Showing posts with label Maria Vargas Llosa. Show all posts
Showing posts with label Maria Vargas Llosa. Show all posts

Saturday, February 9, 2019

Çöle Direnmek

Can Bahadır Yüce - Kronos


Modern edebiyatın başyapıtlarından Tatar Çölü, kavurucu bir yalnızlığın kadere dönüşmesinin romanıdır. Dino Buzzati taşlı çölün ortasındaki bir kaleye atanan Teğmen Drogo’nun hikâyesini anlatır. Kıtaya yeni çıkmış genç subay, kaleyi görür görmez geri dönmeye niyetlenecek ama ömrü o çölde geçecektir. İlk günlerde komutanına sorar: “İnsanın kalede canı sıkılmıyor mu yüzbaşım?” Aldığı cevap, kitabın anahtar cümlesidir: “İnsan alışıyor.”
Ufkumuz iyice çölleştiğinden beri arada bu romanı ve çöle alışan kahramanını düşünürüm. Çünkü kitabın görkemli alegorisi bizim gerçekliğimizi tarif ediyor: Çorak bir yaşantıya her geçen gün alışıyoruz.
Çoraklık değer erozyonuyla başlar, kültürün yitip gitmesiyle de çöle dönüşür. Mario Vargas Llosa’nın kültürün ölümü hakkındaki kitabına bir yerde değinmiştim: Çürüyen toplumlarda kültürün öldüğü bilinir, diyordu Perulu romancı, ama bu ölüm ilan edilmez.
Kültür yalnızca birtakım eylemlerin toplamı değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Bu yüzden kültürün ölümü temelde yaşama üslubunun kaybı anlamına gelir. Kültürün “uzun süren ölümü” demek belki daha doğru: T. S. Eliot konuyu irdelediği kitabını 1948’de yazmıştı. Yetmiş yıl sonra, karşımızda “Çorak Ülke” şairinin çizdiğinden daha kötü bir tablo var.
Çölleşmeye yol açan şeylerin listesini verirken entelektüellerin yerini palyaçoların almasından, kültür ile turizmi aynı zanneden sığ zihniyetten yakınıyordu Llosa. (Örnek vermiyordu ama iktidarına başlarken ilk iş olarak kültür ve turizm bakanlıklarını birleştiren bir hükümetten daha iyisini bulamazdı.) Bir “teşhir medeniyeti”nde (dinin gösteriye indirgendiği, mesela rabia işareti yapmanın önemli, rüşvet yemenin önemsiz olduğu bir toplumda) kültürün nefes almayacağını söylüyordu. Yazar yanılmıyordu—her şey gözümüzün önünde oldu.
Füsun Akatlı “kültürsüzlüğümüzün kışı” demişti, ben “çöl”ü yeğliyorum. Çöl zorlama bir teşbih değil, düpedüz kabile yasalarının geçerli olduğu bir sahra var önümüzde. İroni şu: Çölün mimarları, kültür ve medeniyet kelimelerini hâlâ dilinden düşürmüyor. Oysa bedeviler medeniyet kuramaz—olsa olsa medineyi bozarlar.
Peki, insan çölde yaşamayı kendisi seçebilir mi? Tatar Çölü‘nün asıl sarsıcı tarafı, bu sorunun cevabını yüzümüze çarpması. Çöle alışan, bir süre sonra çölü ister. Buzzati o kadar ustaca anlatır ki bunu, her şey sıradan görünür, bir yerde teğmenin mutsuzluğundan kuşkuya düşeriz. Bu çelişki, çölde yaşamak zorunda bırakılmış toplumların aldırışsızlığını da açıklar.
Bir askerin yalnızlığını değil, bir insanlık durumunu anlattığı için etkileyicidir Buzzati’nin romanı. Bir noktadan sonra çölde bekleyiş kadere dönüşür. O eşiği geçmemek, çöl taşlarına benzememek için umudu sürdürmek yetmez, eylem de gerekir. (“Ömrüm belki kendi hatam yüzünden bir çölde geçti,” diyen Tanpınar ola ki bunu anlatıyordu.) Geriye yavaşça solup giden bir gülüşün, elden kayıp gitmiş bir ömrün hikâyesi kalır.
Asıl felaket çöle hapsedilmek değil, insanın çölü içinde taşımasıdır. Çöle direnmenin yolu: Bedevileşmemek, içimizin çoraklaşmasına izin vermemek, serap gördüğümüzü söyleyenlere aldırmamak… Roman kahramanlarından öğreneceğimiz şeyler var. Teğmen Drogo ıssız çölün ortasında yıldızları görmek için gökyüzüne bakmayı unutmaz: “Sonra, karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen, gülümser.”

Saturday, November 10, 2018

Putumayo



Komisyon'un gelmesini beklerken hiç vakit kaybetmedi. Birkaç kişiyle görüştü, ama özellikle listeleri, deponun hesap defterlerini ve yönetimin kayıtlarını inceledi. Julio C. Arana Şirketi'nin, yerlilere ve ayrıca ustabaşlarıyla "çocuklar"a veresiye verilen yiyeceklerin, ilaçların, giyim eşyalarının, silahların ve araç gereçlerin fiyatlarını ne miktarda artırdığını saptamak istiyordu. Yüzdeler üründen ürüne değişiklik gösteriyordu, ama değişmeyen bir şey varsa o da, deponun, satılan bütün malzemenin fiyatlarını iki, üç, bazen beş katına kadar çıkardığıydı. Roger kendine iki gömlek, bir pantolon, bir şapka, bir çift de arazi çizmesi satın almıştı, bunların hepsini Londra'da üçte bir fiyatına satın alabilirdi. Yalnızca yerliler değil, şeflerinin emirlerini yerine getirmek için Putu-mayo'da bulunan o zavallı serserilerle kabadayılar da soyulmaktaydı. Birilerinin Peru Amazon Şirketi'ne her zaman borçlu kalmasında, ölene kadar ya da şirket onu artık işe yaramaz bulana kadar bağını koparamamasında şaşılacak bir şey yoktu.

Roger'a daha da zor gelen şey, 1893 yılına doğru ilk kauçuk tesisleri yöreye yerleşip de "baskınlar" başladığında Putumayo'da ne kadar yerli bulunduğu, şimdi 1910 yılma gelindiğindeyse geriye ne kadarının kaldığı hakkında yaklaşık bir fikir edinmesi olmuştu. Ciddi bir istatistik tutulmamıştı, bu konuda yazılanlar belirsizdi, rakamlar birinden öbürüne adamakıllı değişiyordu. En güvenilebilir hesabı yapmış olan kişi, (1905 yılında Julio C. Arana'nın topraklarının haritasını çıkarırken yörede gizemli bir şekilde ortadan kaybolan) bahtsız Fransız kâşifi ve etnologu Eugène Robuchon gibi görünüyordu. Onun hesabına göre, bölgedeki yedi kabilenin -Huitoto-lar, Ocaimalar, Muinanlar, Nonuyalar, Andoqueler, Rezı-garolar ve Boraların- nüfusu, kauçuk "uygar insanlar'ı Putumayo'ya çekmeden önce yüz bin kadar olmalıydı. Juan Tizön bu sayıyı fazla abartılı buluyordu. O, yaptığı daha farklı incelemeler ve karşılaştırmalarla, yaklaşık kırk bin rakamının gerçeğe daha yakın olacağını ileri sürüyordu. Her ne olursa olsun, bugün artık on binden fazla kişi hayatta kalabilmiş değildi. Böylelikle kauçuk tüccarlarının zorla uyguladıkları rejim, yerli nüfusunun dörtte üçünü yok etmiş bulunuyordu. Kuşkusuz pek çokları çiçek hastalığı, malarya, beriberi ve daha başka salgın hastalıkların kurbanları olmuşlardı. Ama çok büyük bir çoğunluğu, sömürü, açlık, organlarının kesilmesi, işkence kapanı ve cinayetler yüzünden yok olmuştu. Bu gidişle, soyları tamamen tükenen Iquarasi yerlilerinin başına gelen, bütün öteki kabilelerin de başına gelecekti.”


**
“Doktor Dickey, Büyük Britanya'yla Birleşik Devletlerin Amazonlar'daki acımasızlıklara çare bulma çabalarını onaylıyordu, ama kaderci ve kuşkucu bir insandı: Ona göre, oradaki gidişat değişmeyecekti, ne bugün ne de gelecekte.
"Kötülük bizim ruhumuzda, dostum," diyordu, yarı şaka yan ciddi. "Ondan bu kadar kolay kurtulamayız. Avrupa ülkelerinde ve benim ülkemde pek belli olmaz, ancak bir savaş, bir ihtilal ya da bir isyan olduğunda gün ışığına çıkar. Gözler Önüne serilmesi ve topluca yapılması için bahanelere ihtiyaç vardır. Oysa Amazonlar'da açık açık ortaya konabilir, vatanseverlik ya da din gibi haklı nedenler gösterilmeksizin en korkunç canavarlıklar gerçekleştirilebilir. Sadece ve sadece açgözlülüktür bu. Bizleri zehirleyen kötülük, insanoğlunun olduğu her yerde vardır, yüreklerimize iyice kök salmıştır.”


Joseph Conrad - Roger Casement



Dün Gee'ye sormak üzere olduğum, ama cesaret edemediğim bir sorum var," dedi Roger. "Dilekçeyi Conrad imzaladı mı? Onun adını ne avukatım andı ne de Gee."
Alice olumsuz anlamda başını salladı.

"Ben kendim ona yazarak imzasını istedim," diye ekledi, hoşnutsuz bir ifadeyle. "Gösterdiği gerekçeler belirsizdi. Zaten siyasi konularda hep kaypak olmuştur. Belki de asimile olmuş bir İngiliz vatandaşı olarak kendini çok da güvende hissetmiyordun öte yandan bir Polonyalı olarak, Almanya'dan Rusya'dan nefret ettiği kadar nefret ediyor, çünkü onlar ülkesini yüzyıllar boyunca haritadan silmişlerdi. Her neyse, bilemiyorum. Biz senin dostların olarak hepimiz buna çok üzülüyoruz. İnsan büyük bir yazar, ama siyasi konularda pısırığın teki olabiliyor. Sen bunu herkesten iyi bilirsin, Roger."

Casement başını salladı. Soruyu sorduğuna pişman olmuştu. Bilmeseydi daha iyiydi. O imzanın yokluğu, ceza indirimi dilekçesini Edmund D. Morel'in de imzalamak istemediğini avukatı Gavan Duffy'den öğrendiği zamanki kadar içini kemirecekti artık. Dostu, kardeşi Bulldog! Kongo yerlileri uğruna girdikleri savaştaki bu can yoldaşı da, savaş zamanında vatanseverce sadakat gerekçesini ileri sürerek dilekçeyi imzalamayı kabul etmemişti.

"Conrad'in dilekçeyi imzalamamış olması işleri çok fazla değiştirmez," dedi tarihçi. "Onun Asquith hükümeti üzerinde siyasi nüfuzu sıfırdır."

"Hayır, elbette değiştirmez," diye kabullendi Roger.
Belki dilekçenin başarısı ya da başarısızlığı açısından bir önemi yoktu, ama kendisi için, yüreğinin derinliklerinde önemliydi. Hücresinde umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda, kendisi de dahil olmak üzere onca insanın hayran olduğu, onun gibi prestij sahibi bir kişinin bu kritik zamanda kendisini desteklediğini, o imza aracılığıyla ona bir anlayış ve dostluk mesajı yolladığını hatırlamak, ona iyi gelebilirdi.
"Onu çok uzun zaman önce tanımıştın, öyle değil mi?" diye sordu Alice, sanki düşüncelerini okumuş gibi.

"Tam olarak yirmi altı yıl önce. 1890 Haziranı'nda Kongo'da tanımıştım," diye belirtti Roger. "Henüz yazar değildi. Ama yanlış hatırlamıyorsam bir roman yazmaya başladığını söylemişti. İlk yayımladığı Almayer'in Buda-lalığı'ydı hiç kuşkusuz. Adıma imzalanmış olarak bana yollamıştı. Bir yerlerde saklamışımdır. O zamanlar daha hiçbir şey bastırmamıştı. Denizciydi. O kuvvetli Polonya şivesi yüzünden İngilizcesi zar zor anlaşılıyordu."

"Hâlâ anlaşılmıyor," diye gülümsedi Alice. "Hâlâ o korkunç aksanıyla konuşuyor İngilizceyi. Sanki 'ağzında çakıl taşlan çiğnermiş gibi' der Bernard Shaw. Ama hoşumuza gitse de gitmese de harika yazıyor."

Roger'ın belleği, İngiliz ticaret filosunun o genç kaptanının, henüz başlamakta olan yaz mevsiminin o nemli sıcağı altında şakır şakır terleyerek, oraların yabancısı olan cildine karşı amansızca saldırıya geçen sivrisineklerin sokmalarından son derece rahatsız bir halde Matadi'ye geldiği 1890 Haziranı'ndaki o günün anısını getirmişti aklına. Saçları dökülüp alnı açılmış, kapkara sakallı, dik duruşlu, gözleri çukura kaçmış otuz yaşlarındaki bu adamın adı Konrad Korzeniowski'ydi ve Polonyalıydı, birkaç yıl önce İngiliz vatandaşlığını almıştı. Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketi'nin adamı olarak, Leopoldville-Kinshasa ile Kisangani'deki Stanley Şelaleleri arasında mal ve tüccarları getirip götüren o küçük vapurlardan birinin kaptanı olarak gelmişti. Burası vapur kaptanı olarak onun ilk görev yeriydi, bu da kafasını hayaller ve tasarılarla doldurmuştu. II. Leopold'ün, Afrika'yı uygarlaştırıp Kongoluları kölelikten, putperestlikten ve daha başka barbarlıklardan kurtarmaya azmetmiş büyük hümanist hükümdar olarak kendine bir imaj oluşturmakta kullandığı bütün o fanteziler ve mitlerle kafası dolu olarak gelmişti Kongo'ya. Asya ve Amerika denizlerinde uzun yıllar yolculuk etmiş biri olarak deneyimine, yabancı dillere yatkınlığına ve okumuşluğuna rağmen, bu Polonyalının Roger Casement'ı hemen cezbeden masum ve çocukça bir yanı vardı. Birbirlerine yakınlık duymuşlardı, o kadar ki, tanıştıkları o aynı günden, Korzeniowski'nin Le Roi des Belges adlı gemisinin dümenine geçmesi gerektiği için Leopoldville-Kinshasa'ya giden kervan yolundan yanında otuz taşıyıcıyla birlikte yola çıktığı üç hafta sonrasına kadar sabah, öğle, akşam görüşmüşlerdi.

Matadi'nin çevresinde gezintiye çıkıyorlar, sömürgenin artık var olmayan, yıkıntıları bile kalmamış ilk ve geçici başkenti Vivi'ye ve, efsaneye göre Livingstone Şelalesi'nin ilk çağlayan ve çavlanlarıyla Şeytan Kazanı'nın, Portekizli Diego Cao'yu dört yüzyıl önce durdurduğu Mpozo îrmağı'nın denize açıldığı yere kadar gidiyorlar. Lufundi düzlüğüne gittiklerinde, Roger Casement bu genç Polonyalıya, kâşif Henry Morton Stanley'in kendine yaptığı, yıllar sonra bir yangında yok olan ilk konutunun yerini göstermişti. Ama her şeyin ötesinde, pek çok şey hakkında, özellikle de Konrad'ın daha yeni ayak bastığı, Roger'ınsa artık altı yıldır bulunduğu bu çiçeği burnunda Bağımsız Kongo Devleti'nde olup bitenler üzerine uzun uzun konuşmuşlardı. Dostluk kurmalarından birkaç gün sonra, bu Polonyalı denizci, çalışmaya geldiği bu yerle ilgili olarak kafasında getirdiğinden çok farklı bir fikir edinmişti. 28 Haziran 1890 Cumartesi sabahı, Kristal Dağlarına doğru erkenden yola çıkmadan önce, Roger'la vedalaşırken dediği gibi "ırzına geçilmiş olarak" ayrılıyordu oradan. Çakıl taşlarını hatırlatan o belirgin şivesiyle aynen böyle söylemişti: "Siz benim ırzıma geçtiniz, Casement. II. Leopold hakkında, Kongo Bağımsız Devleti hakkında bildiklerimin ırzına geçtiniz. Hatta hayat hakkındaki düşüncelerimin." Sonra da dramatik bir ifadeyle yinelemişti: 

"Irzıma geçtiniz."

Roger'ın Londra'ya yaptığı yolculuklar sırasında birkaç kez yeniden görüşmüşler, ara sıra birbirlerine mektuplar yazmışlardı. O ilk buluşmadan on üç yıl sonra, 1903'ün Haziran ayında ingiltere'de bulunan Casement, Joseph Conrad'dan (artık adı böyleydi ve saygın bir yazar olmuştu), Kent'teki Hythe'da bulunan küçük kır evi Pent Çiftliği'nde bir hafta sonu geçirmek üzere davet almıştı. Romancı, karısı ve oğluyla birlikte orada sade ve münzevi bir hayat sürüyordu. Roger'ın yazarın yanında geçirdiği o iki günle ilgili çok sıcak anıları vardı. Artık saçlarının arasında gümüşi teller görünüyordu, gür bir sakalı vardı, şişmanlamış, kendini ifade ediş biçimine belli bir entelektüel azamet yerleşmişti. Ama Roger'a karşı son derece coşkulu davrandı. Roger, daha yeni okuduğu ve Kongo'da yaşanan o korkunç şeylerin olağanüstü bir betimlemesi olarak kendisini yürekten duygulandırdığını ona da söylediği, Kongo'da geçen romanı Karanlığın Yüreği için onu kutladığında, Conrad iki eliyle onu tutarak sözünü kesti.

"O kitabın ortak yazarı olarak siz görünmelisiniz, Casement," dedi, omuzlarına hafif hafif vurarak. "Sizin yardımınız olmasaydı onu dünyada yazamazdım. Gözümdeki perdeyi kaldırdınız. Afrika'yla ve Bağımsız Kongo Devleti'yle ilgili olarak. Ayrıca insan denilen o vahşi hayvan konusunda."

Yemek üstüne baş başa oturduklarında -son derece mütevazı bir aileden gelen ölçülü bir kadın olan Bayan Conrad'la çocuğu dinlenmeye çekilmişlerdi-, küçük bir ikinci kadeh Porto şarabından sonra, Roger'a, Kongolu yerlilerin iyiliği için bütün o yaptıklarından dolayı "İngilizlerin Bartolomé de las Casas'ı" diye anılmaya layık olduğunu söyledi. Roger böyle bir övgü karşısında kulaklarına kadar 
kıpkırmızı kesilmişti. Kendisi hakkında bu kadar iyi düşünceler besleyen, hem ona hem de Edmund D. Morel'e II. Leopold'e karşı açtıkları kampanyada o kadar yardım eden bir kişi, nasıl olur da yalnızca ölüm cezasının indirilmesini isteyen bir dilekçeyi imzalamaya yanaşmazdı? Bu imza onu hükümet karşısında ne gibi bir taahhüde sokabilirdi ki?

Londra'ya gittiği zamanlarda Conrad'la arada bir gerçekleşen daha başka karşılaşmalarını da hatırlıyordu. Bir keresinde Grosvenor Meydanı'ndaki kendi kulübü Wellington Club'da, Dışişleri'nden meslektaşlarıyla buluştuğunda da karşılaşmışlardı. Yazar, yanındakilerden ayrıldıktan sonra kendisiyle birlikte bir kadeh konyak içmek üzere kalmasında ısrar etmişti. Matadi'ye uğramasından altı ay sonra, Polonyalı denizci oralarda yeniden göründüğünde içinde bulunduğu feci durumu hatırlamışlardı. Roger Casement, ambarlar ve taşımacılıktan sorumlu olarak aynı yerde çalışmayı sürdürüyordu. Konrad Korzeniowski, Roger'ın daha altı ay önce tanımış olduğu, umutlarla dolu, coşkulu genç adamın gölgesi bile olamazdı. Sırtına yıllar binmişti sanki, sinirleri altüst olmuştu, parazitler yüzünden mide sorunları çekiyordu. Sürekli ishal olmaktan çok kilo kaybetmişti. Keyfi kaçmış ve kötümserleşmiş olarak, kendini gerçek hekimlerin ellerine emanet edebilmek için bir an Önce Londra'ya dönmekten başka bir şeyin hayalini kurmuyordu.

“Görüyorum ki cangıllar size merhametli davranmamış, Konrad. Telaşlanmayın. Malarya böyledir, ateş düşse bile geçmesi uzun sürer."

Roger'ın hem evi hem de ofisi olan o küçük evin terasında yemek üstüne sohbet ediyorlardı. Matadi'de o gece ne ay vardı ne de yıldızlar; ama yağmur yağmıyor, sigara içerek ellerindeki kadehlerden küçük yudumlar alırlarken böceklerin vızıltısı onlara ninni gibi geliyordu.

"En kötü olanı ne cangıldı ne bu sağlıksız iklim ne de yaklaşık iki hafta boyunca beni yarı baygın bırakan hastalık ateşi," diye yakındı Polonyalı. "Beş gün üst üste kanlı sıçmama neden olan o korkunç dizanteri de değildi. En kötüsü, Casement, en kötüsü, bu lanet ülkede her gün yaşanan o korkunç şeylere tanık olmaktı. İnsan gözlerini nereye çevirse, o kara şeytanların da beyaz şeytanların da yaptıkları bütün o şeylerdi."

Konrad, şirkete ait olan ve kumanda etmesi gereken o küçük Le Roi des Belges gemisiyle Leopoldville- Kinshasa'dan Stanley Şelaleleri'ne kadar gidiş-dönüş bir yolculuk yapmıştı. Kisangani'ye doğru yaptığı bu yolculukta her şey kötü gitmişti. Kinshasa yakınlarındayken, deneyimsiz kürekçiler bir girdaba kapıldıklarından kanoları alabora olunca boğulmasına ramak kalmıştı. Malarya yüzünden, yerinden kalkacak hali olmadan, ateşler içinde yanarak küçük kamarasında yatağa serilip kalmıştı. Le Roi des Belges'in bir önceki kaptanının, köylerden birinin yerlileriyle girdiği bir tartışmada oklarla öldürüldüğünü de oradayken öğrenmişti. Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketi'nin, ücra bir yerleşim yerinde fildişi ve kauçuk toplamakta olan bir başka çalışanını gidip oradan aldığında, adam yolculuk sırasında bilinmedik bir hastalıktan ölmüştü. Ama Polonyalıyı çileden çıkaran şey, bu fiziksel talihsizlikler değildi.

"Ahlaki çöküntü, bu ülkedeki her şeyi istila eden o ruh çöküntüsü," diye tekrarladı, boğuk, kasvetli bir sesle, sanki ansızın uğursuz bir hayal görmüş gibi.

"Tanıştığımızda ben sizi hazırlamaya çalışmıştım," diye hatırlattı ona Casement. "Orada Yukarı Kongo'da karşılaşacağınız şeyler konusunda daha açıklayıcı olmadığım için üzgünüm."

Neydi onu bu kadar etkileyen? Yamyamlık gibi son derece ilkel âdetlerin bazı topluluklarda hâlâ geçerli olduğunu keşfetmek mi? Kabilelerde ve ticaret noktalarında birkaç frank karşılığında sahip değiştiren kölelerin hâlâ ortalıkta dolaşıyor olması mı? Sözde kurtarıcıların Kongoluları baskı ve köleliğin çok daha zalim biçimlerine maruz bıraktıkları mı? Yerlilerin kamçı darbeleriyle yarılmış sırtlarının görüntüsü mü kahretmişti onu? Ömründe ilk kez bir beyazın bir zenciyi, bütün bedenini yaralardan bir çapraz bulmacaya çevirene kadar kırbaçladığını görmek mi? Roger ondan ayrıntıları istememişti, ama hiç kuşku yok ki Le Roi des Belges'in kaptanı, bir an önce ingiltere'ye dönmek amacıyla üç yıllık sözleşmesini iptal ederek istifa ettiğinde, korkunç şeylere tanık olmuş biriydi. Dahası, Stanley Şelaleleri'nden dönüşünde Leopoldville-Kinshasa'dayken, Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketinin "yelekli ve şapkalı barbar" dediği müdürüyle şiddetli bir tartışmaya- giriştiğini de anlatmıştı Roger'a. Kendisi İçin uygarlık anlamına gelen İngiltere'ye dönmek istiyordu artık.

"Karanlığın Yüreği'ni okudun mu?" diye sordu Roger, Alice'e. "İnsanoğlunun oradaki görüntüsü sence doğru mu?

"Herhalde değil," diye karşılık verdi tarihçi. "Kitap yeni çıktığında bir salı akşamı bunu çok tartıştık. O roman, Afrika'nın oraya giden uygar Avrupalıları birer barbara çevirdiğini anlatan ibretlik bir öykü. Senin Kongo Raporu'nsa daha çok bunun tersini göstermişti. En kötü barbarlıkları oraya götürenlerin biz Avrupalılar olduğunu. Üstelik sen bir vahşiye dönüşmeden Afrika'da yirmi yıl yaşadın. Dahası, sömürgeciliğin ve İmparatorluğun erdemlerine inanarak gittiğinden daha uygarlaşmış olarak geri döndün."

"Conrad, Kongo'da insanoğlunun ahlaki çöküntüsünün su yüzüne çıktığını söylerdi. Yani hem beyazların, hem zencilerinkinin. Karanlığın Yüreği pek çok kez uykularımı kaçırmıştır. Bence o kitap ne Kongo'yu ne gerçekleri ne de tarihi değil, cehennemi anlatıyor. Kongo, bazı Katoliklerin salt kötülük dedikleri o korkunç görüşü anlatmak için kullanmış bir bahane."



Saturday, October 27, 2018

Kelt Rüyası



1888'in Aralık ayında, Stanley'in demiryolu inşaatında bir yılını tamamlamadan istifa ederek, Ngombe Lutete'de misyonerlik yapan Bentley çiftinin yönetimindeki Vaftizci misyonunda çalışmaya gitti. Bu kararı, Matadi'de yerleşimcilerin mahallesindeki evlerden birinde, oraya yolu üstünde geçerken uğramış olan bir kişiyle yaptığı, akşam alacakaranlıkta başlayıp günün ilk ışıklarıyla sona eren bir sohbetin ardından ani olarak almıştı. Theodore Horte, İngiliz Donanmasının eski bir subayıydı. Kongo'da Vaftizci bir misyoner olmak için İngiliz Donanması'nı bırakmıştı. Doktor David Livingstone Afrika kıtasını keşfe ve orada İncil'i öğretmeye çıktığından beri Vaftizciler oradaydılar. 

Palabala'da, Banza Manteke'de, Ngombe Lutete'de misyonlar açmışlar, Stanley Göleti yakınlarındaki Arlhington'da da yeni bir misyonun açılışını daha yeni yapmışlardı. Bu misyonları ziyaret etmekte olan Theodore Horte, vaktini birinden ötekine yolculuk ederek rahiplere yardım etmekle ve yeni merkezlerin nasıl açılabileceğine bakmakla geçiriyordu. Yaptıkları o söyleşi, Roger Casement'ta ömrünün geri kalanı boyunca hatırlayacağı, 1902 yılının ortalarında üçüncü sıtma hastalığının nekahet döneminde olduğu o günlerde de tüm ayrıntılarıyla yâd ettiği bir izlenim bırakmıştı.

Theodore Horte'u dinleyen hiç kimse, onun meslekten subay olduğunu ve bir denizci olarak İngiliz Donanması'nın önemli askerî harekâtlarına katıldığını aklının ucundan bile geçirmezdi. Ne geçmişinden söz ediyordu ne de özel hayatından. Hali tavrı terbiyeli, kibar görünümlü bir adamdı. Mat adi’de, ırmağın sularına yansıyan yıldızlarla donanmış, ne yağmur ne de bulutların olduğu bir gökyüzünün altında, saçlarını uçuran sıcak bir rüzgârın hışırtısının ara sıra duyulduğu o sakin gecede, Casement'la Horte, yan yana asılı iki hamağa uzanmış olarak yemekten sonra sohbete başlamışlar, Roger ilk başta bunun akşam yemeğinin üstüne ancak uykuları gelene kadar sürerek unutulup gidecek olan o alışıldık söyleşilerden biri olacağını sanmıştı. Ancak, sohbet başladıktan kısa bir süre sonra, kalbinin alışıldıktan çok daha fazla çarpmasına neden olan bir şey oldu. Rahip Horte'un sesindeki yumuşaklık ve sıcaklığın kendisine ninni gibi geldiğini hissetmiş, iş arkadaşlarıyla, hele hele amirleriyle -belki bir defa Herbert Ward'in dışında hiç kimseyle- asla paylaşmadığı konularda konuşma arzusuna kapılmıştı. Sanki uğursuz şeyler söz konusuymuş gibi gizlediği kaygılar, üzüntüler, kuşkulardı bunlar. Bütün bu olanların bir anlamı var mıydı? Avrupa'nın bu Afrika serüveni söylendiği, yazıldığı, sanıldığı gibi bir şey miydi? Serbest ticaret ve İncil Öğretisi aracılığıyla buraya uygarlığı, kalkınmayı, modernleşmeyi mi getiriyordu? Asayiş Gücü'nün yerli halkı cezalandırmak için çıktığı seferlerde, ellerine geçen her şeyi talan eden o hayvanların buraya uygarlık getirdiği söylenebilir miydi? O sömürgecilerin -tüccarların, askerlerin, görevlilerin, serüvencilerin- arasında acaba kaç tanesi yerlilere karşı azıcık olsun saygı duyuyor, onları kardeş olarak ya da en azından insan olarak görüyordu? Yüzde beşi mi? Her yüz kişiden biri mi? Doğrusu şuydu ki, burada geçirdiği bütün o yıllar boyunca, zencilere en küçük bir pişmanlık duymadan aldatılabilecek, sömürülebilecek, kırbaçlanabilecek, hatta öldürülebilecek ruhsuz hayvanlar gibi davranmayan Avrupalıların sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görmüştü.

Theodore Korte, genç Casement'ın böyle acıyla içini dökmesini hiç sesini çıkarmadan dinledi. Konuştuğundaysa onun ağzından duyduklarına şaşırmışa benzemiyordu. Tam tersine, kendisinin de yıllardan beri korkunç kuşkular içinde olduğunu kabullendi. Yine de, şu "uygarlık" denilen şey, en azından kuramsal olarak doğruydu. Yerlilerin hayat koşullan korkunç değil miydi? Hijyen düzeyleri, boş inançları, en temel sağlık kavramları konusundaki bilgisizlikleri onların sapır sapır dökülmelerine neden olmuyor muydu? Yalnızca hayatta kalma çabaları bile trajik değil miydi? İlkellikten çıkmaları için, bazı barbarca alışkanlıkların, sözgelimi pek çok toplulukta çocukların ve hastaların kurban edilmesi âdetinin, birbirlerini öldürdükleri savaşların, köleliğin ve bazı yerlerde hâlâ uygulanan yamyamlığın yok edilmesi yolunda Avrupa'nın onlara verebileceği çok şey vardı. Dahası, gerçek Tanrı'yı tanımaları, tapındıkları ilahların yerine Hıristiyanların Tanrısını, merhamet, sevgi ve adalet getiren Tanrı'yı koymaları onlar için iyi olmaz mıydı? Buraya pek çok kötü insanın, belki de Avrupa'nın en kötülerinin aktığı doğruydu. Bunun bir çaresi yok muydu? Yaşlı Kıta'dan iyi şeylerin de gelmesi zorunluydu. Ruhları kirlenmiş tacirlerin açgözlülüğü değil, bilim, hukuk, eğitim, insanoğlunun içinde doğuştan var olan haklar, Hıristiyan ahlakı gelmeliydi. Geri adım atmak için artık çok geç değil miydi? Sömürgeleştirmenin iyi mi kötü mü olduğunu sormakta ya da kendi kaderlerine terk edilmiş olsalardı, yanlarında Avrupalılar olmadan Kongolular daha mı iyi olurlardı diye merak etmekte yarar yoktu. Geriye dönüşün olmadığı durumlarda, acaba hiç yapılmasaydı daha mı iyi olurdu diye sorarak vakit kaybetmeye değmezdi. İşleri yoluna sokmaya çalışmak daha iyiydi. Yolunda gitmeyen şeyi düzeltmek her zaman mümkündü. Zaten İsa'nın öğrettiği en güzel şey de bu değil miydi?


Sir Roger Casement (6188264610).jpg**
Çok sonraları, o yolculuk sona erip de raporunu yazarak Kongo'dan ayrıldığında ve Afrika'da geçirdiği o yirmi yıl yalnızca bir anıya dönüştüğünde, Roger Casement, kaç kez, burada gerçekleşmekte olan bütün o korkunç şeylerin kaynağında yalnızca bir tek sözcüğün bulunduğunu söyleyecekti kendi kendine: Açgözlülüktü o sözcük. O ülke insanlarının talihsizliğine bakın ki, Kongo ormanlarında bol bol bulunan o kara altına karşı duyulan açgözlülüktü bu. Oradaki zenginlik, bu bahtsız insanların üzerine yağmış bir lanet gibiydi, işler böyle sürüp gidecek olursa, onları yeryüzünden silip yok edecekti. Üç ay on günlük o süre içinde şu sonuca varmıştı Roger: Kauçuk daha önce tükenmeyecek olursa, yüzlercesini ve binlercesini yok etmekte olan o sistemin içinde Kongolular kendileri tükenip gideceklerdi.
**
Öyleyse bu suçlara son vermek için bir şey yapabilirsiniz," diye mırıldandı Roger Casement. "Biz Avrupalılar Afrika'ya bunun için gelmedik."

"Ya, öyle mi?" diyerek dönüp ona baktı Yüzbaşı Junieux. Konsolos, subayın benzinin solduğunu fark etmişti. "Niye geldik öyleyse? Ha biliyorum: Uygarlığı, Hıristiyanlığı ve serbest ticareti getirmeye geldik. Siz buna hâlâ inanıyor musunuz, Mr. Casement?"

"Artık hayır," diye anında karşılık verdi Roger Casement. 

"Eskiden evet, inanıyordum. Hem de bütün kalbimle. Bir zamanlar olduğum o idealist gencin bütün saflığıyla uzun yıllar inandım. Avrupa'nın Afrika'ya insanların hayatlarını ve ruhlarını kurtarmaya, o vahşileri uygarlaştırmaya geldiğini sanıyordum. Şimdi artık yanıldığımı anlıyorum."

Yüzbaşı Junieux'nun yüzündeki ifade değişmiş, suratındaki o duygusuz maskenin yerini birdenbire daha insanca bir ifade almış gibi gelmişti Roger'a. Hatta o kadar ki, ahmakların layık oldukları, merhamet dolu bir sevecenlikle bakıyordu kendisine.

"Kendimi o gençlik günahımdan kurtarmaya çalışıyorum, Yüzbaşım. Coquilhatville'e kadar bunun için geldim. Sözde uygarlık adına burada işlenen suçlan en küçük ayrıntılarına kadar bunun için belgeliyorum."

"Size başarılar dilerim, Sayın Konsolos," diye gülümseyerek onu alaya aldı Yüzbaşı Junieux. "Ama size içtenlikle söylememe izin verirseniz, korkarım başarıya ulaşamayacaksınız. Bu sistemi değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bunun için artık çok geç."
Leopold used a private mercenary force, Force Publique (FP), to do his terrorising and killing. White Officers commanded black soldiers many of whom were cannibals from tribes in the upper Congo.