“Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd Sûresi, 57/25.)”
“Demir ayrıca kandaki hemoglobinde, solunumda oksijenin ciğerlerden dokulara taşınmasında ve dokularda artık olan karbondioksitin tekrar ciğerlere geri taşınmasında kullanılır. Son derece stabil –Kur’ân tabiri ile ‘şedid’– olan, devasa yıldızların en merkezinde yaklaşık iki buçuk milyar derece sıcaklıkta yaratılıp fezaya supernova patlaması ile saniyede 30 bin km’lik bir hızla dağıtılan demirin hem elektron alabilme hem de verebilmede sıradışı bir esnekliğe sahip olması aldığımız her nefeste bu kadar önemlidir. Bu kadar şedid bir element adeta hayat için yumuşatılmıştır. Belki de ayette geçen ‘telyîn-i hadid’i bu şekilde de anlayabiliriz.”
**
“Risalelerden öğrendiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin hem Celâlî hem de Cemâlî tecellileri vardır. Demirin ve diğer elementlerin yıldızlarda yaratılması celalî bir tecellî olduğu gibi onun insanlara ve diğer canlılara rızık olarak indirilmesi de cemâlî bir tecellidir. Yine Bediüzzaman kâinata bakış açısı verirken şöyle diyor:
“Hâlıkın âsârından cemâdâta (mesela demirin yıldızlarda yaratılmasına) baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken (mesela demirin rızık olarak indirilmesi) merhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî bir nazarla bak.”Yine bu mesele ile alâkalı olarak ‘İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudâtın cüz’iyatına tecellî eder. Ve keza, celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazen da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir.’ diyor. Bir yıldızın supernova olarak patlaması kâinattaki en müthiş celali tecellilerinden biridir ve o celalden cemal tecelli eder. Astronomlar bir yıldızın supernova olarak patlamasını o yıldızın ‘ölmesi’ tabir ederler. İşte celâlî tecelli olan o ölümden cemâlî bir tecelli olan rızık indirilmiştir. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran” (Âl-i İmrân, 3/27) her şeyin Yüce Yaratıcısı rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş edilmiş bir nimet olarak, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ (Göklerin ve yerin Rabbi) ünvân-ı haşmetiyle demiri inzal buyuruyor ve o demirle yeryüzündeki bütün canlılara hayat bahşediyor.”
**
“Bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümûlü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Hâlbuki en büyük nimet, âmm (umûmî) ve dâimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.”
**
“Kâinatın bir Vâhid-i Ehad tarafından yaratıldığı hakikatini kabul etmeyen ve her şeyi tesadüflere havale edenler bu muhteşem birlik delillerini acaba ne ile izah edecekler? Ayrıca bu araştırmaları yapan bilim adamları belli ilmi prensiplere dayanarak ve değişik bilim dallarından faydalanarak bu neticelere vardılar. Hoyle ve Fowler elementlerin yıldızlarda yaratıldığını izah eden nucleosynthesis’i bulmak için o güne kadar tesbit edilen fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik vs. prensiplerinden ve yüzlerce bilim adamının çalışmalarından yararlandılar. İnanmayanların iddaa ettiği gibi eğer her şey bir tesadüften ibaret olsaydı, kâinatta herhangi bir şeyi anlayabilmemiz mümkün olabilir miydi? Bu noktaya dikkatleri çeken Einstein “The most incomprehensible part of the universe is that it is comprehensible – kâinatın en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır” diyerek esasen her şeyi hikmetle yapan bir Sâni-i Hâkim’in varlığını kabul etmeyenlerin ne derece kendileri ile ‘çeliştiğini’ ifade ediyordu. Her şey bir tesadüf, her şey kendi nefsine malik, her şey kendi kendine oluyorsa, o zaman biz kâinatı nasıl anlayabiliyoruz?”