Wednesday, May 1, 2019

Ene ve Zerre Risalesi



Benliğin bir yüzünü peygamberler silsilesi, diğer yüzünü ise felsefe tutmuştur.

• Peygamberlerin yolu olan yüzü hâlis kulluğun kaynağıdır. Yani benlik, kendini kul bilir, başkasına hizmet ettiğini anlar. Mahiyeti Yaratıcısına, Sahibine işaret eder. Yani başkasının mânâsını taşıdığını bilir. Varlığı başka bir varlığa tâbidir. Yani başka bir Zât’ın varlığıyla ayakta durduğuna ve O’nun yaratmasıyla sabit olduğuna inanır. Sahipliği farazidir. 

• Benliğin ikinci yüzünü ise felsefe tutmuştur. Felsefe, benliğe mânâ-yı ismiyle, yani sadece kendisini bildiren yönüyle bakar. Onun yalnız kendi kendine işaret ettiğini söyler. Mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, diye hükmeder. Benliğin varlığını aslî ve zâtına ait görür. Yani bizzat kendinden bir varlığı olduğunu kabul eder. Bir hayat hakkı bulunduğu, tasarrufu dairesindekilerin hakiki sahibi olduğu gibi temelsiz iddialar öne sürer. Varlığını sabit bir hakikat zanneder. Vazifesini, kendine hayranlığından doğan, zâtına ait bir mükemmelleşme çabası sayar. İşte felsefeciler yollarını bunun gibi pek çok çürük esas üzerine kurmuşlardır.

**

Felsefe silsilesinin en mükemmel fertleri ve dâhileri olan Platon, Aristoteles, İbni Sina ve Farabî gibi filozoflar, “İnsanın asıl gayesi ‘teşebbüh-ü bil-vâcib’dir, yani Vâcibü’l-Vücud’a benzemektir.” deyip firavunca bir hükme varmışlar. Benliği kamçılayıp şirk derelerinde serbestçe koşturarak sebeplere, putlara, tabiata ve yıldızlara tapmaya kadar varan türlü şirk yollarında gidenlere meydan vermişler. İnsanın özünde bulunan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, noksanlık ve kusur kapılarını kapayıp kulluğun yoluna set çekmişler. Tabiata saplanmış, şirkten tamamen çıkamamış, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Peygamberler ve takipçileri ise insanın gayesi, vazifesi ilahî ahlâk ve yüksek seciyelerle ahlâklanmak, aczini bilip Cenâb-ı Hakk’ın kudretine sığınmak, zayıflığını görüp O’nun kuvvetine dayanmak, fakrını görüp rahmetine güvenmek, ihtiyacını görüp O’nun zenginliğinden yardım dilemek, kusurunu görüp af kapısını çalarak istiğfar etmek ve noksanlığını görüp O’nun kemâl vasıflarını tesbih etmektir, diye kulluğa yakışır bir hükme varmışlar.

İşte dini tanımayan felsefe böyle yolunu şaşırdığı için benlik kendi dizginini eline almış, dalâletin her türlüsüne koşmuş. Benliğin bu yüzünde bir zakkum ağacı büyüyüp insanlık âleminin yarısından fazlasını kaplamış.


**


Felsefe yolunun çürük esasları ile peygamber yolunun dosdoğru, sarsılmaz esaslarından doğan neticelerin binlerce kıyaslamasından, örnek olarak üç-dört tanesini göstereceğiz.

Mesela: Peygamberlerin rehberliğinde dinin, insanın şahsî hayatındaki neticelerinden olan “İlahî ahlâk ile ahlâklanıp Cenâb-ı Hakk’a, küçüklüğünüzün şuuru içinde yönelerek aczinizi, fakrınızı ve kusurunuzu biliniz, O’nun dergâhına kul olunuz.” düsturu nerede… Felsefenin, insanın asıl gayesinin Vâcibü'l-Vücûd Zât’a benzemek olduğunu iddia eden, kendini beğenmişçesine “Vâcibü'l-Vücûd’a benzemeye çalışınız.” diyen kaidesi nerede? Evet, insanın sınırsız acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş mahiyeti nerede; sonsuz kudret, kuvvet ve zenginlik sahibi, hiçbir şeye muhtaç olmayan Vâcibü'l-Vücûd nerede?..

**
İkinci Misal: Peygamberlerin bildirdiği düsturların toplum hayatındaki neticelerinden veyahut güneş ve aydan tut, bitkileri hayvanların imdadına, hayvanları insanın imdadına, hatta gıdalardaki zerreleri beden hücrelerinin imdadına koşturan yardımlaşma düsturu; cömertlik, ihsan ve ikram kanunu nerede... Felsefenin toplum hayatındaki düsturlarının neticesi olan ve yalnız bir kısım zalim, canavar insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını kötüye kullanmaları yüzünden ortaya çıkan mücadele kanunu nerede? Evet, felsefeciler mücadele kanununu o kadar esaslı ve geniş kabul etmişler ki, “Hayat bir mücadeledir.” diye ahmakça bir hükme varmışlar.

Üçüncü Misal: Peygamberlerin yolunun Allah’ın birliği hakkındaki yüce neticelerinden ve kıymetli düsturlarından “Bir olan şey ancak bir’den meydana gelebilir. Madem her şeyde birlik var, demek eşya bir tek Zât’ın eseridir.” mânâsındaki tevhid düsturu nerede… Eski felsefenin inanca dair olan, “Bir’den ancak bir meydana gelir.” yani, “Bir zâttan, bizzat bir tek şey ortaya çıkabilir. Başka şeyler ise vasıtalar yoluyla ondan vücuda gelir.” diyen, sınırsız zenginlik ve mutlak kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’ı aciz vasıtalara muhtaç göstererek bütün sebeplere ve vasıtalara O’nun rubûbiyetinde bir tür ortaklık veren, Hâlık-ı Zülcelâl’e “akl-ı evvel” diye bir sıfatı isnat edip âdeta O’nun mülkünü sebep ve vasıtalara bölüştürerek büyük bir şirke yol açan, inkâra ve dalâlete bulaşmış kanunu nerede? Felsefecilerin yüksek tabakası olan İşrâkiler böyle yaparsa, maddeciler ve tabiatçılar gibi aşağı tabakaların ne halt edeceklerini kıyaslayabilirsin…

**
Dördüncü Misal: Peygamber yolunun hikmetli düsturlarından sırrıyla: “Her şeyin, her canlının kendine ait neticesi ve hikmeti bir ise, Yaratıcısına ait neticeleri ve O’na bakan hikmetleri binlercedir. Her bir şeyin, mesela bir meyvenin, ağacın bütün meyveleri kadar hikmet ve neticeleri bulunur.” büyük hakikatini bildiren hikmet düsturu nerede… Felsefenin, “Her bir canlının mânâsı, neticesi sadece kendine bakar veyahut insanın menfaatleriyle ilgilidir.” diyen, dağ gibi koca bir ağaca hardal tanesi kadar bir meyve, bir netice takılması misali gayet mânâsız, gayesizlik içinde gördüğü hikmetsiz, aldatıcı düsturları nerede? 

İşte felsefenin şu çürük esasları ve vahim neticeleri yüzünden, İslam filozoflarından İbni Sina ve Farabî gibi dâhiler, görünüşteki şaşaasına aldanarak o yola girdiklerinden basit bir mümin derecesini ancak kazanabilmişlerdir. Hatta İmam Gazalî gibi bir “Hüccetü'l İslam” onlara bu dereceyi bile vermemiştir. Hem kelâm ilminin derin âlimlerinden olan Mutezile imamları, gösterişine aldanıp o yola ciddi temas ederek aklı hâkim kabul ettiklerinden ancak günahkâr ve bid’atçı birer mümin derecesine çıkabilmişlerdir. Müslüman ediplerin meşhurlarından, karamsarlığıyla bilinen Ebu’l Alâ el-Maarrî ve yetimane ağlayışıyla şöhret bulan Ömer Hayyam gibiler ise o yolun nefs-i emmareyi okşayan zevkine kapılmaları sebebiyle hakikat ve kemâl ehlince hor görülüp küfürle itham edilmiş, “Edepsizlik yapıyorsunuz, dinden çıkıyorsunuz, dinsizler yetiştiriyorsunuz.” diye men ve ikaz tokatları yemişlerdir.

**
Felsefecilerin yolunun çürük esaslarından biri de şudur: Benlik, zâtında hava gibi zayıf bir mahiyete sahip olduğu halde, kendine felsefenin uğursuz nazarıyla, mânâ-yı ismî yönüyle baktığı için âdeta buhar gibiyken yoğunlaşıp sıvı hale gelir, sonra da ülfet yüzünden ve maddiyatla meşgul olması sebebiyle sanki katılaşır. Ardından gaflet ve inkâr ile iyice donar. Sonra isyan ile bulanıp şeffaflığını kaybeder. Daha sonra o benlik gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Bütün insanlığın fikirleriyle şişer. Ve nihayet başka insanları, hatta sebepleri kendisiyle kıyaslayıp onlara –kabul etmedikleri ve uzaklaştıkları halde– birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelâl’in emirlerine karşı isyan vaziyeti alır. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acizlikle itham eder. Hatta Yüce Hâlık’ın vasıflarına karışır; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ret, inkâr veyahut tahrif eder.

EK: ENE VE HİKMETİ