Gerçekten de, Heredot veya Strabon’dan gayet iyi bildiğimiz gibi, Anadolu’daki Yunan kolonilerinin tarihi M.Ö. 5-6 yüzyıllara kadar gider. Bizans kaynaklarında ise, Peçenek, Kuman ve Uz gibi Hıristiyan Türk boylarından gelen askerlerin yanı sıra, ayrıca ‘Türkopol’ diye adlandırılan Selçuklu Türkleri ve Anadolu Türkmenlerinden oluşan Bizans birliklerinden de söz edilir. Malazgirt’te Selçuklulara karşı savaşan Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in ordusunda Hıristiyan Türklerin olduğu bilinmektedir. Yine on birinci yüzyıldan itibaren, Bizans kaynaklarında ‘Türkopoulos’ diye anılan Aksuhos, Maniakes, Kaloufes (Halife), Prosouch, Tziglognos, İsak, İsa, İlhan, Kutalmış gibi pek çok Türk ailesinin adına rastlanır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarının önemli figürlerinden Gazi Mihal ve Evrenos Beylerin de aslen Hıristiyan Türklerden olduğu söylenir.
Buna karşılık, 1437 tarihli Basel Konsili’ne sunulan Latince bir raporda, Anadolu’da yaşayan Hıristiyan din adamlarının sadece “Türk kâfirlerin kıyafetlerini giymekle kalmadıkları” onların dillerini de aldıklarından yakınılmaktadır. Rapora göre Yunanca, sadece ilahiler, İncil ve Resulün mektupları okunurken kullanılmakta, buna karşılık vaazlar Türkçe verilmekteydi.
Bugün birçok kişi Çanakkale Savaşı’nı Liman von Sanders’in değil de Mustafa Kemal’in yönettiğini sanıyor. Halbuki Mustafa Kemal, bu cephedeki onlarca ikincil komutandan biriydi. Bilindiği gibi savaş çıktığında Sofya’da ataşe olan Mustafa Kemal, savaşa katılmak için dilekçe yazmış ama Harbiye Nazırı Enver Paşa bu atamayı geciktirmişti. Mustafa Kemal’in atamasını Enver Paşa’nın İstanbul dışında olduğu sırada Harbiye Nezareti Müsteşarı ‘Topal’ İsmail Hakkı Paşa imzalamıştı.
25 Nisan’da kara harekâtı başladığında İtilaf Kuvvetleri Seddülbahir’e çıkartma yaparken, bölgeden sorumlu olan 9. Tümen Kumandanı Halil Sami, 19. Tümen’den bir tabur yardım istemişti. Mustafa Kemal bu talebe uymadı ve başka bir planı uygulamaya koydu. Bu sayede, tümeni 19 Mayıs’a kadarki dönemde önemli başarılara imza attı. Emirlere karşı gelmesi ordu içinde rahatsızlık yarattı, ancak Liman von Sanders kendisine sahip çıkarak, miralay (albay) rütbesiyle daha üst bir göreve atadı. Mustafa Kemal, 9-10 Ağustos’ta Grup Komutanı sıfatıyla Anafartalar Harekâtı (Müdafaası) sırasında yeteneklerini bir kez daha gösterdi.
Mehmed Emin (Yurdakul) 15 Eylül 1915’te yazdığı “Ordunun Destanı” adlı manzum eserinde
“Ey bugüne şahit olan Sarphisarlar
Ey kahraman Mehmet Çavuş Siperleri
Ey Mustafa Kemal’lerin aziz yeri
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yerler”
diyerek ilk işareti vermişti ama örneğin 1919 tarihli Erzurum Kongresi’ne geldiğinde herkes ‘Hamidiye Kahramanı’ Rauf Orbay’ı tanımakta ama Mustafa Kemal’i tanımamaktaydı.
Mustafa Kemal’in ‘Anafartalar Kahramanı’ olarak adlandırılması, asıl yakın dostu Ruşen Eşref (Ünaydın)’ın kendisiyle cephede yaptığı mülakatın 1930’da “Anafartalar Mülakatı” adıyla yayımlanmasından sonra olacaktı.
Ruşen Eşref, Haşan Ali Yücel’e yazdığı bir mektupta, Enver Paşa’nm Çanakkale Heyeti üyesi olarak gittiği Anafartalar’da yaptığı mülakatın ilk kez Yeni Mecmua’nın bu sayısında yayımlandığını ancak Enver Paşa’nın sansürü yüzünden toplatılan derginin daha sonra Liman von Sanders’in gayretleriyle yeniden basıldığını söyler.
1930’lara gelindiğinde bu yazı da, Liman von Sanders’in yardımcıları Vehip, Esat ve Cevad paşalar veya Mustafa Kemal’in 19. Tümenine bağlı 57. Alay komutanı Yarbay Hüseyin Avni Bey ile 27. Alay komutanı Yarbay Şefik Bey gibi diğer kahramanlar çoktan unutulmuştur.
Yine bilinen hikâyedir. Enver Paşa cepheyi ziyaret ettiğinde Anafartalar Grubu’na uğramamış, Mustafa Kemal de kızıp istifasını vermişti. Ancak Sanders, istifayı kabul etmediği gibi, Enver Paşa’dan bir yazı ile Mustafa Kemal’in gönlünü almasını istemişti. Bu ilginçtir, çünkü Mustafa Kemal bir süre önce Enver Paşa’ya bir mektup yazarak “ordunun Almanlara teslim edilmesinin sakıncalarından” söz etmiş, Liman von Sanders’e fazla güvenil- memesini istemişti. Anlaşılan Sanders’in Mustafa Kemal’in kendisi hakkındaki düşüncelerinden haberi yoktu, ya da iyi bir asker olarak olayı kişiselleştirmemişti. Ancak Mustafa Kemal bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrıldı.
Bugün birçok kişi Çanakkale Savaşı’nı Liman von Sanders’in değil de Mustafa Kemal’in yönettiğini sanıyor. Halbuki Mustafa Kemal, bu cephedeki onlarca ikincil komutandan biriydi.
**
Almanların bütün derdi, müttefik filonun Karadeniz’e açılarak zayıflamış bulunan Ruslara askerî destek gitmesini önlemekti. Bu, Almanlar için bir düşman cephesinin düşmesi demekti. Sanders’in amacı da ülkesinin kendisinden beklediği gibi, müttefik filolarım önce Çanakkale Boğazı’nda durdurmak, olmaz ise İstanbul Boğazı’ndan geçirmemekti. Alınan tüm tedbirlerin ana teması bu idi.
**
Liman von Sanders’in anılarının en can alıcı satırları ise şunlardır: “Fakat Türk Genel Karargâhı, düşman filosunun 20 Şubat’tan 1 Mart’a kadarki zaman içinde Boğaz’ı geçeceğini kabul ettiğinden, alman askerî kararlar tam anlamıyla felaketti. Bu emirler tamamen uygulansaydı, Almanya ve Avusturya, daha 1915 ilkbaharında harbe Türkiyesiz devam etmek zorunda kalacaklardı. Zira bu emirlere göre Türkiye, Çanakkale Boğazı’nı adeta terk ediyordu. .. 23 Şubat’ta Enver Paşa’ya yazdığım bir yazı ile aldıkları tedbirlerin hayal edilemeyecek kötülükler getirebileceğini bildirdim. Enver Paşa cevabında tek kelime ile olsun gerekçe göstermeden, benim görüşümü paylaşmadığını bildiriyordu. Enver Paşanın bu isabetsiz ve zararlı emirleri beni rahatsız ediyordu. 1 Mart tarihinde, bu kararların değiştirilmesine yardım etmeleri için Alman Büyükelçiliği’ne ve Askerî Kabine Şefi vasıtasıyla Alman İmparatorluğu’na başvurdum. Bu iki makam görüşümün uygulanması için ne yaptılar bilemem fakat bir şeyler yapmış olacaklar ki, baştan sona hatalı olan söz konusu kararlar hiç uygulanmadı.”
**
Aslında Çanakkale’de görev yapan Alman er, astsubay ve subayların sayısı ise en çok 500 kişiye çıkmıştı. Bunların 150 kadarı kurmay heyeti ve ordu komutanı, 200’ü istihkâm taburunun er ve subay- astsubayları, geri kalanlarının da büyük kısmı sağlık hizmetlerinde görev alan Alman askerleriydi. Bu sayılara bakınca Almanlar komutayı, Türkler ise savaşçı gücü oluşturuyorlardı diyenlere hak vermek mümkün. Ancak Almanların katkıda bulundukları başka alanlar da vardı. Örneğin Nisan ayından itibaren altı Alman denizaltısı Çanakkale bölgesinde faaliyete geçmişti. Bu denizaltı filosu kısa sürede İtilaf donanmasının korkulu rüyası oldu. Bir Alman denizaltısı 25 Mayıs’ta Majestic, iki gün sonra ise Tri- umph adlı zırhlıları torpilleyerek batırdı. Bu tarihten sonra Arc Royal uçak gemisi Ege’de rahatça keşif görevi yapamaz oldu ve İmroz’a çekildi. 7 Ağustos’ta başlayan Anafartalar Harekâtı sırasında da denizaltılar önemli rol oynadılar. 12 Ağustos’ta Alman denizaltılarının saldırısı ile Fransızlar dört, İngilizler dokuz de- nizaltılarını yitirdiler. Osmanlı Donanması da Hayreddin zırhlısını, Peleng-i Derya topçekerini, Yarhisar torpidosunu ve birkaç küçük gemisini yitirdi.
Hava kuvvetlerine Alman katkısı da az bilinir. Savaş başlar başlamaz Almanya Osmanlı İmparatorluğu’na 12 sivil pilot, 32 sivil uçak, 24 Rumpler ve Albatros B uçağı tahsis etmiş, grubun başına da Pilot Üsteğmen Serno getirilmiş, Yeşilköy’de bir talim alanı hazırlanmıştı. Ama Romanya ve Bulgaristan’ın o sırada tarafsız olması yüzünden uçakların ilk partisinin İstanbul’a getirilmesi ancak Mart 1915’te olmuştu. Bu ilk dört uçaktan üçü Çanakkale’ye gönderildi. Savaş boyunca Osmanlı hava kuvvetlerinde bulunan 415 uçağın 30’u Alman İmparatorluk Donanması’na ait deniz uçak bölüğünden, 55’i Alman ‘Paşa’ uçak birliğiydi. Çanakkale bölgesini donanma uçak bölüğü koruyordu.
Çanakkale Savaşı ile ilgili çarpıtmalardan biri de Türk tarafının verdiği ‘şehit’ sayısıyla ilgilidir. Askeri terminolojide ‘zayiat’ teriminin anlamını bilmemekten mi yoksa gerçek ‘şehit’ sayısını az bulmak yüzünden mi bilinmez ama yıllardır üniversite hocalarından cumhurbaşkanlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, ‘250 bin şehit’ten söz etmek adet olmuştur. Halbuki Genelkurmay Başkanlığı verilerine göre, Çanakkale’de 57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7.084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 ‘zayiat’ (kayıp, savaş dışı kalan) vardır. Elbette, Genelkurmay’ın Şehitlerimiz kitabında künyeleri verilen 105 gayrimüslim Osmanlı askeri ‘şehit’ sayılmazlar! Aslında yaklaşık 2,5 yıl süren ‘Kurtuluş Savaşı’ sırasında 9.900 civarında şehit ve 31 bin civarında yaralı verildiği düşünülünce 8,5 ayda kaybedilen insan sayısı korkunçtur. Ama bu rakam bile milliyetçi çevreleri tatmin etmediği için durmadan abartılır. İtilaf Devletleri’nin kayıpları konusunda da çelişkili açıklamalar olmakla birlikte genel kanı, onların ölü sayısının bizimkinden az, toplam kayıplarının eşit olduğu yolundadır. Bu da başka ilginç bir durumdur, çünkü Türk tarafı pozisyon açısından çok daha avantajlıdır.
Sonuç olarak 8,5 ay önce büyük bir kibirle Çanakkale önlerinde boy gösteren İtilaf donanmasının süklüm püklüm, fakat ciddi bir zayiat vermeden bölgeden ayrılması, özellikle İngiliz tarih yazımına ‘zafer’ olarak geçmiştir. Ama herkes Çanakkale Savaşları’nın gerçek galibinin Osmanlı tarafı olduğunu bilir. Bugün pek çok kişi Çanakkale Savaşı’nı Türk ulus-devletinin kuruluş efsanesinin prelüdü sayıyor. Bazıları ise, Osmanlı’nın Müslüman tebaasının Hıristiyan dünyaya karşı ‘cihad’ savaşı olarak kurgulamaya çalışıyor. Halbuki, Osmanlı İmparatorluğu da, adı üstünde aynen savaştığı devletler gibi emperyal bir güçtü. Savaşa, dünyanın yeniden paylaşımından pay almak için kendi arzusuyla girmişti. Dahası, İtilaf Devletleri’ni kendisine savaş ilan etmeye, dolayısıyla Çanakkale’ye saldırmaya adeta mecbur bırakmıştı. Çanakkale, Osmanlı ordularının Irak’taki Kutü’l Amara ile birlikte galip geldiği iki cepheden biriydi. Düşmanı Çanakkale’den püskürttükten üç yıl sonra, aynı donanma hiçbir engelle karşılaşmadan İstanbul’a kadar gelecek, tarih sahnesinden püskürtülen Osmanlı İmparatorluğu olacaktı.
Bütün olumsuzluklara rağmen 9-18 Kasım 1914’te 3. Ordu, Rusları Köprüköy’de durdurdu. Ama Kumandan Haşan İzzet Paşa, askerin giyim ve iaşesinin yetersizliğini ve kış şartlarını düşünerek çekilen Rusların peşine düşmedi. Enver Paşa 25 Kasım 1914 tarihinde durumu yerinde tetkik etmesi için Harbiye’den sınıf arkadaşı Yarbay Hafız Hakkı’yı cepheye gönderdi.
**
Vücudu cephede, aklı karısında olan Enver Paşa, 16 Aralık’ta Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi ve hocası Hasan İzzet Paşa’ya şöyle bağırdı:
“Hatalı davrandınız, başarılı olamadınız! Rus Ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus Ordusu’nu yok edeceksiniz!”
Yaşlı asker cesaretle cevap verdi:
“Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında bir harekât faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz!”
Enver öfkeyle haykırdı:
“Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”
**
22 Aralık günü, 3. Ordu’ya bağlı 9, 10, 11. Kolordular harekâta başladı. Zemheri denilen kışın en soğuk günleriydi. Kar kalınlığı bazı yerlerde bir metreyi geçiyordu. Sıfırın altında 39 derecelik soğuklar, düşmandan daha tehlikeliydi. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donmaya, ayakları mengene gibi sıkmaya başlıyordu. Adım atmak neredeyse imkânsızdı. Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafile. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.24 Aralık’ta Beyköy’le Kuruköy’e ulaşmayı sadece 3.200 kişi başarmıştı. “Onları teslim alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı” diye yazdı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç raporuna. Ama Enver Paşa inadından dönmedi. Acımasız emrini verdi: “Geri adım atanı üstü vuracaktır!” Ardından örnek olması için 40-50 kişi kurşuna dizildi. Daha sonraki infazlar zaten az olan kurşunların ziyan olmaması için iple yapılacaktı. Ağaçlarda donmuş insan cesetleri sallanıyordu.30 Aralık’ta Enver Paşa, yatağında donmuş ayaklarıyla yatan yaveri Kazım Bey’e kayıtsız ifadelerle bakıyordu. Bu arada 29. Tümen Kumandanı Albay Arif Bey’i “emirleri dinlemedi” diye kurşuna dizmeye kalktı.
**
1 Ocak 1915 günü Albay Hafız Hakkı Paşa başkumandan vekiline itiraf etti: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu.” Her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a doğru yola çıktı. Enver’i götüren kızak, yolda bir Rus karakol birliği ile karşılaştı ancak Rus askerleri kendisini tanımadıkları için kurtuldu. 4 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi ve Sarıkamış Harekâtı sona erdi. Paşa durumu şu Fransızca sözlerle tanımlamıştı: “Şeref hariç, her şey bitti!” Bir yandan cepheden firar hazırlıkları yapan Enver Paşa ise 8 Ocak’ta Harbiye Nezareti’ne “Ruslara karşı başlamış olan harekât Rus ordusunun kat’i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına meydan verdi” diye yazmayı ihmal etmemişti.
10 Ocak 1915’te önce Erzurum’a, oradan da otomobille Refahiye-Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaşan Enver Paşa, ilk iş olarak cepheden her gün en az bir, bazen iki mektup yazdığı karısı Naciye Sultan’a sarılmış, ardından da Cercle d’Orient Kulübü’nde verilen ziyafete katılmıştı. İstanbul gazetelerinde Genel Karargâh’ın zafer bildirisi yayımlanmıştı: “Ordumuz Sarıkamış’a dek ilerleyerek kesin başarı kazanmıştır.” O günlerde kendisine, 3. Ordu mıntıkasında yaklaşık 600 bin civarında askerin ‘zayi olduğunu’ söyleyen Harbiye Nezareti’nin Ordu İkmal Dairesi Müdür vekili Miralay Behiç (Erkin) Bey’e şöyle demişti: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”
**
Enver Paşa bunları söylerken, Hafız Hakkı Paşa, Erzurum’da tifüsten son nefesini verirken, Rusların esir aldığı on binlerce Osmanlı askeri Hazar Denizi’ndeki kıraç ve susuz Nargin (Nergis) Adası’nda, merkezî Rusya’daki Varnavino, Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına doğru götürülüyorlardı.
24 Nisan 1915 günü, yabancı basından ve kaçan esirlerden Sarıkamış faciasının aslını öğrenen halkı yatıştırmak için gazetelerde Ermenilerin düşmanla ittifak yapıp orduyu arkadan vurduğuna dair yazılar boy göstermişti. Bu konuda başı çeken Harb Mecmuası'nı çıkaran Albay Seyfı’nin de içinde bulunduğu gizli komite bir karar aldı ve İstanbul’daki Ermeni cemaatinin önde gelenlerinden oluşan 235 kişilik ilk kafile Ayaş ve Çankırı’ya doğru yola çıkarıldı. Bu kişilerin çoğundan bir daha haber alınamadı.
**
Ancak halk bunları hiç bilmedi. Sadece askere gönderdikleri evlatlarından uzun süredir haber alamadıkları için olan biteni hissediyor ama “hiç haber almamak, kötü haber almaktan evladır” deyip tevekkülle büyüklerinin açıklamalarını bekliyorlardı. Bırakın halkı, dönemin sadrazamı Said Halim Paşa bile “Sarıkamış felaketini çok sonra haber aldığını” söyleyecekti. Çünkü İttihat ve Terakki, savaş aleyhine yayınları önlemek için hükümetin resmî gazetesi sayılan Tanin haricindeki bütün gazeteleri kapatmıştı. Askerî sansür ancak 11 Haziran 1918’de kaldırıldı. Fakat Sarıkamış konusundaki sansür ancak 1921 yılında kırıldı. 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülü Şerif (İlden) Bey, 3,5 yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a geldiğinde askerliğe dönmek istemiş ama emekli edildiğini öğrenmişti. Köprülü Şerif Bey Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adlı hatıratını ancak 1921 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edebildi. Yedi yıllık suskunluk nihayet bozulmuştu. Bunu başka yayınlar izledi. Ancak Sarıkamış’ın gerçek bilançosu hiçbir zaman ortaya çıkmadı.
**
Yıllardır tartışılır, Sarıkamış’ta cepheye kaç kişi sürülmüştü, kaç kişi şehit olmuştu? Bu konuda ilk rakam 1933’te telaffuz edildi. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre ‘zayiat’ yani ‘kayıp’ sayısı 109.274 idi. Bu kayıpların ne kadarı ‘şehit’, ne kadarı ‘yaralı’, ne kadarı ‘esir’, ne kadarı ‘firari’ açıklanmamıştı. Daha sonra faciadan beri halk arasında yaygın kanaate uygun olarak “90 bin şehit verildi” dendi, ama sonra bu sayının Enver’in prestijini sarstığı görülünce sayı düşürülmeye çalışıldı. Ordunun tüm mevcudu 75 bin kişiyken, nasıl 90 bin şehit verilebilirdi ki? Tüm arşivler elinin altında olduğu halde yıllardır bu konuda bilimsel bir araştırma yayınlamamış olan Genelkurmay 18 Aralık 2007’de internet sitesine koyduğu ‘bilgi notu’yla rakamı sessizce revize etti: Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan şehit olanların sayısı 60 bindi!
Peki, bu sayılar doğru muydu? Sarıkamış’ta yaşanan hezimeti sayesinde öğrendiğimiz 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köp- rülülü Şerif (İlden) Bey’e göre 3. Ordu’nun mevcudu 190 bindi. Yani pekâlâ 90 bin şehit verilmiş olabilirdi.
Sayılar konusu bir yana bırakıldığında daha önemli soru ortaya çıkıyordu: Bu ‘zayiat’ kimin suçuydu? Harekâta karar veren, bunu komuta kademesine zorla kabul ettiren, askerleri giysisiz, iaşesiz -39 derecede cepheye süren Enver Paşa’nın suçlandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kimi çevreler, o günlerin İttihatçıları gibi Ermeni çetelerini suçladı, kimi Köprüköy’de düşmanı takip etmeyen 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’ya attı suçu, kimi en az Enver Paşa kadar hırslı ama strateji ve taktik cahili olan 10. Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’ya, kimi Osmanlı Genelkurmayı’nın başındaki Alman generali General Bronsart von Schellendorf'a...
1915 yılı sonunda Suriye’de zahire fiyatları aşırı arttı, bölgede büyük bir kıtlık yaşandı. Buna ertesi yıl veba salgını eklendi. Bütün bu felaketlerin üzerine Cemal Paşa’nın cepheye mühimmat şevkinde kullanılan trenlerin yakıt ihtiyacı için bölgedeki sedir ormanlarını katletmesi, ordunun hayvan ve yiyecek ihtiyacını karşılamak için halkın elindekilere geçersiz Osmanlı banknotları vererek el koyması eklenince Osmanlı idaresi ile bölge halkı arasındaki bağlar kopma noktasına geldi.
Bunlar olurken, Cemal Paşa’nın emriyle 1915 yılının son günlerinden başlayarak 1916 yılının Nisan ayına kadar Suriye ve Lübnan’da bir dizi tutuklama yapıldı. Suçlama devlete ihanet etmek, Fransa ve İngiltere’nin himayesinde bir Arap devleti kurmak ve Osmanlı halifeliğinin yerine bir Arap halifeliği tesis etmekti. Suriye’nin Aliye kasabasında kurulan mahkemede 200 kadar kişi yargılanmış ancak sadece üç kişi idama mahkûm edilmişti. Diğerlerine gıyaben idam, kalebentlik, kürek gibi cezalar verilmişti. Cemal Paşa kararı beğenmedi ve kendini mahkeme yerine koyarak geri kalan 23 kişinin de idam edilmesine karar verdi. İddialara göre, Mahkeme Başkanı Şükrü Bey, Cemal Paşa’nın idam cezası verirken dayandığı belgelerin eski tarihli (1913 yılına ait) olduğunu hatırlattığında Cemal Paşa “Tarih kafanda paralansın!” diye bağırmıştı.
İnfazlar 6 Mayıs 1916’da gerçekleştirildi. Yedi kişi Şam’da, 14 kişi de Beyrut’ta idam edildi. Özetle Cemal Paşa’nın Suriye ve Lübnan’daki “gaddarane idaresi’ ve özellikle idamlar Arap milliyetçiliğinde bir dönüm noktası oldu. (6 Mayıs bugün bile Suriye ve Lübnan’da ‘Şehitler Günü’dür.) İdamlardan 1,5 ay kadar sonra Mekke Şerifi Hüseyin’in kendi adına çıkardığı bir fetva ile başlayan sözde ‘Arap İsyanı’, Türk tarih yazımında ‘Arapların Türk- leri arkadan hançerlemesi’ olarak anılıyor.
23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanından sonra ortaya çıkan kargaşadan yararlanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i ilhak etmiş, Osmanlı İmparatorluğu 2,5 milyon altın emlak bedeli karşılığında bu ilhakı sineye çekmiş, 1878’den beri özerk olan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, Yunanistan, Girit’i ilhak etmek için tekrar harekete geçmişti. Bunlar İtalya’yı da cesaretlendirmişti.
Roma’daki Osmanlı Askerî Ataşesi’nden İtalyanların savaş hazırlıklarına başladığı haberleri geldiğinde, İttihatçılar İtalyanların Trablusgarp’ı işgal edeceklerine çok ihtimal vermediler çünkü çok masraflı olacak böyle bir harekâtı millî birliğini yeni kurmuş olan İtalya’nın kaldıramayacağını düşünüyorlardı.
Savaş başlarken Roma Büyükelçisi olan Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa ise, devletler hukuku ilkelerine güveniyordu. O kadar ki, İtalyanlar 23 Eylül 1911'de Osmanlı İmparatorluğu’na Trablusgarp’ın teslimi için nota verdiklerinde bile İstanbul’daki İtalyan Elçiliği’nde briç oynamaktaydı. İddialara göre notanın zarfını briç partisini bitirdikten sonra açmıştı.
29 Eylül 1911 günü İtalyan donanmasına ait iki gemi, Derne şehrini topa tutmuş, yöneticiler İstanbul’a akıl danışırken, Trablus’a karşı taarruza geçilmişti. Osmanlı birliklerinin büyük bir bölümü Yemen’deki bir isyanı bastırmakla görevlendirildiği için o sırada bölgede sadece beş bin kişilik bir kuvvet vardı. Trablusgarp’ın savaşçı valisi İbrahim Paşa ise birkaç ay evvel görevden alınmıştı. Başlangıçta 23 bin kişi olan ancak zaman içinde 100 bin kişiye kadar ulaşan İtalyan ordusunun havadan ve denizden yürüttüğü bombardıman başsız kalan halkı da askerleri de paniğe soktu. Halk iç bölgelere doğru kaçarken, askerler de kışlalara sığınmıştı.
Tarihteki ilk hava bombardımanıydı bu. 20 Ekim’e kadar Tobruk, Derne ve Bingazi peşpeşe İtalyanların eline geçti.

1906’da Selanik’te Talât, Cemal, Rahmi, Mithad Şükrü, İsmail Canpolat beyler gibi radikal unsurlar Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında örgütlendiler. 27 Eylül 1907’de bu ‘radikal’ örgütle Paris’teki ‘entelektüel’ örgüt Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşti. Daha sonra kısaca İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) olarak tanınacak olan örgüt, birleşmeden sonra entelektüel niteliğini kaybederek komitacılağa evrildi. Tarık Zafer Tunaya’ya göre Cemiyet’e muhalefet etmek vatan hainliği ile eşdeğerdeydi. Cemiyet bu cezaları yerine getirmek için ‘Cemiyetin Jandarma Teşkilâtı’ diye bir fedailer birliği oluşturmuştu. Tüzüğün 48-55. maddelerine göre, fedai teşkilatına giriş gönüllü olup, çıkmak mümkün değildi. Fedailer merkez heyeti tarafından mevcudiyeti vatan için tehlikeli olduğuna hükmedilen herkesi ortadan kaldırma konusunda yetkiliydiler, ancak gerektiğinde merkezin talimatlarını beklemeden eyleme geçme hakkına da sahiptiler. Kendisine verilen görevi 24 saat içinde yerine getirmeyen fedai cezalandırılırdı.
Cemiyetin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malum- yan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ile kurulan ittifakla dolduruldu. Şükrü Hanioğlu’na göre, İttihatçılar sadece Taşnakçılarla değil, VMORO’nun (Vnatresna makedonsko-odrinska revolucionerna organizacija, Makedonya- Edime Dahili Örgütü) sol kanadından çetelerle de işbirliği yapıyorlardı. Örneğin Enver Paşa’mn amcası Halil (Kut) Paşa, hatıratında Makedonya deneylerini anlatırken: “Türk üniforması ile yapamıyacağımı Yunan eşkıyası kıyafeti ile yapabilirdim (...) Askerlerim arasında seçtiğim kırk kişiye Yunan eşkıyalarının kıyafetini giydirdim (...) Andart kıyafeti ile münasip gördüğüm gecelerde önemli bulduğum komite reislerini yakalayıp yok ediyor ve sonra yanına bunu ben öldürdüm diye bıraktığım pusulayı Kaptan Aetos mührü ile mühürlüyordum (...) Çeteler ortadan kaldırılırken Bulgar köylerini dehşete düşürmek gerektiği için bazı köyleri ataşe verip yıkıyordum” diye yazıyordu. Ancak ilerde anlaşılacağı gibi, Taşnak ve Makedon çetecilerinin hedefi mevcut düzeni yıkmak ya da değiştirmek iken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hedefi ‘devletin bekasını sağlamaktı.’
Jön Türkler Makedonya’daki ayrılıkçı, milliyetçi hareketlerden, özellikle de Yunanlılar ve Bulgarlardan devrime adanmış 10-15 kişilik silahlı köylü gruplarının taşıdığı hayati rolü öğrendiler. Ancak, işbirliği yaptıkları VMORO’dan farklı olarak, Müslüman-Türk köylülerinin örgütlenmesinde ağırlığı, köylülere değil askerî kadrolara verdiler. Öyle ki, 1895’ten beri bu tür örgütlenmeye karşı çıktığı için genç subaylarca ağır eleştirilere uğrayan Ahmed Rıza bile (vergi ayaklanmalarının saman alevi gibi sönmesinden sonra büyük bir değişim geçirerek) genç Osmanlı subaylara “Çete Teşkili Lüzûmuna Dair Mektub” yazacak hale gelmişti. Özellikle Manastır, Resne, Ohri, Üsküp, Gev- gili, Edirne, Kosova, Drama gibi merkezlerde, İkinci ve Üçüncü Ordu’nun kadrolarının yer almadığı tek bir toplantı, tek bir gösteri, tek bir ayaklanma gerçekleşmedi. Cemiyetin fedaileri, 1908 Haziranından itibaren Balkanlarda tam bir terör estirdiler. Onlarca kişiyi ‘cemiyete karşı çıkmak’ veya ‘hafiyelik yapmak’ gibi gerekçelerle öldürdüler. Ama sadece fedailer değil Cemiyet’in ‘millî taburlar’ ve ‘alaylar’ adını verdiği birlikler ve VMORO sol kanadı çeteleri de askeri ayaklanmayla ilgisi olmayan eylemler gerçekleştirdiler.
İttihatçıların bu yöntemi çok sevdikleri 1908 sonrasında gerçekleştirdikleri suikastlardan görüldü.
Bu tarihçeye bakınca bazı araştırmacıların, Doğu Anadolu’daki vergi ayaklanmalarını öne çıkararak 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanına bir halk ayaklanması karakteri vermek istemesi gerçeği yansıtmıyor. Öncelikle, 1908’i hazırlayan kitlesel olaylar imparatorluğun Makedonya toprakları ile sınırlıydı. Doğu Anadolu’daki ayaklanmalar ise Jön Türkler’in kontrolünde değildi. Nitekim Jön Türkler Doğu’daki eksikliklerini Taşnaklarla ittifak kurarak gidermek zorunda kalmışlardı. İkinci olarak Jön Türkler’in devrimden anladığı, Osmanlı tarihi boyunca Yeniçerilerin yaptıklarından ya da 1876’da Abdülhamid’e I. Meşrutiyet’i ilan ettiren asker sivil bürokratların anladığından çok farklı değildi. Yani ‘devrim’ denilen şey, devletin içinde iktidarın el değiştirmesinden ibaretti. Üçüncü olarak, İttihatçılar için ‘anayasal devrim’ etnik kavgaları ve ayrılıkçı hareketleri önleyerek imparatorluğu kurtarmak, hatta görkemli geçmişi canlandırmak için önemliydi, yoksa 'birey ve vatandaşlık hakları' ve 'özgürlükler' için değildi. Sonuç olarak, İttihat ve Terakki başından itibaren mevcut düzeni ‘restore’ etmek üzere yola çıkmıştı. Dolayısıyla ‘1908’, yürütücülerinin ‘Aydınlanma’ felsefesinden beslenmesine rağmen ‘Aydınlanmacı’ anlamda bir ‘devrim’ değildi, daha çok kavramın 17. yüzyılda taşıdığı anlamıyla ‘restorasyoncu’ bir hareketti. İttihatçılar bireyin ve vatandaşların hak ve özgürlüklerini, ‘milletin haklarına kurban ettikleri için ‘liberal’ de değildi.

Theodore Herzl’in projesinin adı Siyonizm’di. ‘Siyon’ eski Kudüs’ün duvarlarının dışındaki kutsal bir tepenin adıydı ve Yahudi/Musevi tarihi boyunca Kudüs’le eş anlamlı olarak kullanılmıştı. Dahası binlerce yıl önce yurtlarından kovulmuş Yahudi halkının Filistin’e dönme arzu ve özlemini sembolize etmişti.Projesindeki dinsel referanslara rağmen, Herzl’in Siyonizm’i, dinsel değil, seküler, siyasi bir projeydi.
Siyonist hareketin Herzl’den sonraki ikinci adamı olan Max Nordau da Torah (Yahudi) inancını gençliğinde terk etmiş, Protestan bir Almanla evlenmiş, Alman kültürünü benimsemiş (Asimilasyonist) bir şahsiyetti. Herzl, Nordau ve diğer tüm Siyonist önderler, Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre Yahudi dini ve Mesih inancı, Yahudilerin rehavete kapılmalarına neden oluyor, devletlerini kurmak için çaba göstermelerini engelliyordu.
Nitekim Siyonistlere iki gruptan tepki geldi. Asimilasyoncu Yahudiler Siyonizm’in boş yere düşman kazanıp rahatlarını bozmaktan başka bir işe yaramayacağını savunuyorlardı. Pek çok haham ve rabbi ise Yahudiliğin kutsal sembollerinden olan İsrail topraklarını kutsallıktan çıkaracağını (seküler hale getirileceğini) ileri sürerek, Siyonizm’i adeta bir küfür sayıyorlardı. Ancak daha sonra bazı din adamları, Filistin’de kurulacak bir devletin, Mesih’i beklerken Yahudilik ruhunun ayakta kalması için iyi bir durak olacağını düşünerek Siyonizm’e destek verince, Siyonizm hem seküler, hem dinsel unsurları etrafında toplamayı başardı. Herzl başkanlığında, 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nde Dünya Siyonist Örgütü kurularak, uluslararası çapta örgütlenmenin ilk adımı atıldı ve her yıl yapılan kongrelerle Yahudilere bir yurt arama girişimlerine hız verildi.
Olayı soruşturmak üzere kurulan komisyon yüzlerce tanık dinledi, binlerce sayfa fezleke tuttu. Suikastçıların bir bölümü ölmüş, bir bölümü yurtdışına kaçmıştı. Planlar hakkında her türlü bilgiye sahip olduğu sanılan Hacı Nişan Minayan adlı komitacı konuşmamak için bileklerini teneke ile keserek intihar etmişti.
Mahkemenin karar vermesinden bir gün önce yani 17 Aralık 1905 günü Belçika Hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’na bir nota verdi. İstanbul Belçika’nın notasına kulak asmadı ve Joris’i 18 Aralık 1905 günü idama; diğer sanıkları da hapse mahkûm etti. Ama Belçika olayın peşini bırakmadı. Baskının nasıl, sonuçlandığını Abdülhamid’in Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarından okuyalım: “Bir gece Brüksel’den Yıldız’a bir telgraf geldi. Bu telgrafta Joris’in affı dileniyordu. Telgraf rica ve tehdit ile karışık bir ifade ile yazılmıştı. Joris hapishane hücresinden saraya getirildi, padişahla bilvasıta [aracısız] görüştü, Ermeni komitaları aleyhine çalışmak ve bunların durumları, hareketleri hakkında bilgi vermek üzere para karşılığında Sultan Hamid’in hizmetine girdi, beş yüz altın yolluk bağışlanarak Sirkeci’den trene bindirildi ve gitti. Sultan Hamid’i ortadan kaldırmak için görev kabul etmiş olan Joris, çok geçmeden Sultan Hamid’in hafiyeliğini alarak Avrupa’ya döndü ve hayli hizmet etti.
Abdülhamid’in suikastçılara karşı tavrı ilginçti ancak tanıdıktı. 33 yıllık iktidarının yaklaşık 30 yılında muhaliflerine göz açtırmayan Abdülhamid döneminde siyasi nedenlerle asılan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmemişti. İdam cezaları hapse, hapis cezaları ise çoğunlukla sürgüne çevrilmişti. Sürgündeki muhaliflere uslu durmaları karşılığında maaş verilmesi ise hiç de nadir olay değildi.
Olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif (nesnel) görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani ‘tarih yoktur, tarihçi vardır’ diyenler haklıdır.
**
Geçmiş temel olarak iki nedenle hatırlanır: Birincisi geçmişin çizgisinden ayrılmamak için; İkincisi ayrılmak için. Birinci durumda geçmişi, bugünkü ihtiyaçlar doğrultusunda ‘yeniden kurma' çabası ağırlık kazanır. Geçmişin gurur verici yönleri öne çıkarılırken, kötü yanları gözden kaçırılmaya çalışılır. Özellikle Türkiye gibi yeni bir başlangıç yapma iddiasında olan toplumlar ‘geçmişe kalın bir çizgi çekme’ ve ‘bir sıfır noktası tespit ederek geleceğe yönelme’ politikalarını yaşama geçirirken çeşitli ‘bastırma’ stratejileri kullanırlar. Bastırma bazı durumlarda ‘kamusal suskunluk’, bazı durumlarda ‘resmi hatırlama yasağı’ şeklinde tezahür eder. Daha çok da ‘unutma’ ile ‘hatırlama’nın (gerçeğin başka türlü hatırlatılması da dahil) çeşitli kombinasyonları kullanılır, çünkü düşünür Frederich Nietzsche’nin (1844-1900) dediği gibi “İnsan unutmayı bir türlü öğrenemez. Hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendine. İstediği kadar ileri yürüsün, zinciri ile birlikte yürür.” Devletler de bu gerçeği gayet iyi bilir.
**
Ama ‘fazla tarih’ kadar ‘az tarih’ de iyi değildir. Çünkü bazen ancak tarihe bakarak bugünü anlayabilir, içinde yaşadığımız sorunların nasıl ortaya çıktığını, nasıl şiddetlendiğini, nasıl kemikleştiğini kavrayabiliriz. Birbirinden hak talep eden grupların, ezildiğini, mağdur edildiğini ileri sürenlerin akıl yürütme biçimlerini ancak tarihsel hikâyeyi bilirsek daha iyi anlayabiliriz. Böylece günümüzün sorunlarını çözerken, ya da geleceği inşa ederken daha az yanlış yaparız.