

Gökhan Bacık, Ahval

Doğduğum köyde hiç balık yemeyen insanlar vardı. Hatta bunlar balık pişirilen bir eve girmezdi.

Bunun nedeni tarihsel bir trajediden kaynaklanıyordu: Ruslardan kaçan Çerkesler, gemilerle Karadeniz’i geçerken pek çokları hastalıktan yahut açlıktan ölmüştü. İnsanlar ölmüş yakınlarını (belki anne belki baba belki evlat) çaresizce denize atmak zorunda kalmışlardı. Kimbilir, bu ölülerin bazılarını balıklar yemişti. 

Belki de bu kahredici çaresizlik içinde ölülerini denize atanlar böyle düşünmüştü.

Canları malları telef olan bu insanların hakkını kimse soramadı. 

Yapan yaptığı ile ölen öldüğü ile kaldı.

Daha da ötesi, pek çok Çerkes bugün Rusya ile yakınlaşmanın mimarı partilere oy veriyor.

Halbuki mazlumlar her zaman haksızlığın hesabının sorulacağı bir günü bekliyor.

Avrupa’da, ülkesini terk etmiş pek çok insanın konuşmalarını süsleyen bir cümle var: 

“Bir gün hukuk geri gelince…”

Bu cümle, bir zamanlar hukukun Türkiye’de var olduğunu varsayıyor.

Peki bu zaman ne zamandı? Türkiye’de ne zaman hukuk vardı? 

1988 mi? 1998 mi? 2008 mi? 2005 mi?

Öyle bir zamana geri dönsek, bizim fark etmediğimiz ne çok mazlum bulacağız.

Belki de bugün Türkiye’de mutluluk içinde yaşayanlar da ileride bir zaman diliminde mazlum olacaklar ve “bir gün hukuk geri gelince” diyerek cümleler kuracaklar.

16 yaşında intihar eden Bahadır’ın cenazesine elleri bağlı getirilen babanın hıçkırıkları o yüzden bize şunu hatırlatıyor: 

Türkiye bir kahır toplumudur.

Bu kahır toplumunda kastlar vardır, zamanlar vardır. Herkes başka bir kasttır. Herkes başka bir zamanda yaşar. 

Bir kast ezilirken diğer kast mutlu olabilir. 

Bir zamanı yaşayanlar ağlarken diğer zamanı yaşayanlar gülebilir.

Şimdi biz (tabii öncelikle Türkiye’deki KHK’liler) toplumun en alt kastını oluşturuyoruz. 

Bunları dövmek, tutuklamak, mallarına el koymak mümkün ve meşru.

Bu açıdan, her devirde Türk toplumunun paryaları var olmuştur. Parya, ancak kırık veya eski kap kullanır. Parya olduğunu belli edecek bir işaretle boyanmış olmalıdır. Mesela eski zamanda bir parya at bile alamazdı. O ya bir eşeğe binecektir yahut yürüyecektir.

Bahadır da babası da birer paryaydı. Çocuk kendini öldürdü. Babası elleri bağlı oğlunun cenazesine getirildi.

Bugün bir KHK’li paryadır.

Alt kastın bir üyesidir.

Toplum buna üzülüyor mu?

Maaşlarına zam yapılan emekliler ve asgari ücretlilerin bir kısmı son anketlerde tekrar AKP’ye dönmüşe benziyor.

Muhakkak üzülenler de var. Ancak ağır bir rejim karşısında insanların bir şey yapması kolay değil. Ama bütün olumsuzluklara rağmen uğraşan didinen aydınlar, gazeteciler ve siyasiler de var.

Üzülmeyenler de vardır.

Takip ettiği siyasi partiye göre dünyayı algılayanlar için Bahadırlar ve diğerleri tam aksine ‘hak ettikleri’ bir durumdadır.

Rakamlar da önemli. Devletin sopa ile oradan buraya sürüklediği insanların sayısını toplasan 3-5 milyon. Kalan büyük kalabalık, günlük hayatı içinde yaşıyor. Yüzlerce yıldır süren bu model bir alışkanlığa dönmüş:

Bir grubun hakları sistematik yok edilirken insanlar onu yok sayıp yaşamaya alışmış.

Yüzlerce yıldır terbiye tezgahından geçmiş bir büyük kabalık bu. “Böyle gelmiş böyle gider” ezberi içinde tek başına itiraz etse bile bunun bir şeyi değiştirmeyeceğine ikna olmuş. Hal böyle olunca yok saymaktan başka sığınılacak yöntem kalmamış: İnsanlar hiç yokmuş gibi yapıyor.

Hiç yokmuş gibi yapmanın tuhaf sonuçları da var: Bir yansıtma ile bütün yabancı milletler kötü ilan ediliyor. Bütün bu hamasi lafların, altına işeyen çocuğun “bunu komşunun oğlu yaptı” demesinden hiçbir farkı yok. Aslında bunlar bir züğürt tesellisi.

Bu hamasetin büyüklüğü aslında memleketin sorunlarının büyüklüğünü gösteriyor.

Zaaflar büyüdükçe hamaset büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bayrak büyüyor, caminin kubbesi büyüyor.

Haksızlıklar arttıkça bunları örtmek için işe yarayacağı düşünülerek “daha çok vatan daha çok ezan daha çok bayrak” muhabbeti yapılıyor.

Kahır toplumunda o yüzden haksızlıklar dinsel ve milli bir tören hatta bazen ibadet havası içinde gerçekleşiyor.

Meşhur hikayedir:

Çin’de bir köye yağmur yağmış içenler delirmiş. Bu suyu iki arkadaş içmemiş. Ancak herkes delirdiği için onlara deli muamelesi yapmışlar. Çaresiz iki arkadaş sonunda suyu içmiş.

Halihazırda Türkiye hikayedeki bu Çinli köy gibi bir yer.

Ya kahrolup yaşayacaksın yahut kalabalığa karışıp yok olacaksın.

 

Sunday, June 3, 2018

Dinden Bıkmak ve Bıktırmak


Hem Türkiye’de, hem de neredeyse bütün Müslüman-çoğunluklu ülkelerde son dönemde – özellikle genç kuşakta daha belirgin olmak üzere – dinden bir bıkkınlık olduğu konusu sıklıkla gündeme geliyor. İnsanların artık dinden bıktığına dair çok güçlü emareler hayatın her alanında rahatlıkla gözlemlenebiliyor.

Dinden bıkkınlığın sonucu olarak pek çok Müslüman ya dini hayatlarında reformcu bir çizgiye yöneliyor, ya da Haniflik veya deist olmak diye adlandırılabilen bir şekilde Allah’a imanlı ama dinsiz bir formül arıyor. Daha da sert tepki verenler arasında dinden bıkkınlık, geleneksel dini yorumların yeni kuşak arasında ilgi görmemesinin de ötesinde, dalga geçilecek şeyler olarak muamele görmelerini netice veriyor.

Dinden bıkkınlık sosyolojik bir gerçekliktir ve bunu “manevi bozulma, günah” gibi kategoriler ile açıklamak imkanı kalmamıştır. Yüzlerce yıllık bir durgunluğun ve entelektüel tembelliğin etkisi altındaki geleneksel İslami görüşün, türlü bireysel ve toplumsal durumları açıklamak için elinde “günah-sevap” ikileminden başka bir kategori olmadığı için, hali hazır durumu anlamasına da pek imkan görünmemektedir. Fen bilimlerini ıskalamış, sosyal bilimleri hiç bir zaman ciddiye almamış ve önüne gelen her olay karşısında “bir ayete, iki hadise bakarak çözebilirim” şeklinde bir dindarlık egosu içindeki geleneksel İslam’ın sözcülerinin insanların dinden bıkkınlığını anlamak için gayret göstermesini de beklememek gerekiyor.

Peki, ne oldu da insanlar dinden bıktılar ve bu bıkkınlık duygusu hala hızla artmaya devam ediyor?

Sorunun Özündeki Diyalektik

İnsanlar her hangi bir şeyden neden bıkıyorlarsa, dinden de o nedenle bıkmaktalar. Dolayısıyla yakın zamanda gözlemlenen dinden bıkkınlığın kökeninde de bir şeyin aşırı tekrarlanması, lüzumlu lüzumsuz her yerde öne sürülmesi yatmaktadır. Ne olursa olsun bir şeyin abartılması bir zaman sonra insanların ondan soğumasını, bıkmasını doğurmaktadır.

Hem Karl Marks gibi önemli çağdaş hem de İbn Haldun gibi büyük İslam düşünürlerinin de eserlerinde sürekli altını çizdiği üzere sosyal olayların temelinde bir diyalektik ilişki bulunmaktadır. Buna göre toplumlar olup bitenlere tepki verirler. Örneğin, II. Abdülhamit döneminde aşırı İslam vurgusu, takip eden dönemdeki entelektüellerde Türk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir pozitivizmi tetiklemiştir. Bu açıdan bakarsak sosyal olaylar, içlerinde zıtlarını barındıran niteliktedirler. Dolayısıyla bir pratiğin yahut düşüncenin abartılması insanlarda kaçınılmaz olarak zamanla o şeye karşı tepki oluşturur. İnsanların orta yolda gitmesi ideal bir çözüm önerisidir, ancak türlü nedenlerle bu gerçekleşmez ve böylece tarih kaçınılmaz olarak bir sarkaç gibi savrulmalarla meydana gelir.

Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de dini söylem ve pratik abartılmıştır ve bu insanlarda artık bir tepkiye dönüşmektedir. Sosyal statüsü ve imkanı olanlar bu tepkiyi açıkça dinden soğuma yahut dine karşı olmak şeklinde gösterirken, türlü nedenlerle bundan çekinenler dindarlık görüntüsünü devam ettirmektedirler. Ama bu görüntünün altında bile çeşitli dışavurum biçimlerinde dine karşı bir hoşnutsuzluk gözlemlemek her zaman mümkündür. Tüm bu tepkilerin temelinde İslam konusunun abartılması ve neredeyse insanların gözlerinin içine sokulacak kadar şişirilmesidir. Hal böyle olunca, tarihsel diyalektiğe uygun olarak, bu abartı görülür biçimde kendi zıddını üretmeye başlamıştır.

İki Temel Bıktırma Nedeni

Konuya biraz daha ayrıntılı olarak bakarsak İslamiyet örneğinde insanları dinden bıktıran süreci meydana getiren -özellikle İslami hareketin neden olduğu- iki önemli temel olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi dinin her konuda çare ürettiği iddiası, diğeri ise abartının meşruluğu sorunudur.

Din Her Konuda Her Soruna Çare Üretir Anlayışı

Günümüzde insanları dinden bıktıran temel dinamiklerden biri İslamiyet’i hayatın her milimetrik alanında bir hüküm ve çözüm üreten biçiminde yorumlamaktır. Bu yaklaşıma göre İslamiyet hayatın a’dan z’ye her alanına bir çare üretmektedir ve insanlar hayatlarını buna göre yaşamalıdır. Türlü küçük uygulama yorumları geliştirmek dışında insanın temel görevi İslam’ın bu hükümlerini bulmaya çalışmak ve uygulamaktır. Bu “bütüncül” yaklaşım doğal olarak insanların sürekli din ile kurgulanmış bir hayat yaşamasının peşindedir ve zamanla da insanları dinden bıktırmıştır.

İslamiyet’in hayatın her alanını kapsaması gerektiği düşüncesi otoriter bir yorumdur. İddia edilenin tam aksine, İslam’ın birçok konuda ortaya koyduğu fikirlerde önemli boşluklar vardır. İslam ötesinde hangi dini ele alırsak alalım, bir dini hayatın her milimetrik karesini doldurmak için zorlamak yanlıştır. Başka bir açıdan bu din için de zararlı bir durumdur. Düşünce sistematikleri genel ve ilham verici olmalı, insan aklına itibar ederek boşlukları onun doldurmasını beklemelidir. O nedenle bir dinde yahut düşünce biçiminde bazı boşluklar olması doğal bir durumdur ve eksiklik değildir. Aksine kusursuz ve hayatın her alanını kapsayan bir yorum üretme çabası doğal değildir ve bıktırıcı sonuçlar üretmesi kaçınılmazdır.

Dindarlaşmanın Abartılmasının Meşru Olduğu Anlayışı

Bu konuya bir soru ile başlayalım: “İslam’a göre bir insanın günde en fazla kaç rekat namaz kılması normaldir?” Mesela bir insan “ben günde 4.000 rekat namaz kılıyorum” derse buna ne demek gerekir? Bu sorulardan altını çizmek istediğim nokta şudur: Geleneksel ve modern İslam yorumları benzer şekilde dindarlığın sonsuza kadar abartılmasını meşru görmektedir. Hal böyle olunca günde “100 rekat namaz kıl,” “40 sayfa Kur’an oku”, “333 kere salavat getir” gibi sonu gelmeyen bir dindarlık formu ortaya çıkmaktadır. Bu yerleşik din anlayışı dindarlığı ne kadar abartılırsa abartılsın faydalı bir şey olarak görmektedir.

Hızını alamayan bu abartı dindarlık insanlar arasında genç-yaşlı, meşgul-boş vakti bol gibi ayrımlar da gözetmemektedir. Her saati değerli bir bilim insanı ile emekliliğin tadını torun sevmekle geçiren insana aynı oranda ibadet vurgusu yapmaktadır. Neredeyse herkes günde yüzlerce salavat getirmeye, yüzlerce rekat namaz kılmaya, filan duayı yüzlerce kez okumaya teşvik edilmektedir. Günümüzde hayatın getirdiği bir çok fonksiyonu bir arada yürütmeye çalışan insanların dinden bıkmasının bir nesnel gerekçesi de bu abartılı dindarlık önerisidir.

Günlük hayatta medeniyete bir katkıda bulunmak için bir saat kitap okumayan, bir mesleki ürün ortaya koymak için kendine yatırım yapmayan bir insanın, gece kalkıp kendini bir saat namaza zorlaması bir ritüeldir. Önemli olan insanın faydalı bir sonuç üretmek için uğraşması, zaman harcaması ve hatta kendini yormasıdır. Bugün dünyada “filan hastalığa çare olacak ilacı bulmalıyım” diyerek saatlerce uykusuz kalarak çalışan ve bu uğurda görme yeteneğinin bir kısmını kaybeden insanlar bulunmaktadır. Uykusuz kalmak, uğraşmak, sıkıntı çekmek bu şekilde pozitif olarak tanımlanmalıdır. Bunların hiç birini yapmadan kendini uykusuz bırakmak negatif bir ibadet tanımıdır ve bir ritüelden öteye geçmemektedir.

Abartmanın dindarlık için yanlış olmayacağı düşüncesini açıkça eleştirmek gerekmektedir. İnsanları binlerce defa filan duayı okumaya teşvik etmek gibi davranışların temelindeki “söz konusu din olunca abartı meşrudur” düşüncesi yanlıştır. O açıdan bugün Türkiye’de teşvik edilen zikir, ibadet anlayışı ne İslamidir ne de insanidir. Nitekim, günümüzde gözlemlenen dinden bıkkınlığın temel dinamiklerinden birisi de bu abartılı dindarlık teşvikleridir. İslamiyet, modern temsilcilerinin dindarlık yorumu ile yaşanması güç hale gelmiştir ve insanlar bundan doğal olarak bıkmaktadırlar.

Sonuç: İnsan İslam’dan Değerlidir

Dinden bıkkınlığın türlü yönlerini analiz ederken sorunun özünün şu olduğunu hemen görmek gerekiyor: Modern İslamileşme önerisinde İslam ve insan arasında yanlış bir ilişki kurgulanmıştır. Son tahlilde İslamiyet insan Allah ile anlamlı bir ilişki kurabilsin ve mutlu olsun diye ona verilmiştir. Yani İslam bir araçtır; amaç insandır. Daha açık yazarsak İslam insana hizmet etsin diye vardır. Araç ise her zaman amaçtan ve bu aracın kendisine verildiği aktörden daha sonra gelir. Ne var ki, günümüz yorumunda insan araç haline gelmiş, İslam amaç olarak tanımlanmıştır. Bu yanlış yorumun sonucu olarak, insanın İslam’a hizmet edeceği gibi absürt bir anlayış yerleşmiştir.

Bu açıdan, İslam ve insan arasındaki yanlış tanımlama bazı siyasi geleneklerdeki devlet ve insan arasındaki ilişkiye dair başka bir yanlışa da benzemektedir. Örneğin, devlet insana hizmet için var edilmiş bir araçtır. Halbuki pek çok gelişmekte olan ülkede insanlar devlete hizmet eder hale getirilmiştir. Bu yanlış yorumun sonucu olarak devlet, bu ülkelerde insanları mutsuz etmektedir. Benzer hata modern İslami öneride insan ve İslam arasında tekrarlanmaktadır.

Halbuki, insan İslam’dan önemlidir ve değerlidir. İnsan maddi ve manevi kişiliği ile ortada olan bir varlıktır. İslamiyet ise bir insanın somut ve ontolojik varlığı gibi bir varlık değil bir düşünce sistematiğidir. Yani epistemolojik bir varlıktır. Dolasıyla, son tahlilde İslamiyet, Tanrı ve insan arasındaki “diyaloğun” ürünüdür. Bu açıdan epistemik varlığını önce Tanrı’nın varlığına sonra insanın varlığına “borçludur.” Nitekim, insanlar olmasaydı bir din de olmazdı.

Gökhan Bacık
Kıtalararası

Tuesday, October 24, 2017

Tarih Sorunu Tartışması: Kardeş Katli Örneği


Gökhan Bacık, kıtalararası.com

Modern dönemdeki Müslümanların sorunları salt dinin nasıl yorumlanacağı ile ilgili değildir. Bunlar kadar önemli bir konu da çağdaş Müslümanların zihinlerinde nasıl bir tarih algısı olduğudur. Her toplum için tarih algısı fevkalade önemlidir ancak bunun kadar önemli olan toplumların geçmişleri ile gireceği ilişkinin niteliğidir.
Kısaca özetlemek gerekirse modern Müslüman toplumlar tarihleri ile müzakereci bir ilişki içine girememekte daha çok kutsayıcı bir ilişki içine girmektedirler. Her insan grubunun geçmişinde iyi ve kötü anılar vardır. Bir tarih okuması, her iki kümeyi de müzakereci biçimde günümüzden bakarak yorumlamalıdır. Tarihinden utanmak yahut tarihini kutsamak isabetli bir tarih okuması değildir ve ilgili toplum için büyük sosyal ve siyasi sorunlar doğurur.
İki nedenden dolayı çağdaş Müslümanlar tarihlerini kutsadılar. Bunlardan birisi Batı karşısındaki geri kalmışlık kompleksiydi. Bu kompleks nedeni ile Müslümanlar, parlak bir geçmişleri olduğunu hatırlayıp ona sığındılar. İkinci neden ise, çağdaş Müslümanlar, şimdi yaşadıkları sorunların bütün cevabını geçmişte bulacaklarını düşündüler. Bu iki faktörün etkisi ile hızla kutsal bir tarih kurgusu ortaya çıktı.
Ne var ki, kutsal tarih kurgusu modern Müslüman toplumlarda iki büyük sorun kümesi doğurmaya başladı. İlk olarak, sanılanın aksine Müslümanların bazı sorunlarının çözümü için tarih içinde çareler barındırmıyordu. İkincisi, tam aksine, bazı sorunların bizzat kaynağı tarihte yaşanan bazı olaylardı.
Kutsal tarih kurgusunun türlü olumsuz sonuçları uzun bir tartışma gerektiriyor. Bu yazı ise kutsal tarih kurgusunun oluşumuna çok iyi bir örnek olan “Kardeş Katli Olayını” tartışmayı amaçlıyor. Bu örnek olay üzerinden yapılacak bir tartışma tarihin kutsanarak kurgulanması ve anlaşılması sorununa ışık tutmaya yardımcı olabilir.
Kardeş Katli Uygulaması Nedir?
Kardeş katli, kısaca siyasal istikrarsızlığı engellemek amacı ile tahta geçen padişahın kardeşi, oğlu, amcası gibi gelecekte siyasi iktidar talep etmesi muhtemel kişileri öldürtmesidir.
Uygulamanın pratikte nasıl olduğunu anlatmak için çeşitli örneklere bakalım: Fatih Sultan Mehmed örneğin rivayetlere göre 7 aylık kimi rivayetlere göre 3 yaşında yahut 7 yaşında olan Şehzade Ahmed’i – yani kendi kardeşini—öldürtmüştür. Fatih Şehzade Ahmet’ten başka kişileri de öldürtüyor. Sultan III. Murat ise beş kardeşini öldürtmüştür. Sultan III. Mehmet ise 19 kardeşini öldürtmüştür. Bu öldürülenlerden bazıları kundakta süt emecek kadar küçüktüler. Kimi rivayetlere göre bu esnada hamile bazı cariyelerde karınlarında ileride taht üzerinde iddiada bulunacak şehzadeler taşıdıkları için boğdurulmuştur. Farklı bir uygulama olarak ise II. Murat amcasını öldürtmüştür. Yavuz Sultan Selim ise beşten fazla şehzadeyi öldürtmüştür. Kanuni Sultan Süleyman da beş kadar genç şehzadeyi öldürtmüştür.
Çoluk çocuk yaşta insanların öldürülmesinin temel gerekçesi şudur: Bu çocuklar ileride taht üzerinde iddiada bulunacaklardır ve bu kargaşayı şimdiden engellemek için öldürülmeleri meşrudur. Buna göre örneğin 3 aylık bir bebek büyüyüp siyasi istikrarsızlığa neden olacağı için öldürülebilmekteydi.
Tartışma
Kardeş katli örnek olayına iki türlü yaklaşılabilir: Modern tarih yazımı açısından ve İslami açıdan. Şimdi sıra ile bunları kısaca ele alalım.
Modern Tarih Yazımı Açısından: Buna göre her toplumu kendi çağının özelliklerine göre incelemek gerekir. Dolayısıyla belirli bir dönemde farklı toplulukların yaptıkları bazı şeyler bize bugün itici görünse bile o koşullarda “normal” görülmelidir. Başka bir ifade ile geçmişteki bir toplum bugünün değerler kümesine göre değerlendirilemez. O nedenle bugünden bakarsak itici görünen kardeş katli tarihin belirli dönemlerinde rutin bir uygulamadır. Nitekim, modern tarih yazıcılığı geçmişteki bir toplumu başka bir dönemin normlarına göre değerlendirmeye anakronik yaklaşım olarak isim vermekte ve bunu yanlış görmektedir.
Dolayısıyla modern tarih yazımı açısından kardeş katli açıklanabilir bir olaydır ve dönemin koşullarına göre normal olarak görülmelidir.
İslami Açıdan: Kardeş katline İslami açıdan baktığımızda ciddi bir sorun ile karşı karşıyayız. Böyle bir uygulamanın İslami açıdan makul görülüp görülmemesi için önce içeriğinin dinsel açıdan değerlendirmesine bakmak gerekmektedir.
Kardeş katli örneğinde üzerinde tartışma yapılmayacak bir İslam-dışılık (hatta İslam-karşıtlık) söz konusudur: Somut suç unsurları oluşmadığı halde üstelik suç ehliyeti olmayan kişiler öldürülmüştür. Bunu yapmak için ortaya konulan siyasi istikrarı korumak gerekçesi ise bir vehimdir. Nitekim, konunun bu temel sorununa Türkiye’de dindar çevreler arasında gayet popüler olan Said Nursi de açıkça değinmiştir. Nursi iktidarı paylaşmama kavgasını konu ettiği bir tartışmada kardeş katlini örnek verir: “…hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri…” Nursi bize şunu söylüyor: Bazı “dindar” padişahlar vehimle masum çocukları katletmiştir. Ortada bir suç unsuru yoktur o nedenle bu iş vehimle yapılmıştır. Nitekim Nursi’ye göre ortada bir “katletme” sonucu vardır, yani bu işi yapanlar katildir. Hal böyle olunca kardeş katli denilen olay, İslam’ın çok temel bir ilkesi ile taban tabana zıtlık içindedir dinsel jargonla yazarsak bu eylem açık bir haramdır.
Bu tartışma bizi şu sonuca götürür: İslamiyet, belirli kurallar getirmiş ve bunların zaman, mekan gibi koşullara göre değişmeyeceğini ilan etmiştir. Buna göre “kardeş katletmenin değişik zamanlarda değişik toplumlarda görülen bir uygulama olarak normal görülmesine” İslami açıdan imkan yoktur.
İslam’da haramlar evrensel kategorilerdir ve haramlara karşı yerellik, zamansallık önermesi yapılamaz.
Daha açık ifade ile İslam, kültürel ve yerel şartların farklılığı ne olursa olsun bazı koyduğu kuralları bağlayıcı kılmıştır. Örneğin hırsızlık İslam’da haramdır. Bazı kültürlerin çeşitli hırsızlık biçimlerinin sosyolojik karşılığı olduğu ve bunun o toplumu ve dönemin koşullarının sonucu olduğunu iddia etmek İslam’a göre kabul edilemez. Toplumlar hangi zamansal, yerel ve kültürel farklılıkları olursa olsun hırsızlıktan vaz geçmelidir.
Bu açıdan bakarsak kardeş katlinin belirli dönemin koşullarının ürettiği bir uygulama olduğu şeklindeki tarih yazımı yaklaşımını İslami açıdan kabul etmek imkanı yoktur.
İslam’da kişi ve Tanrı arasındaki en büyük günah şirktir. Kişiler arası en büyük günah ise başka birini öldürmektir ve Kur’an bunu “bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” şeklinde tanımlamıştır. O nedenle tereddütsüz olarak kardeş katli İslam’a göre büyük bir günahtır, haramdır ve bunu yapanlar standart İslam hukukuna göre en büyük günahı işlemişlerdir.
Zaruret Meselesi
Akla gelen diğer konu şudur: İslam’da zaruret haramı helal kılar. Örneğin insan açlıktan ölmemek için normal şartlarda haram olan bir leşi yiyebilir. Peki aynı şey kardeş katli için uygulanabilir mi?
Bu soruya evet demek imkanı yine yoktur. Şöyle ki,
İlk olarak zaruretin mantığı usul gereği hayat kurtarmaktır. Bir insan aç kalmak için leş yiyebilir ancak başka birini öldürüp onun elindeki ekmeği yiyemez. Zaruret, başka birinin hayat hakkını ortadan kaldırmaya cevaz vermez. Yani hayatta kalmak için başkasını öldürmeye kalkmak zaruret ruhsatı değil cinayettir. Bir insanın hayatta kalması için “zaruret var” diyerek başkasını öldürebilmesini düşünmek zaten büyük bir mantık çelişkisi olurdu. Yani birisinin hayatta kalması için başka birisini öldürebileceğini düşünmek alenen safsatadır.
İkinci olarak, zaruret kurala dönüşemez. Mesela açlıktan ölüm tehlikesi geçiren bir toplum şartlar zorladığı sürece leş yiyebilir. Ancak bir zaman sonra “bu yöntem gayet işe yarıyor öyle ise belirli kurallar koyup sürekli bunu yapalım” denilemez. Zaruret her bir sefer ortaya çıkmalı ve her bir sefer ihtiyaç olduğuna kani olunmalıdır. Halbuki kardeş katlinde “bu yöntem epey işe yarıyor öyle ise bir kural koyup bunu sürekli yapalım” denilmiştir. Nitekim, örneğin Osmanlı uygulamasında Fatih Sultan Mehmed ile birlikte bir kural getirilmiş ve “nizam-ı alem için” tahta geçenlerin kardeşlerini öldürebileceği ilan edilmiştir.
Değerlendirme
Somut bir suç unsuru olmadan büyüyünce politik kargaşa çıkaracağı endişesi ile 3 aylık bir bebeğin öldürülebilmesi asgari bir hukuk anlayışına göre “skandal” bir uygulamadır. Ancak bunun başka sonuçlarına da bakmak gerekiyor:
İlk olarak, siyasi bir endişe için çocukları öldürebilen bir devlet geleneği benzer siyasi endişeler için başka her türlü şeyi kolaylıkla yapabilir. Yani bir siyaset düzenine, politik gerekçelerle suç işlemesi ihtimaline binaen çocukları öldürme yetkisi verilirse o düzen başka her türlü şeyi yapmaktan da çekinmez hale gelecektir. Şunu unutmamak gerekir ki 3 aylık bir bebek muhtemelen dünyadaki bütün bakış açılarına göre (İslami, komünist, ateist, sosyalist, Budist, Şamanist, Leninist) masumdur. Bir çocuğu ileride olması muhtemel bir siyasi kargaşanın sorumlusu olarak öldürmeyi meşru görecek bir bakış açısı bulmak gerçekten zor. Muhtemelen, küçük çocukları ileride sebep olacakları şeyler için öldürmek adeti ancak İslamiyet öncesi putperest cahiliye toplumunun bir adeti olarak tanımlanabilir.
İkinci olarak, bu tip uygulamalar İslam’a büyük zararlar vermiş ve din adına akla hayale gelmez şeylerin meşrulaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Günümüzde pek çok feci uygulamanın din kullanılarak meşrulaştırılmasının kökeninde kardeş katli gibi bazı tarihsel pratiklerin etkisi büyüktür.
Sonuç
Yazının başında vurgulandığı üzere bir toplumun tarihi ne mükemmeldir ne utanılacak olaylar manzumesidir. En isabetli yaklaşım tarihle müzakereci bir diyalog kurulmasıdır. Kardeş katli örnek olayı toplumların tarihle nasıl bir ilişki kurması lazım geldiği konusunda önemli bir tartışma konusudur. Tarihi kutsamak yahut tarihe maslahatçı açıdan bakmak, özünde masum insanların öldürüldüğü bir uygulamayı din adına sahiplenmek gibi dramatik sonuçlar üretebiliyor. Böylece şaşılacak biçimde toplumun daha dindar kesimleri, kardeş katli gibi uygulamaları daha maslahatçı açıdan bakarak sahiplenmektedir. Yine yukarıda hatırlatıldığı üzere konuya modern açıdan bakarak kardeş katli gibi uygulamaların dönemlerinin tipik durumları olduğu ve bugünden bu olaylara bakmanın doğru olmadığı iddia edilebilir. Nitekim bu yazının amacı “tarihe en doğru şuradan bakılır” demek değildir. Yazının hatırlatmak istediği temel nokta neredeyse bir tabu gibi sorgulanmadan normal kabul edilen bazı olaylarla ilgili aslında ciddi tartışmalar olabileceğidir.

Friday, February 12, 2016

İlahiyat/İlahiyatçı ve Bilim Sorunumuz

Gazetemizin değerli köşe yazarı Ali Ünal, geçen gün bir makale yayımladı. Bu makale ilgi çekti.
San Diego Eyalet Üniversitesi'nden ve kitapları Cambridge Üniversitesi'nce yayımlanan, makaleleri de dünyanın en muteber bilimsel dergilerinden biri olan World Policy Journal gibi yerlerde yayımlanan Dr. Ahmet Kuru gibi önemli sosyal bilimciler Ali Ünal'a tepki gösterdi.
Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Tartışma, eleştiri İslam dünyasının kaybettiği büyük bir değerdir. Maalesef, İslam dünyasından eleştiri ve tartışma kültürü neredeyse tamamen yok olmuştur. O nedenle Ali Ünal olsun başka birisi olsun bir kimsenin düşünceleri etrafında tartışmanın ortaya çıkması çok hayırlı bir gelişmedir. İslam dünyası neredeyse bütün tarihini “kutsamıştır”. Osmanlı kutsaldır, Selçuklu kutsaldır, filan kutsaldır, falan kutsaldır… Bu “kutsanma” yetmemiş günümüze kadar gelmiştir. Halbuki bir insanın bir sorunu çözmesi yahut bir krizden çıkması için mevcut durumu eleştirmesi gerekir. İslam dünyasında bu “kutsanma hastalığı” neredeyse fiili olarak günümüz Müslüman aklını felç etmiştir. Halbuki bir kişi gidip Taberi, İbn Saad, Maverdi hatta Buhari gibi temel İslami klasikleri okusa İslam tarihinin üstelik önemli kişileri üzerine büyük bir eleştirel geleneğin var olduğunu görür! Sıkıntı, “çağdaş Müslüman'ın” kendi geleneğinin dahi kabul etmeyeceği biçimde “kutsamacı” bir refleks üretmesidir. Bugün neredeyse “kutsal alan” o kadar büyüdü ki Müslümanların düşünmesi, eleştirmesi imkânsız hale geldi. Şunu kabul edelim: Eleştiri yoksa düşünce de büyük ölçüde yoktur! Bir insan bir masayı eleştirmeden daha iyisini yapamaz. “Masa kusursuzdur” diyen, masanın benzerini üretmek yani taklit etmekten başka bir şey yapamaz.
Ben Ali Ünal'ın yazıları etrafında yapılan tartışmalara birkaç noktanın altını çizerek katılmak isterim. Birincisi, geleneksel dini disiplinler (fıkıh, hadis vb.) bir dünya yahut siyaset projesi kurgulamak için önemlidir ancak yeterli değillerdir. Bütün disiplinler ve meslekler önemlidir. Ayakkabıcılık ne kadar önemli ise siyaset bilimi de o kadar önemlidir. Ancak insanların sorunlarının sadece dini bilgiler ile çözüleceğine inanmak ne akla uygundur ne de İslam'ın bizzat kendisine! Türkiye'de çağdaş İslam düşüncesi sanki insanlığın bütün sorunlarına geleneksel “dini ilimlerle” çare üretileceği gibi absürd bir önerme üzerine kurulmuş halde. Kimse “hadis, fıkıh önemsizdir” dememeli, bu doğru ancak “bütün dertlerimize çare buradan bulunur” demek de yanlıştır.
İkincisi, fıkıh gibi geleneksel dini disiplinler ile söz gelimi sosyoloji veya fizik yahut tıp gibi diğer disiplinler arasında bir hiyerarşi söz konusu değildir. Yani tıp ve fıkıh aynı ölçüde muteberdir! 1503 yılında yayımlanan Gregor Reisch'in Margarita Philosophica adlı kitabında bir tabloda bilimler ast-üst ilişkisi içinde düzenlenmiş ve en üste “metafizik” bütün bilimlerin kraliçesi olarak resmedilmiştir! Bu tabloda matematik ve mantık gibi bilimler daha alttadır. Bu son derece Ortaçağ merkezli bir bilim anlayışıdır ve kanaatimce Türkiye'de halen geçerlidir! İnsanların yaptıkları işleri “en değerli” görmeleri güzeldir ancak bunu dayatmaları yanlıştır. Fıkıh ile biyoloji arasında bir eşitlik anlayışı olmadan ise ne bir eğitim modeli kurgulamak mümkündür ne de İslam dünyasının bugünkü bulunduğu sorun kümesinden çıkması imkânı vardır! O nedenle fıkıh, fizikten üstün değildir!
Üçüncüsü, Müslümanlar “alim” kavramını yeniden kurgulamalıdır. Böbrek hastalarının tedavisini sağlayan tıbbi araçları bulanlar, Mars'ta su arayan robotu icat edenler, türlü aşıları bulanlar… Bütün bunlar da “alimdirler”. Alim kavramını sadece fıkıh ve benzeri alanlara sıkıştırmak son derece yanlıştır. Newton da bir alimdi, yakın zamanda Nobel Kimya ödülünü alan Aziz Sancar da bir alimdir.   Alim kavramını neredeyse Hıristiyanlıktaki Azizlik gibi kutsal bir statüye dönüştürmek Müslümanlara büyük zarar vermiştir! Bütün Batı dünyasını etkileyen büyük Müslüman düşünürlerin neredeyse yüzde 99'u fıkıhçı, hadisçi değildiler! Aksine İbn-ül Heysem, Cahız, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi esasen dini olmayan bilim dallarında ürün ortaya koyan kişilerdi. Bir Fransız bilim adamı özel ilgi alanı yoksa neden Şafii ile ilgilensin ki? Ancak İbn-ül Heysem'in optik konusundaki görüşleri din farkı gözetmeksizin bütün herkesi etkilemiştir. Bugün Müslümanlar bütün insanlığa fıkıhçılar üzerinden mesaj verebiliyor mu? Eğer İslamiyet, 11. ve 12. yüzyıldaki gibi tekrar bütün dünyanın seçkin zihinleri için tekrar ilham kaynağı olmak istiyorsa mutlaka fizikçiler, filozoflar, dil bilimciler, siyaset bilimciler medeniyetin vitrinine konulmak zorundadır!
Zaman Gazetesi, 9 Şubat 2016

Sunday, June 28, 2015

Ramazan Hocalari

Televizyonda muhtemelen aldığı yüksek ücret karşılığı konuşan hoca “Bir kişi hafız olunca öbür dünya yetmiş kişiye şefaat edecek” diyor.

O zaman marangoz, makale yazmaya çalışan akademisyen, yeni patent için uğraşan girişimci olmanın ne anlamı var? Hepimiz işimizi bırakıp hafız olalım.

Her yıl olduğu gibi bu yılki Ramazan ayında da cami kürsüsünden, ekrandan insanlara bildiğimiz tekrarlaranlatılıyor.

Din adına konuşanların gerçek dünya ile hiç ilgisi yok mu? İslam dünyasında bu kadar sorun varken ve başka medeniyetler Mars’ta araştırmalar yaparken bütün bunlardan nasıl kopuk halde din anlatılıyor?

Bugün dünyanın herhangi bir Müslüman ülkesinde cuma hutbesinde “basın özgürlüğünün önemi” üzerine bir tanecikhutbe verilebilir mi?

Yanlış dindarlaşma

Tuhaf bir geleneksel ve kültürel dindarlık algısı üretildi. Neredeyse “hayatın hiçbir reel alanına hitap etmeyen bu algı”, kendi içinde bazı ritüellerin sürekli yapılmasını öneriyor.

“Şu kadar hatim indir, şu kadar salavat getir” gibi bir omurga üzerine kurulan bu dindarlaşma daveti, Müslümanlar’ın içinde bulunduğu tatlı uyuşukluktan rahatsız olmamasınısağlıyor.

Merdiveni kullanıp daldaki kirazları toplamak yerine sürekli merdivenin güzelliklerini, ona dokunmanın faydalarını öne çıkaran bir dindarlaşma tarzı bu.

İçinde asla “beş tane adam gibi tarih kitabı yazan cennete gider” veya “ömründe on tane patent alıp insanlığa katkıda bulunan çok sevap kazanır” gibi bir yaklaşım olmayan buyanlış dindarlaşma, Müslümanlar’ın dünyadaki fiyaskosunusorun etmiyor.

Son 50 yılda Osmanlılar’ın ve Selçuklular’ın Anadolu’ya yaptığı camilerden daha fazla cami yapmış bu dindarlaşma, halbuki camilerin ne kadar büyük bir mimari fiyaskoolduğunu göremiyor bile.

İki kahrolası strateji

Ramazan İslamı’nı anlatanlara bakınca onun “iki büyük kurnazlığın üzerine kurulduğunu” görmek mümkün:

Birincisi, sürekli olarak şu basit sorun akla getirilmiyor: “Peki, bu tahrif olmuş dinleri takip eden Batılılar neden bizden daha başarılı?”

Böylece dünya ve Müslüman arasındaki bağ öldürülüyor. Bir zaman sonra hiçbir somut etkisi olmadığı halde dindarlar,kapalı bir çevrim içinde konuşmak ve hareket etmekten zevk alır hale geliyor.

İkincisi, yanlış bir doğa algısı anlatılıyor.
“Sen istediğin kadar hatim oku maçları Barcelona kazanıyor, akıllı telefonu Amerikalı yapıyor, neden?”

Daha açık yazalım. Allah daha çok namaz kılanın veya daha çok hatim indirenin sporda, mimaride, teknolojide başarılı olacağı bir evren yaratmadı.

Allah adil ve hikmet sahibi olduğu için yarışı “daha çok hatim okuyan değil işin hakkını daha çok veren kişi” kazanıyor.

Geleneksel vaizler, bu sorunu aşmak için hemen “bu dünya onlar, ahiret Müslümanlar içindir” gibi argümanlara girerler. Müslümanlar’a “dert etmeyin dünyadaki bu geri kalmışlığı, önemli olan ahiret” demeye getirirler.

Peki, sokakları kirli, siyaseti kirli velhasıl bu dünyası mamur olmayan Müslümanlar’ın ahireti mamur ve mutlu mu olacak?

Yaşadığı ülkelerde ağaç bırakmayan, birbirini öldürmekten çekinmeyen, mesela sağlık teknolojisi alanında insanlara bir buluş ile hizmet edemeyen Müslümanlar, sırf namaz kıldığı, hatim indirdiği, sakal bıraktığı veya 15 defa umreye gittiği için Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilir mi?

Gokhan Bacik


Thursday, May 28, 2015

Diyanet ve Sünniliğin Katolikleştirilmesi

“Mercedes hikayesi” ile Diyanet etrafında yapılan tartışmaların şimdilik en büyüksosyal sonucu şudur: Diyanet -örneğin geçen yıla göre- üzerinde daha az ulusal uzlaşı olan bir kurum haline gelmiştir.

Artık toplumun önemli bir kesimi Diyanet teşkilatını “belirli bir siyasi partiye yakın olarak” görüyor.

Diyanet’i idare edenler şunu düşünmelidir: Bütün sorunlarına rağmen Diyanet teşkilatı, Cumhuriyet’in başından bugüne kadar “toplumun büyük bir kesiminin üzerinde uzlaştığı, benimsediği ve politik bir kavganın parçası görmediği” bir kurum olagelmiştir.

Yazık ki, son dönemdeki tartışmalar ile Diyanet üzerindeki bu toplumsal uzlaşı 

büyük oranda ortadan kalktı.

 Bir tür ruhbanlaşma

 
Öteden beri “İslamiyet’te ruhban sınıfı yoktur” deniliyor. Bu elbette doğru.

Ancak son Diyanet tartışmalarında kullanılan dini lider kavramı bu konuda artık bir sorun olduğuna işaret ediyor.

Dini liderlik, Katoliklik gibi Hıristiyanlık’ta veya Şiilik’te vardır. Sünni düşüncede “dini lider” diye bir şey yoktur.

Güncel tartışmada Diyanet İşleri Başkanı için “dini lider” kavramı kullanılması bu açıdan son derece yanlıştır.

Ancak pratikte neredeyse Müslümanlık’ta da bir tür “ruhban sınıfı” doğmak üzere.
Katolik ansiklopedisi ruhbanı tanımlarken ikinci şart olarak “bir meslek icra etmemeyi” belirtir.

Bir insan marangoz, akademisyen, doktor, çiftçi olmadan sadece bir dini ibadete liderlik ettiği için para kazanıyorsa bir tür “ruhbanlık” doğmuş demektir.

Üstelik “İslam’ın filan konuda ne dediğini ancak filan kurum bilebilir” denildi mi tam olarak bir tür ruhbanlık inşa edilmiştir.

Halbuki Sünni gelenekte dini bir konuda hüküm vermek bir uzmanlık sorunudur. Arapça bilen, gerekli bilimsel formasyona sahip kişiler bunu imam, vaiz, müftü olmadan da yapabilir.

Diyanet’in kuruluşundaki temel İslami sorunsal, bir insanın hükümet kararı ile müftü veya imam atandığı için otomatikman bir namazın imamlığını yapacağını veya dinsel tartışmanın nasıl sonuçlanması gerektiğini bileceğine inanmaktır.

Halbuki şeriat/din “hükümetin atadığı kişi bu işleri yapsın” demiyor “Arapça bilen, dini bilgisi daha iyi olan gibi” şartlara göre birisi imamlık yapsın diyor.
 
Cami ve para
 
Diğer önemli bir konu camilerin neredeyse fiilen bir tür “vergi toplama merkezine” dönmüş olmasıdır. Artık cuma namazlarından sonra cemaatten para toplanmasıneredeyse bir kural haline gelmiştir.

Bu işi bir rutin haline getirmek cami için hayırlı bir şey değildir.

Türkiye’de adettir “Avrupa’da papazlar cennette arsa karşılığı endülüjans sattılar” diyerek Hıristiyan tarihi ile dalga geçilir.

Ancak günümüz camisi neredeyse aynı durumda. Hocalar “ahirette cennette köşkünüzün bir taşı olarak geri dönecek” veya “sıratta geçmenize yardımcı olacak” diyerek hiç durmadan cemaatten para toplamaktalar.
 
Asıl kriz
 
Bugün Diyanet teşkilatını idare edenlerin asıl kavraması gereken yaklaşan krizdir.
Aslında Türkiye, reform öncesi Avrupa’ya çok benziyor. Her yere cami inşa ediliyor, sabah akşam din konuşuluyor, siyasiler Diyanet İşleri Başkanı’na uçak hediye etmeye kalkıyor, televizyonlarda dini sohbet anlatanlar kazandıkları paralarla oteller satın alıyor...

Aslında bütün bunlar yaklaşan “dine karşı tepkinin sinyalleri” olabilir.

Eskiler “bir şeyin kışrı ile lübbü makusen mütenasiptir” demişlerdir. Yani bir şeyinözü zayıfladıkça kabuğu kalınlaşır.

Sokağa ve siyasete bu kadar yansımış dini söylem ve görüntü aslında dinin Türkiye’de zayıflayan özünün ters bir yansıması olmasın...

Gökhan Bacık
Bugün Gazetesi
29 Mayıs 2015

Monday, April 27, 2015

Kur'ân'ın Dramı


Benim etrafımda hayatları boyu neredeyse her hafta Yasin okuyup okudukları surenin bir cümlesinin/ayetinin anlamını bilmeyen insanlar var.

Teyzelerin, amcaların velhasıl insanların bu memlekette her hafta bir araya gelip Kur’an okuyup ancak okuduklarının anlamını bilmemesi ne kadar trajik bir durum.

Kur’an’a her hafta okuyacak kadar yakın olup ama onun ne dediğini anlamayacak kadar uzak olmak.

Türkiye’de bir “Mushaf severlik” var. Anlamadan sürekli okumak şeklinde tezahür eden Mushaf severliğin, Kur’an’ı sevmek olduğunu düşünmemek lazım.

Mesela ben “her Ramazan beş kere on kere hatim indiririm” diyerek mutlu olan ancak Kur’an’ın bir sayfasının anlamını hayatı boyu merak etmemiş insanlar tanıdım.

Zaten memleketi MS 2015 yılında istila eden neo-putperestliğin temel nedeni de Kur’an’a “şeklen yakın olup ama ne dediği merak bile etmemek” değil mi?

Hz. Peygamber etrafına “Kur’an’ı okuyun” demişti. Çünkü etrafındakiler Arapça biliyordu.

Peygamberin “anlamak için okuyun” talimatının “hiç anlamadan bir kere anlamını merak etmeden tekrar tekrar öylece ezbere okuyun” şekline dönüşmüş olması üzücü.

Gökhan Bacık
Bugün Gazetesi, 26.04.2015

Thursday, February 26, 2015

Kolaylaştırıcıların Vebali

Eskiden beri otoriter rejimlerin değişik ülkelerde nasıl geliştiğini açıklamak için pek çok siyaset bilimci çalışma yapıyor.

Nasıl oldu da Hitler’in ırkçı rejimi Almanya’da yerleşti ve bu ülkeyi yönetti?
Nasıl oldu da Mussolini İtalya’da hakim oldu?

Ve nasıl oluyor da bugün halen pek çok ülkede otoriter rejimler halklarına adaletsizlik, fakirlik ve dünyada itibarsızlık verdiği halde tutunuyor?
Binlerce faktör, milyonlarca insan nasıl oluyor da akıl sahibi insanların “bu da olmaz yahu” diyeceği bir durumu kabulleniyor.

Otoriter liderler göz göre göre basın özgürlüğü başta temel hakları yok ederken kendisinden hiç beklenmeyecek kişiler nasıl bunlara gözlerini kapatıyor?

Otoriter rejimin mimarları: Kolaylaştırıcılar

Bir mahallede bir haftada 15 hırsızlık olayı olsa insanlar hırsızdan çok bekçiye yahut polise kızar.

Neden?

Çünkü hırsız zaten hırsızlık yapacaktır ama “polis niye görevini yapmıyor” diye düşünülür.

Aynı şekilde otoriterleşme bir insan doğası sorunudur. Otoriter olan lider ne yapıp edip otoriterleşme yani baskıcı bir rejim kurmak isteyecektir.
Burada sorun otoriter adamın baskıcı rejim kurması değil buna bazıkolaylaştırıcıların yardım etmesidir.

Ancak otoriterleşme gazetecileri hapse atmak, düşünce özgürlüğünü yasaklamak gibi aklı başında insanların kabul etmeyeceği bir şeydir. Ne var ki, pek çok ülkede otoriter rejimler pek çok insanı bu tuhaf duruma ikna eder. Hepimiz milyonların Hitler’i vecd içinde alkışladığı videoları biliyoruz.
Yahut internette Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a sevgisini belli etmek için yüzlerce insanın onu “dakikalarca ağlayarak nasıl alkışladığını” bugün izlemek mümkün.

İşte tam burada kolaylaştırıcılar devreye girer.

Kolaylaştırıcı kimdir?

Genelde kolaylaştırıcılar akıllıdırlar. Aslında olup bitenleri herkesten çok iyi bilirler, okurlar.

Çoğu iyi eğitim almıştır yahut çoğunun etkili bir piyasa başarısı vardır.
Kolaylaştırıcı “ülkede işlerin kötü gittiğini bildiği halde türlü kişisel çıkarlar yüzünden bu kötü gidişe katkıda bulunandır.”

Mesela kişisel sohbetlerde “canım memlekette gazetecilik mi bıraktılar” diyerek şikayet ettiği halde milletvekili olmak için “susmayı tercih eden profesör” bir kolaylaştırıcıdır.

Mesela ülkede işlerin kötüye gittiğine inandığı halde “aldığı ihalelerin tatlı lezzetiyle” susan iş adamı bir kolaylaştırıcıdır.

“Ben olmasam işler daha kötüye gider” diyerek pozisyonunu koruyan ama böylece otoriter rejimin parçası olmayı sindiren de bir tür kolaylaştırıcıdır.
“Adamlar kötü ama sayelerinde terfi ettik” diyen memur da tipik bir kolaylaştırıcıdır.

“Zaten bu memleketten bir şey olmaz ben aldığım paraya bakayım” diyen gazeteci bir kolaylaştırıcıdır.

Bu tecrübeli ve iyi eğitimli kolaylaştırıcılar otoriterleşme sürecini sevimli hale getirirler.

O nedenle otoriter bir rejimi kurumsallaştıranlar, liderin peşinden koşan milyonlar değil asıl kolaylaştırıcılardır.

Her otoriter rejim de kendini takip eden saf itaatkârların değil menfaati için rol almaya hazır bu iyi eğitimli kolaylaştırıcıların kıymetini bilir.

O nedenle bir ülke otoriterleşiyor ise asıl kolaylaştırıcıları sorgulamak gerekir.


Gökhan Bacık
Bugün Gazetesi, 28 Şubat 2015

Sunday, January 18, 2015

Meleklerin Cinsiyeti

Türkiye’de hepimiz şu “menkıbeyi” duymuşuzdur: Rivayete göre Bizans İmparatorluğu, Osmanlı kuşatması altında son saatlerini geçirirken Bizans’ın önde gelen ruhanileri meleklerin cinsiyeti tartışması yapıyormuş.

Doğrusu küçüklüğümüzde gülerek dinlediğimiz bu menkıbe neredeyse gerçek oldu.

Geçenlerde beni ziyaret eden bir televizyoncu “Birileri oturup ‘İslam’a en kapsamlı nasıl zarar veririz’ diyerek bir plan yapsa ancak bugünkü Müslümanlar’ın yaptıklarını yapın diye tavsiyede bulunurdu” dedi.

Tecavüze uğrayan kadını kırbaçlatan ulema mı ararsınız? Var.

Kardan adam yapmak putperestliktir diyen ulema mı ararsınız? Var.

Haram para ile yapılan camide namaz kılınır diyen ulema mı ararsınız? Var.

Sanki birileri “İslam’ı dünyada nefret edilir hale nasıl getiririz” diye bir plan yapmış ve uyguluyor.

Ulema nerede?

İslam dünyasında çöküntü almış başını gitmişken ulemanın gündemi içler acısı!

Demokrasi yok, şeffaflık yok, adalet yok, özgürlük yok, teknoloji yok... Bunları bıraktık tarım yok, halka yetecek ucuz et üretimi yok, mısır tohumu üretmek yok.

Ancak bu devasa sorunlar Müslüman toplumların üstüne üstüne gelirken ulemanın çoğunluğunun uğraştığı sorunlara bakın!

İslam’ın bizzat kendisine bu kadar sert eleştiriler olduğu bir zaman diliminde ahlak, yolsuzluk, özgürlük konularında ulema neden “bir aslan gibi” kükremiyor?

Neden birisi çıkıp “İslam’da düşünceye sınır getirilemez? Özgürlüğü savunmak farzdır. Özgür düşünceyi engellemek haramdır” diye İslam’ı savunmuyor?

“İslam özgürlük dinidir, medya özgürlüğünü kısıtlamak İslam’a ters bir şeydir” diyen bir tane müftü niye yok?

Başta Türkiye’de İslam’ın özgürlükçü ve diğer müspet özelliklerini savunmak gazetecilerin ve siyaset bilimcilerin mi işi?

İnsanlara İslam’ı anlatsın diye maaş alan binlerce insan neden sessiz?

Küçük sorun büyük sorun

“Namazın son oturuşunda salavatları geciktirmenin hükmü nedir” diye sorsak bunu bin bir ayrıntı ile İslam’a göre açıklamaya hazır hocalara, müftülere, vaizlere şunu söylemek lazım:

Özgürlük, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü namazın son oturuşundaki salavatları geciktirmek meselesinden daha mühimdir.

Hatta daha açık yazmak lazım; özgürlük meselesi en az namaz kadar önemlidir! Dindarlar namaza, hacca, oruca sahip çıktığı kadar özgürlüğe de sahip çıkmalıdır. Özgürlük ve Müslümanlık at başı gider. Bir bireyin özgürlüğünü ne kadar kısarsanız onun Müslümanlığını da o kadar zorlaştırırsınız.

Kurban mevsimi “kurban edilecek hayvanı kesecek bıçak şu kadar keskin olmalı hayvan acı çekmemeli” diye vaaz verenler her gün “kör bıçaklarla” onlarca Müslüman’ın öldürüldüğünü görmüyor mu?

Batı’ya küfretmeyelim eleştirelim

Her önemli olaydan sonra koro halinde Batı’ya küfretmek sadece hararetimizi alıyor. Küfretmek yerine Batı’ya soğukkanlı ve eleştirel bakmak gerekiyor.

Batı’dan sistematik olarak nefret eden insanlar yetiştirmek uzun vadede başta İslam’a zarar verecektir.

“Düşmana küfretmenin şehvete varan tadı” küresel olarak hiçbir dengeyi ciddi biçimde değiştirmez. Bu tür şeyler sadece iç politikada sadakati artırır.

Şunu da not etmek gerekiyor: Ne Seyyid Kutup ne Bediüzzaman ne de Mehmet Akif topyekûn Batı’yı reddetmiştir. İslami düşüncenin neredeyse bütün kutup isimleri Batı’yı seçici okumuş ve bir kalemde kötülememiştir.

“Her şeyiyle Batı kötüdür” yaklaşımı bu nedenle İslami gelenekten de kopmadır.

Gökhan Bacık, Bugün Gazetesi, 14 Ocak 2015

Wednesday, December 3, 2014

Betona Mahkumuz

Sabah akşam “yeşil alanlar” yok oluyor, “zeytinlikler” yok oluyor diye feveran ediliyor. Halbuki betona mahkumuz.

Sanayi devrimini ıskalamışız, telekomünikasyon devriminin ancak iyi bir müşterisi olabilmişiz, tarımsal tohum devriminden haberimiz bile yok, uzay çağını belgesellerden takip ediyoruz...

Velhasıl elimizde “ekonomi motorunun çarklarını” çevirecek yegane sektör beton! Dolayısıyla ne yapıp edip “beton canavarını” beslemek zorundayız.

Bu canavarı beslemek için şehirleri, yeşil alanları onun doymak bilmeyen boğazına doğru atmak zorundayız. Üstelik bu bir siyasi tercih değil. Hükümet yarın “haklısınız ben yanıldım, beton canavarına hayır” dese memlekette tarihin en büyük krizi çıkacak. Çünkü Türkiye çarklarını döndüren “enerji” betondan geliyor. Yani, siyasete kızmak boşuna. Çünkü birisi çıkıp “beton işiyle olmaz” diye alternatif bir ekonomik kalkınma modeli peşinden gitse buna sabır gösterecek kimse yok.

Türkiye’de Menderes’ten beri bütün sağ liderler “ülke şantiyeye döndü” diyerek övünür. Ülkemiz bir türlü “laboratuvara”, “kütüphaneye” dönemedi. Altyapıya yatırım yapmak, insan yetiştirmek gibi uzun süre isteyen işlerden “kaytararak” beton kolaycılığına savrulduk. Bütün hayatı boyunca tasarruf ederek bu para ile “bir ev alıp hacca gitmeyi” hayatının en büyük amacı gören bir kamuoyu da beton merkezli ekonomiye sahip çıktı. Mesela geçen on yıl boyunca uluslararası sistem Türkiye’ye zaman ve para verdi. Bu zaman ve parayı biz memleketin ekonomisini dönüştürüp bir üst lige (mesela yazılım alanı) götürmek yerine bu zamanı ve parayı toprağa gömdük. Şimdi “hadi bismillah” diye ekonomik bir dönüşüm stratejisi geliştirsek memleketin en az on yıl hiçbir şey beklemeden sabredip beklemesi lazım. On yıl sabredecek insan var mı? Yok. Çünkü “beton canavarı” günlük yaşıyor. Türkiye ekonomisi “oradan al şuraya koy”, “buradan alıp öbür tarafa ekle” şeklinde bir günlük ekonomi haline geliyor.

Çare var mı? Görünen zaman içinde beton canavarından kurtulmaya dair bir işaret bile yok. İç borçlar bu kadar yüksek iken hiçbir “akıllı” siyasetçi “beton canavarına” karşı gelemez. Bu bir tür “eroin” gibi. Yapabileceğimiz tek şey dozu artırmak ve vücut iflas edene kadar bu yanlışı bir doğru imiş gibi devam ettirmek! Uzun lafın kısası betona mahkumuz ve bu mahkumiyet bir süre daha devam edecek.

Ekonomist Yaşar Erdinç’e göre “hane halkının inşaat şirketlerine olan borcunun en az 600 milyar en çok 1 trilyon TL arasında” olduğu hesaplanıyor. Bu ise Türk bankacılık sistemindeki bütün mevduattan daha fazla! Yani “beton canavarı” hasta olursa bütün bankalardaki parayı üstüne atsak fayda etmeyecek! Dolayısıyla artık “canavarı” öldürmek imkanımızın dışında onunla yaşamaya alışmamız lazım. Düşünsenize “rantı durdurursak” sistem duracak. İnsanlar işsiz ve belki aç kalacak. O yüzden “betona hayır” sloganı felsefi olarak doğru ama fiili olarak hayalperest bir slogandır. Çünkü artık iş işten geçti. Türkiye’nin ekonomik bir dönüşüm için ne parası ne zamanı var!

Gökhan Bacık
3 Aralık 2014