Showing posts with label şükür. Show all posts
Showing posts with label şükür. Show all posts
Monday, June 29, 2020
Saturday, June 6, 2020
Saturday, May 16, 2020
Sunday, October 13, 2019
Saturday, May 11, 2019
Demir Üzerine
“Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd Sûresi, 57/25.)”
“Demir ayrıca kandaki hemoglobinde, solunumda oksijenin ciğerlerden dokulara taşınmasında ve dokularda artık olan karbondioksitin tekrar ciğerlere geri taşınmasında kullanılır. Son derece stabil –Kur’ân tabiri ile ‘şedid’– olan, devasa yıldızların en merkezinde yaklaşık iki buçuk milyar derece sıcaklıkta yaratılıp fezaya supernova patlaması ile saniyede 30 bin km’lik bir hızla dağıtılan demirin hem elektron alabilme hem de verebilmede sıradışı bir esnekliğe sahip olması aldığımız her nefeste bu kadar önemlidir. Bu kadar şedid bir element adeta hayat için yumuşatılmıştır. Belki de ayette geçen ‘telyîn-i hadid’i bu şekilde de anlayabiliriz.”
**
“Risalelerden öğrendiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin hem Celâlî hem de Cemâlî tecellileri vardır. Demirin ve diğer elementlerin yıldızlarda yaratılması celalî bir tecellî olduğu gibi onun insanlara ve diğer canlılara rızık olarak indirilmesi de cemâlî bir tecellidir. Yine Bediüzzaman kâinata bakış açısı verirken şöyle diyor:
“Hâlıkın âsârından cemâdâta (mesela demirin yıldızlarda yaratılmasına) baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken (mesela demirin rızık olarak indirilmesi) merhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî bir nazarla bak.”Yine bu mesele ile alâkalı olarak ‘İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudâtın cüz’iyatına tecellî eder. Ve keza, celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazen da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir.’ diyor. Bir yıldızın supernova olarak patlaması kâinattaki en müthiş celali tecellilerinden biridir ve o celalden cemal tecelli eder. Astronomlar bir yıldızın supernova olarak patlamasını o yıldızın ‘ölmesi’ tabir ederler. İşte celâlî tecelli olan o ölümden cemâlî bir tecelli olan rızık indirilmiştir. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran” (Âl-i İmrân, 3/27) her şeyin Yüce Yaratıcısı rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş edilmiş bir nimet olarak, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ (Göklerin ve yerin Rabbi) ünvân-ı haşmetiyle demiri inzal buyuruyor ve o demirle yeryüzündeki bütün canlılara hayat bahşediyor.”
**
“Bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümûlü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Hâlbuki en büyük nimet, âmm (umûmî) ve dâimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.”
**
“Kâinatın bir Vâhid-i Ehad tarafından yaratıldığı hakikatini kabul etmeyen ve her şeyi tesadüflere havale edenler bu muhteşem birlik delillerini acaba ne ile izah edecekler? Ayrıca bu araştırmaları yapan bilim adamları belli ilmi prensiplere dayanarak ve değişik bilim dallarından faydalanarak bu neticelere vardılar. Hoyle ve Fowler elementlerin yıldızlarda yaratıldığını izah eden nucleosynthesis’i bulmak için o güne kadar tesbit edilen fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik vs. prensiplerinden ve yüzlerce bilim adamının çalışmalarından yararlandılar. İnanmayanların iddaa ettiği gibi eğer her şey bir tesadüften ibaret olsaydı, kâinatta herhangi bir şeyi anlayabilmemiz mümkün olabilir miydi? Bu noktaya dikkatleri çeken Einstein “The most incomprehensible part of the universe is that it is comprehensible – kâinatın en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır” diyerek esasen her şeyi hikmetle yapan bir Sâni-i Hâkim’in varlığını kabul etmeyenlerin ne derece kendileri ile ‘çeliştiğini’ ifade ediyordu. Her şey bir tesadüf, her şey kendi nefsine malik, her şey kendi kendine oluyorsa, o zaman biz kâinatı nasıl anlayabiliyoruz?”
Friday, January 11, 2019
Namaz ve Şükür
“Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih (sübhânallah) bir sadakadır. Her tahmid (elhamdülillah) bir sadakadır, her tehlil (La ilâhe illallah) bir sadakadır, her tekbir (Allahu ekber) bir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf bir sadakadır, nehy-i ani’l-münker bir sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz bütün bu sadakalara muadil gelir.”
İnsan, sabahleyin dinç olduğu ve işinin de yoğun olduğu bir zamanda kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabbinin huzuruna koşmak suretiyle Allah’ın kendisine verdiği mafsalların değerini derinlemesine hisseder. İşte insanın, kuşluk vakti kılacağı bu namaz bütün mafsalların şükrüne mukabil gelebilir. Beş vakit namaz da yine evveliyetle bu şükre karşılık gelebilir.
Wednesday, July 13, 2016
Kulluk ve Enaniyet
“Kulluktaki derinleşme ile enaniyet ve benliğin
kuvvetlenmesi arasında makûsen mütenasip (ters orantılı) bir durum vardır. Yani
bir insan, Allah’a (celle celâluhu) karşı kullukta ne kadar derinleşirse nefis,
enaniyet ve bencilliğine karşı o kadar temkinli davranıp içindeki menfi
duyguları o ölçüde kontrol altına alabilir. Allah’a ubûdiyetten uzak duran kişi
ise kulluktan uzaklaşmanın derecesine göre bencilleşir, egoist ve hatta
egosantrist olur. Çünkü o, kendini kendine hatırlatacak kulluk vazifesinden
uzak bulunduğundan zamanla kim olduğunu unutur da elde ettiği bütün başarıları
kendine mâl eder. Hatta başkalarının yaptığı güzel işlerin bile bir yönüyle
kendisiyle irtibatlandırılmasını arzu eder. Dolayısıyla başarı, alkış ve
takdirler bir girdap gibi sürekli onu kendi içine doğru çeker.
Hâlbuki Hak karşısında el pençe divan duran, hayatının her
karesini böyle bir şuurla geçiren insan kim olduğunu hiçbir zaman unutmaz. O
her zaman, boynu tasmalı, ayağı prangalı, âciz, zayıf, fâni bir varlık olduğu
şuuruyla hareket eder; böyle bir acz u fakr duygusu onda ibadet ve ubûdiyet
için sürekli “Daha yok mu?” arzusunu tetikler. Ne kadar ibadet yaparsa yapsın,
isterse her gün bin rekât namaz kılsın, yine de onun ağzından sürekli
“Allah’ım! Sana hakkıyla ibadet yapamadım! Ey her şeyden daha açık, daha seçik
bilinen Zât! Seni hakkıyla bilemedim. Bilseydim zaten erir giderdim.
Ey şükür hakkı olan Allah’ım! Sana hakkıyla şükredemedim.”
cümleleri dökülür. Zira böyle bir kul bilir ki, yapmış olduğu ibadetler, mazhar
olduğu nimetlerin yanında bir hiç hükmündedir.
**
Enaniyet çağında bile olsa insan, Cenab-ı Hakk’a karşı
ibadet ve ubûdiyette ne kadar derinleşirse, enaniyet o ölçüde ondan elini
eteğini çekecek ve bencilliğin alanı yavaş yavaş daralacaktır. Nasıl ki, ışık
dairesi genişledikçe zulmet dairesi daralıyor; aynen öyle de, ubûdiyetle
enaniyet arasında böyle bir zıtlık vardır. Birisi, diğerinin rağmına gelişir.
Bir insan ubûdiyette ne kadar derinleşirse, o ölçüde enaniyette sığlaşır.
Zamanla o insan her şeyi kudret-i ilâhiyeye bağlar, ortaya koyduğu
başarıların kıymetini ise O’nun rıza ve teveccühünün bulunup bulunmamasına göre
değerlendirir ve neticede enaniyet ve benlik itibarıyla tamamen erir, kendini
görmez olur, hep O’nu söyler, gezdiği her yerde O’nu haykırır.
Wednesday, February 17, 2016
Nimetlerin Çeşitliliği
İnsan günde birkaç hurma ve bir–iki bardak su ile bile hayatını sağlıklı sürdürebilecek yapıda olmasına rağmen Cenab-ı Allah, çok çeşitli yiyecekler ve içecekler lûtfetmiş ve insana bu yiyecek ve içecekleri tanıyacak, onların tadını alacak bir tatma organı vermiştir. Bu da göstermektedir ki, nimetlerin bu derece çok ve çeşitli verilmesinden maksat, onları sınır tanımadan tüketmek değil, onları tadarak kıymetlerini takdir etmek ve karşılığında Cenab-ı Allah’ı gerektiği gibi tanıyıp O’na şükretmektedir. İnsanın insanlığı ve yaratılmasındaki gaye burada yatar. Sürekli ve sınır tanımadan tüketmek, hem nimetleri ve bu nimetlerle rızıklanmayı sıradanlaştırır, hem insanı nimetleri takdir etmekten uzaklaştırır, hem de Nimet Veren’i ve O’na şükrü unutturur. Bunun neticesinde insan, Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatını tek gaye edinen kâfirler için buyrulan “Sığırların yediği gibi yerler!” kınamasının hedefi olur.
Tuesday, February 16, 2016
Mertebelerin Hikmeti
Varlıklardan hiçbiri, varlığını kendisine borçlu değildir; hepsini yaratan, Allah’tır. Cenab-ı Allah onları yokluk karanlığında bırakmamış ve varlık aydınlığına çıkarmıştır. Dolayısıyla verilen vücut mertebeleri vukuâttır, realitedir. Verilmeyen mertebeler ise imkânattır; imkânat, nihayetsizdir. Yani imkân mertebesinde bulunanlar, herhangi bir vücut mertebesiyle taltif edilebilirler. Dolayısıyla seçim, onlara bırakılmaz; onları vücut âlemine çıkaran Zât’a bırakılır. O, varlığın bütünlüğü içinde ne nasıl olması gerekiyorsa onu öyle yapar. Meselâ bir insan vücudunda her organ beyin olmak istese, vücudun varlığı mümkün olmayacağı için hiçbir organın varlığı da mümkün olmaz. Dolayısıyla Cenab-ı Allah (c.c.) hangi varlığa hangi vücut mertebesini bahşetmişse, o varlığa düşen, Cenab-ı Allah’a şükür ve hamdetmek ve mertebesinin hakkını vermektir. Mertebesinin hakkını veren en alt vücut seviyesindeki bir varlık, onun hakkını vermeyen en üst seviyedeki bir varlıktan her zaman daha değerlidir ve ona göre mükâfatını alır.
Bu meselenin bilhassa insan hayatını ilgilendiren çok önemli bir yeri vardır. Cenab-ı Allah (c.c.), insanları da aynı kapasitede yaratmaz ve yaratmamıştır. Çünkü insan hayatı, toplumların hayatı, kısaca hayat, bir yardımlaşma, dayanışma, birbirinin eksiğini kapatma, birbirinin imdadına koşma musikîsidir. Kapasite, kabiliyet, tercih ve beğenilerin farklılığı, mesleklerin farklılığını getirir; mesleklerin farklılığı ise, insanlığın hayatı için olmazsa olmaz bir zarurettir. İkinci olarak, yukarıda da arz edildiği gibi, her insan aynı kapasitede olamayacağına ve kapasitelerin farklılığı hayat için bir zaruret olduğuna göre, bazı insanların kendilerine verilen kapasiteden memnun olmayıp daha üst kapasiteler istemesi, başka insanları da aynı isteğe sevkedecektir. Böylece şikâyet ve isteklerin sonu gelmeyeceği gibi, yerleri alınmak ve yerlerinde olunmak istenen insanlar da bu defa, “Bizim suçumuz neydi ki, alt kapasitelere itildik?” şikâyetine başlayacaktır. Üçüncü olarak, “Nimet ölçüsünde külfet veya sorumluluk, külfet veya sorumluluk ölçüsünde nimet!” düsturuna göre, bir insana ne ölçüde kapasite ve nimet verilmişse ona o ölçüde iş ve sorumluluk yüklenir. Dolayısıyla önemli olan, her bir insanın kendine verilen nimetin getirdiği sorumluluğu ifa ve Allah’a şükür ve hamdetmesidir. Cenab-ı Allah, her bir insanı hangi şekil, fizik ve kapasitede, hangi zaman ve yerde, hangi aile ve topluluk içinde yaratmışsa, o insan için hayırlı olan odur.
Bu noktada bir hususa daha temas etmek gerekiyor. Özellikle günümüzde spastik veya zihin özürlü ya da her ikisiyle birlikte doğumlar çoğalmaktadır. Fıtratta aslolan, sağlam ve kusursuz doğumdur. Dolayısıyla, özürlü doğumlar, çevre şartlarının veya anne-babanın, özellikle annenin hamilelik esnasında maruz kaldığı tesirlerin neticesidir. Ama özürlü doğmada doğan çocuğun elbette bir hatası yoktur. Fakat o çocuk için de öyle doğmak, hakkında hayırlı olandır. Konuya yine “Nimet ölçüsünde külfet, külfet ölçüsünde nimet!” düsturu temelinde, dolayısıyla sorumluluk, külfet ve özellikle Âhiret noktasında yaklaştığımızda bunun böyle olduğunu çok daha iyi anlarız.
Sunday, October 25, 2015
Monday, December 22, 2014
Dünyanın Süsleri
Şu dünyadaki süslemeler, güzellikler yalnız lezzet almak veya gezip görmek için değildir. Çünkü biraz lezzet verse, ayrılıkla uzun zaman elem çektirir. Dünya, lezzetlerini tattırır, iştahını açar fakat seni doyurmaz. Zira ya onun ömrü kısadır ya da senin ... Doymaya yetmez. Demek, kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu süsler ve güzellikler, ibret ve şükür içindir; daimi olan asıl güzelliklere teşvik ve başka, çok yüce gayeler içindir.
Friday, December 12, 2014
Şükür

***
Ayrıca şükrün esasını teşkil eden hususlar itibarıyla onu şu üç bölüm içinde mütâlaa etmek mümkündür:
1. Herkes tarafından nimet olduğu kabul edilen, avam-havâs, müslim-gayr-i müslim herkesin sevip arzu ettiği nesnelere karşı şükür ki açıktır, üzerinde fazla durmaya değmez.
2. Zâhiren bir kısım sevimsiz şeylere karşı şükür ki, dış yüzü itibarıyla ağır, îfâsı zor ve ancak hadiselerin perde arkasına muttali olanlara Allah'ın lütfudur ve rızâ televvünlüdür.
3. Hayatlarını mahbûbiyet yörüngesinde sürdürenlerin şükrüdür ki, nimetlere hep nimeti veren açısından bakar, O'nun büyüklüğüyle lütufları, ihsanları duyar ve ömürlerini şuhûdun engin hazları içinde geçirirler.. kullukları ayrı bir zevk zemzemesi, gönül hayatları ayrı bir aşk u şevk tûfânı ve Hak'la münasebetleri de ayrı bir temkin disipliniyle, şuhûdun engin hazları içinde.
Böyleleri, sürekli mevcudu bağlama ve mefkudu avlama peşindedirler. Elde ettikleri mukaddes ve akdes feyizlerle her an daha bir renklenip, derinleşip yollarına devam ederken, nazar ağları da her an ayrı ayrı vâridlere serilir, avlar, dolar ve taşar...
Saturday, October 18, 2014
Hamd ve Şükür
Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah’ın nimetleri sayısız ve sonsuzdur. Sadi Şirâzî, Gülistan’ında: “Bir insan her nefeste Allah’a karşı iki şükür borçludur.” der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah’tır. Böyle bir Allah’a elbette dilinle, hâlinle, kalbinle teşekkür etmen icap eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır.
***
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hamd, Allah’a teşekkür etmenin başıdır.” buyurmaktadır. Hamd bir bakıma, Allah’tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O’na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimî olarak Allah’a teveccühün ifadesi olması itibarıyla şükürden üstündür. Hamd, ihlâs makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah’a karşı kulluğunu idrak edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek, samimî ve muhlis kimselerin şiarıdır.
***
Hamd, kendisine nimet verilenin nimetlendirme işini idrak makamıdır. O, nimetten istifade makamından çok üstündür. Üstündür çünkü nimetlendirmeyi idrak, nimet vereni anlamaya vesiledir. Onun içindir ki bu makama, “Makam-ı Mahmud” denilir. Hatta bu makamda hamîdiyet ve mahmudiyetin bir olması söz konusudur. Bu ince meseleyi şu şekilde izah edebiliriz:
Bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi: Bu hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu hususta, ondan alınacak zevk ve lezzet sadece maddesi itibarıyla ve maddesi kıymetindedir. İkincisi ise, onun bir padişah hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî kıymetin hiçbir değeri yoktur. Belki bu makamda mühim olan, bu hediyenin padişaha ait oluşudur. Şimdi böyle bir hediyeden alınacak zevk ve sürur, evvelkinden bin derece daha fazladır. Zira bu hediyeden onu veren padişaha intikal mevzuubahistir ve önemli olan da odur. Cenâb-ı Hakk’ın in’am (nimetlendirmesi) ve ihsanı karşısında da durum bundan farklı değildir. Verilen nimetlerden istifade ile bu nimetleri verene intikal etme ve O’nunla huzur bulma arasındaki fark ise küçümsenemeyecek kadar mühimdir.
***
“Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.” [İbrahim Sûresi]
***
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Hamd, Allah’a teşekkür etmenin başıdır.” buyurmaktadır. Hamd bir bakıma, Allah’tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O’na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimî olarak Allah’a teveccühün ifadesi olması itibarıyla şükürden üstündür. Hamd, ihlâs makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah’a karşı kulluğunu idrak edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek, samimî ve muhlis kimselerin şiarıdır.
***
Hamd, kendisine nimet verilenin nimetlendirme işini idrak makamıdır. O, nimetten istifade makamından çok üstündür. Üstündür çünkü nimetlendirmeyi idrak, nimet vereni anlamaya vesiledir. Onun içindir ki bu makama, “Makam-ı Mahmud” denilir. Hatta bu makamda hamîdiyet ve mahmudiyetin bir olması söz konusudur. Bu ince meseleyi şu şekilde izah edebiliriz:
Bir padişahın hediyesi bize iki hususu düşündürür. Birincisi: Bu hediyenin maddî kıymet ve değeridir ki, bu hususta, ondan alınacak zevk ve lezzet sadece maddesi itibarıyla ve maddesi kıymetindedir. İkincisi ise, onun bir padişah hediyesi olması hususudur ki, burada artık maddî kıymetin hiçbir değeri yoktur. Belki bu makamda mühim olan, bu hediyenin padişaha ait oluşudur. Şimdi böyle bir hediyeden alınacak zevk ve sürur, evvelkinden bin derece daha fazladır. Zira bu hediyeden onu veren padişaha intikal mevzuubahistir ve önemli olan da odur. Cenâb-ı Hakk’ın in’am (nimetlendirmesi) ve ihsanı karşısında da durum bundan farklı değildir. Verilen nimetlerden istifade ile bu nimetleri verene intikal etme ve O’nunla huzur bulma arasındaki fark ise küçümsenemeyecek kadar mühimdir.
***
“Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.” [İbrahim Sûresi]
Friday, March 7, 2014
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 42: Hicr Suresi'nden 3 - Ahiretin Varlığına Deliller
“Dünya, kendine has sayılamayacak kadar çok nakışla süslenmiştir. Ay ve güneş dünya sarayının lâmbaları, yerin bilhassa yüzü ise, özellikle canlılar için zengin bir mutfak ve sofra olma vazifesi görmektedir. Ağaçlar, göz alıcı güzelliklerle donanıp, gözleri tatmin ettikten sonra çeşit çeşit meyvelerini her yıl yenilenmiş olarak gözü de iştahı da doyuracak şekilde sunmaktadır. Bütün bunlar ve daha başka pek çok gerçekler, sınırsız bir kerem, ihsan ve cömertlikten izler taşımaktadır. Fakat dünya hayatının sınırlılığı, buna karşılık, bilhassa insan gibi şuurlu varlıkların emel ve arzularının sonsuza uzanıp dünyada tam tatmin olmaması, dünyanın doyma değil tatma yeri olduğunu, fakat tam tatmin için de bir başka hayatın bulunduğunu açıkça ortaya koyar. Yoksa lezzetin sona ermesi elem, elemin sona ermesi lezzettir. Eğer nimetlenme ve tatmanın sonsuz, doymanın mükemmel olduğu bir başka hayat bulunmamış olsaydı, dünya hayatının sınırlılığı, dünyada sunulan nimetleri sadece eleme çevirirdi. Bu ise, sonsuz kerem, cömertlik ve ihsana zıttır. Sonsuz cömertlik ve ihsan, sınırsız vermeyi ve ihsan etmeyi gerektirir. Bu da, ölümsüz ve sınırsız bir hayatı gerektirir. Ayrıca, ihsan ve cömertlik, teşekkür veya şükür de ister; bu, insanın fıtratına yerleştirilmiştir. İnsaniyet ancak teşekkür veya şükürle kaimdir. Sonsuz cömertlik ve Ihsan Sahibi’ne şükür için de dünya hayatı yeterli değildir; o da, sonsuz ve sınırsız bir başka âlem, bir başka hayat ve şükredeceklerin sonsuzluğunu ister.”
Friday, December 13, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 14: Maide Suresi'nden 2 - Tevbe ve Şükür
Hani bir zaman Musa halkına şöyle demişti: 'Ey Halkım! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın'.
Bir insanın gerçek insanlığı iki önemli haslette yatar ve denebilir ki bu iki haslet, ona hidayetin bahşedilmesine de vesiledir. Bunlardan biri, insanın aczini, kusurunu ve hatalarını kabul edip sürekli istiğfar hali içinde bulunması; diğeri ise, kendisine yapılan en küçük bir iyiliği bile takdir edip teşekkürle mukabele etmesidir. Nankörlük, kibir, enaniyet ve zulüm, bunların zıddı olup, küfre de sebeptir. Denebilir ki, istiğfar ve teşekkür bilmeyen insan, sureta insan da olsa, gerçekte insanlıktan çıkmış biridir. Bu bakımdan, vicdanı bütün bütün kararmamış bir kişi, hatasını kabulden kaçınmayacağı gibi, kendisine yapılan iyilikleri de takdir eder. Bu sebeple Kur’ân, insanlara bir yandan Allah’ın onlara olan nimetlerini hatırlatır ve onlardaki şükür, teşekkür duygusunu harekete geçirirken, bir yandan da bu nimetlere karşılık, düşmemeleri gerektiği halde düştükleri çukurları hatırlatarak, onları istiğfara çağırmaktadır. Bu iki husus, hem gerçek insanlık, hem de tebliğ adına çok önemlidir.
Friday, November 22, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 9: Âl-i İmran Suresi'nden
- Muhkem, anlamı açık, ifade ettiği manâ kesin olup, izahı için başka delile ihtiyaç bulunmayan demektir. Müteşabih, birden fazla manâya ihtimali bulunduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren âyettir.
- Sevgi, kâinatın bağı, varlığın mayasıdır. Kemal, zatından dolayı sevilir. Allah, Zâtı, şuûnu, sıfatları ve isimleriyle mutlak kemaldedir. Vedûd olan Allah, Kemalinden dolayı Kendi Zâtına olan kudsî ve münezzeh sevgisi, yani Kendi Kendisi’ndeki kudsî sevgi tecellisi sebebiyle kâinatı yaratmıştır. Mutlak kemaldeki bu saf ve katışıksız sevgi, varlığın mayası, kâinatın bağı ve özüdür. Allah’ın, yaratıklarına olan sevgisi, O’nun kemali nisbetindedir ve her türlü tarifin üstündedir. Bu sonsuz ve sınırsız sevgi de, öncelikle ve bütün kemaliyle, kâinatın hem çekirdeği, hem meyvesi; bütün hayatında Allah’ın tecelli ettiği ve O’nu kullarına tanıtan ve sevdiren Allah Rasûlü’nde odaklanmıştır. İnsan gibi şuurlu varlıklara düşen, Allah’ın kâinata ve bilhassa insanlara olan sevgisine mukabele etmektir; Allah’ı tanımak ve O’nu sevmektir. Allah’ı sevmek, Rasûlüllah’ı sevmeyi gerektirir; çünkü gerçek Allah sevgisinin kapısı Rasûlüllah’la açılır. Rasûlüllah’ı sevmenin hem gereği, hem ölçüsü O’na uymak, O’nun getirdiği Din’i hayata hayat yapmaktır.
- Hz. İsa’nın Kıyamet’e yakın yeryüzüne inmesiyle ilgili hadis-i şeriflerden, O’nun misyonundan hareketle, Kıyamet’e yakın tıp ilminin her zamankinden daha fazla önem ve değer kazanacağı, dolayısıyla tıp ilminde çok büyük gelişmelerin olacağı ve o zamanda İseviyet’i temsil edenlerin, bir yandan iman nuruyla kalbleri diriltirken, bir yandan da tıp ilmiyle maddî hastalıklara çare olacakları manâsı çıkarılabilir.
- Allah’ın varlığını, birliğini ve hakimiyetini kabulden diğer iman esasları, ibadeti O’na has kılmaktan bütün türleriyle ibadet, hayatı Allah’ın dinine göre tanzimden muamelat esasları doğar. Peygamberlere itaat ise, rehberlik kurumunun esasını teşkil eder.
- Kur’ân, her türlü inatlarına ve direnmelerine rağmen Ehl-i Kitap’la diyalogu kesmemekte ve bu diyalogun önce müşterek noktada başlaması gerektiğinin sinyalini vermektedir.
- Esasen, insanların çoğu iman etmese de, insan vicdanı küfre, zulme ve fıska evet demez. Ancak insan, nefsine uyarak vicdanını susturmakla ebedî azabı hak edecek şekilde küfre düşer. Ayrıca, bilhassa böylesi bir küfrü ve ona sebep olan zulmü, fıskı her insan vicdanı lânetlediği gibi, bunların ferdî ve içtimaî hayatta yaptıkları tahribat da zamanla ortaya çıkar ve dolayısıyla en azından sonraki nesillerin lânetine maruz kalır. Aradan binlerce yıl da geçse peygamberler rahmetle anılırken, zalimlerin, tağutların lânetle anılması bundandır. Asıl lânet ise, bütün gerçeklerin en açık biçimde ortaya çıkacağı Âhiret’te olacaktır.
- Sünnet’e ittiba, Kur’ân’a ve bu iki temel esasa dayanan İslâm Dini’ne ittibaın da yoludur. Sünnet, en geniş manâsıyla, Allah Rasûlü’nün fert ve toplum hayatının her bölümünde İslâm’ı uygulama yol, yöntem ve düsturlarının bütünüdür.
- Allah’ın nimetlerini sürekli hatırlama ve dolayısıyla sürekli şükür, kişiyi imandan sonra küfre düşmekten alıkoyar. Bu şekilde insan, bütün hayatı boyunca herhangi bir konuda yanlışa sapmaktan korunur.
- Apaçık gerçekleri gördükten ve tecrübe ettikten sonra insanın sapmasının en büyük sebebi, nefse uymaktır. Nefse uyma, insanları birbirlerine karşı bağye, haksız tecavüze iter. Bu da, toplumda farklı menfaat gruplarının oluşmasına yol açar ve neticede kendinde hiçbir çelişki ve ihtilâf olmayan Din’de de ihtilâflar baş gösterir. Bu ise, fert ve toplum hayatı adına artık ölüm hastalığı demektir.
- O müttakîler ki, (Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimetten, bilhassa servetten Allah için) bollukta da darlıkta da harcamada bulunur; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği halde) öfkelerini (zor da olsa) yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah, (işte böyle) ihsan sahiplerini, (Allah’ı görürcesine, en azından O’nun kendilerini gördüğünün şuuru içinde iyiliğe adanmış olanları) sever.(Al-i İmran-134)
Subscribe to:
Posts (Atom)