Lukâcs'ın şeyleşmeden kastı, deneyimler dünyasının, ticari alışveriş kurallarından türetilen tek boyutlu genellemeler vasıtasıyla sömürgeleştirilmesidir: Yaratıcı hikâyeler dolayımıyla değil, yalnızca, bir şeyin ne kadara mal olduğuna ve bir kimsenin onun için ne kadar ödemek istediğine göre değer ve kimlik biçilmesidir söz konusu olan.
Bu ticari fetişizm, bilinç de dahil olmak üzere insani faaliyetlerin tümünü kapsar ve insan emeğine ve endüstriyel metalara bir tür aldatıcı özerklik yükler, öyle ki, bizlere onların itaatkâr izleyicisi olmak düşer. Honneth bu kavramı, öteki'ne, dünyaya ve kendimize dair algılayışlarımızı da kapsayacak biçimde genişletir, diğer bir deyişle, insanları ve var oldukları alanı yaşayan varlıklar olarak değil de tekil kimliklerden yoksun şeyler ya da nicelikler olarak gören bir toplum anlayışını katar kavrama. Honneth'e göre bu kavramların en tehlikelisi "kendi kendine-şeyleşme"dir ki bu da iş görüşmeleri, şirket eğitim programları, sanal seks siteleri, role-playing video oyunları gibi türlü faaliyette kendimizi diğerlerine sunma biçimimizde kendini gösterir. Ben bunlara, zekâmızı yadsıyan ve hak ettiğimiz yegâne hikâyelerin bizim için önceden sindirilmiş hikâyeler olduğuna bizi ikna eden edilgen okuma alışkanlarını da ekleyeceğim.
Kitabın dünyasında, bu şeyleşme süreci, editöryal çalışma olarak bilinen endüstriyel bir manipülasyon vasıtasıyla gerçekleşir. İngilizce yayım yapan tüm yayıncılık şirketlerine nüfuz eden ve (sistemin İngiliz dili pazarının etkisiyle dünya çapında yayılmasına karşın) diğer dillerde nadiren rastlanan bu endüstriyelleşmiş editöryal çalışma süreci, Honneth'in savında açıkça suçlanan birtakım yanılgılara dayanır. Bunlardan biri, ki en tehlikelisidir, edebi bir metnin "kusursuzlaştırılabilir" olduğunu varsayar: Diğer bir deyişle, yazı Platoncu bir arketipe, ideal bir edebi metin modeline ulaşma çabasında olmalıdır. Bu ideale, profesyonel okuma becerileri sayesinde, bir akortçunun ya da tamircinin görevini üstlenerek metni "kusursuzlaştırmaya" muktedir bir uzmanın, bir editörün yardımıyla erişilebilir. Edebi yaratım, bu suretle özü itibariyle "üretimi devam etmekte olan", hiçbir zaman kapalı ve nihai olmayan ve yayım anında yakalanan bir eser olarak değil ("Artık daha fazla düzeltmemek için yayımlıyoruz," demişti Meksikalı yazar Alfonso Reyes) yazarı tarafından genel hatlarıyla ortaya konan, bir editör tarafından tamamlanan ve muhtelif pazarlama ve satış uzmanlarınca onaylanan bir ürün olarak değerlendirilir.
Anthony Burgess, D. H. Lawrence'in Sons and Lovers adlı romanı için yazdığı eleştiride, bu editöryal çalışma prosedüründen yakınmıştı:
"Bu noktada, Anglo-Amerikan yayımcılık geleneğinden hesap sorulması gerektiğini düşünüyorum. Yaratıcı beceriden yoksunluğunu sanatsal beğenisiyle telafi etmiş editör, şimdiye kadar gereğinden fazla övgü aldı. Kimilerimiz Thomas Wolfe'un Maxwell Perkins'in nüfuzu altına girmeden önce ne yazdığını ya da Catch-22'nun The New Yorker'ın eski editörünün editöryal ustalığı onu biçimlendirmeden önceki halini bilmek istiyor.
Editörler hiçbir zaman orkestra partisyonlarını ya da panoramik resimleri düzeltip değiştirmiyorlar; romancılar neden sanatından anlamayan sanatçılar yerine konuyor ki?"
Daha iyi, daha mutlu bir dünya istediğimizi söylediğimizde, genellikle özel olarak kendimiz için daha iyiyi ve daha mutluyu kastederiz. Her nasıl oluyorsa, kötülüklerimizin kabahati her zaman ya komşumuzda, ya işgalcide, ya yoldan çıktığı için içimizden birinde ya da surların dışında pusuda bekleyen düşmanda, zorla içeri girmekle bizi ebediyen tehdit eden Barbarlarda yatar. Konstantinos Kavafis, ünlü bir şiirinde, artık Barbar diye bir şey olmadığının bize ansızın söylenebileceği bir günün gelebileceğini belirtir. "Peki şimdi, ne yapacağız biz böyle barbarsız?" diye sorar Kavafis. "Bir türlü çözüm yoluydu bizim için bu insanlar."
Düşman olan öteki, çok uzun zamandır "bir türlü çözüm yolu"dur. Kendimizi ondan daha iyi korumak için giderek mükemmelleştirilen toplumsal mekanizmalar kurarız, fakat barbar tehlikesini engelleme gayesiyle diktiğimiz bu koruyucu aygıtlar, genellikle, mutlu bir azınlık dışında, içimizden çoğu kişiyi de dışlamaktadır.
En eski avcı-toplayıcı toplumlardan günümüzün engin çokuluslu şirketlerine, Yunan demokrasisinden ve Inkaların ittifak ağından feodalizmin serflik sistemine ve XIX. yüzyıl Sanayi Devrimi'ne, Roma ve Çin imparatorluklarından Stalin ve Üçüncü Reich'ın hapishane rejimlerine, bu mekanizmalar birçok kereler değişmiştir. Aristoteles için, böylesi bir toplumsal yapıya sahip olmamak, polis'in dışında yaşamak ve onun themites’ine tabi olmamak -diğer bir deyişle, taştan yapılmış şehir devletin dışında var olmak ve kelimelerin yazıya geçirdiği yasalar ve geleneklere tabi olmamak- Barbarlığın ta kendisiydi.
Sanayi Devrimi'nden bu yana çoğu teknoloji ve ticaret biçimine uygulanan iktisadi model, yani mümkün olan en düşük bedelle üretip karşılığında mümkün olan en yüksek kârı elde edebilme gayesi, 1900'lerde kitap dünyasına da ulaştı.
Bu hedefe varabilmek için, kitap endüstrisinin büyük kısmı, özellikle de Anglo-Sakson dünyasında, güya matematiksel bir yöntemle hangi kitapların satacağını tahmin edip, bu tahmine göre hangi kitapların üretileceğini belirlemekle görevli uzmanlardan mürekkep bir takım oluşturuldu. Yazı işleri pazarlama birimi stratejistlerinden büyük kitapçı zincirlerinin satın alma görevlilerine ve belki de, sorumluluklarının o kadar da farkında olmayan editörler ve yaratıcı yazım öğretmenlerine kadar, kitap endüstrisinin neredeyse her üyesi, büyük ölçüde, (geleneksel anlamıyla) okurlardan değil, tüketicilerden oluşan bir kitle için yaratılan eserlerin üretim halkasının bir parçasına dönüştü. Elbette, kitap aşkıyla kitap endüstrisine girmeye yönelenlerin çoğu, asıl sorumluluklarına azimle sadık kalmaktadır, ancak bunu, özellikle büyük yayın grupları içerisinde hissedilen ve kitabı her şeyden önce satılabilir bir nesne olarak değerlendirmeye zorlayan güçlü baskıya karşın gerçekleştirirler. Edebi ahlakını muhafaza etmeyi başaran yayımcılar var tabii, fakat yayımcılıkla ilgili kararların giderek daha fazlası pazarlama birimlerine ve belli başlı kitapçı zincirlerinin satın alma görevlilerine boyun eğiyor ve neticede, eleştirel otosansür ve ticari kaygılar giderek artan bir sıklıkla yazı işleri alanına doğru sızıyor.
Endüstrinin stratejileri pervasız ve kendine yöneliktir.
Belirli bir model ("chick lit" [genç kız edebiyatı] olarak bilinen model) çerçevesinde üretilen ve buna uygun biçimde pazarlanan kitaplardan biri olan Devil Wears Prada'nın sinema versiyonunda, ana kötü karakter, moda piri Miranda Priestly, "moda zihniyetine" boyun eğmeyi reddeden masum kahramana, giydiği, kuşkusuz sıradan bir süpermarketten satın alınmış kıyafetin renginin, bir önceki sezonun titiz moda planlamasının bir sonucu olduğunu söyler; diğer bir deyişle, ticari dogmanın diktaları toplumun dokusuna öylesine derinden nüfuz etmiştir ki, bu dokunun hiçbir unsuru onların etkilerinden uzak kalamaz ve hatta günün modasını takip etmeyi bilinçli bir biçimde reddetsek dahi, yine de, "sistemin köleleri" olmaktan kaçamayız. Bu, kendi kendini doğrulayan bir gerçekliktir. Kitap endüstrisi yalnızca bu dogmayı üretmekle kalmaz, aynı zamanda dışında kalanlara çok küçük bir alan bırakır.
Kitapçı zincirleri vitrinlerini ve sergileme standlarıni en yüksek teklifi verene satarlar, böylece halk, yalnızca yayımcının ücretini ödediği eserleri görebilir. Dolayısıyla, çok satan olduğu duyurulan kitapların oluşturduğu yığınlar bir kitap dükkânındaki alanın çoğunu kaplar. Her birinin üzerinde, aynen yumurtaların üzerindeki gibi bir "son satış" tarihi vardır ki, bu da üretimin sürekliliğini teminat altına alır. Sözümona düşük kültürlü okurları hedef alan genel gazete politikasının baskısı altındaki kitap ekleri, benzer "fast-food" kitaplar için günbegün daha çok alan ayırarak "fast-food" kitapların da modası geçmiş herhangi bir klasik kadar değerli olduğu ya da okurların "iyi" edebiyatın keyfine varacak denli akıllı olmadığı izlenimini yaratırlar. Bu son nokta çok mühimdir: Endüstri bize aptal olduğumuzu öğretmek zorundadır, zira doğal yollarla aptallık edinmeyiz. Aksine, dünyaya zeki, meraklı ve öğrenmeye hevesli varlıklar olarak geliriz. Entelektüel ve estetik kabiliyetlerimizi, yaratıcı algımızı ve dil kullanımımızı bireysel ya da kolektif olarak köreltmek ve nihayetinde söndürmek, muazzam bir zaman ve çaba gerektirir.
Fransa'da, dönemin başkan adayı Nicholas Sarkozy'nin 8 Mart 2007'de bir Göçmenlik ve Milli Kimlik Bakanlığı oluşturulması önerisini sunarak surların dışında bırakılacakları ve içine alınacakları tek bir kurumda hünerli biçimde birleştirmesi özellikle dikkat çekicidir. Gerek Sarkozy'den gerekse Brown'dan daha bilge olan ve çok daha erken bir dönemde, çokkültürlü bir toplumda, MÖ III. yüzyılda İskenderiye'de yaşamış olan bir adam, "ayrılık" sorununu değerlendirmenin başka bir yolunu önermişti.
İskenderiye Kütüphanesi'nde çalışan Kyreneli Eratosthenes, ileri yaşlarında, ne yazık ki kaybolan ancak birkaç eksik parçacığı daha sonraki yazarların eserlerinde muhafaza edilmiş felsefi bir eser kaleme almıştı. Neredeyse dört yüzyıl sonra, coğrafyacı Strabon bu parçalardan bir tanesini alıntıladı. Bu bölüm, öteki kavramı hakkında şunları söylüyordu:
"Kitabının sonlarına doğru, Eratosthenes insan ırkının Yunanlılar ve Barbarlar olarak ikiye ayrılmasını reddeder ve İskender'e verilen, bütün Yunanlılara dostça ve bütün Barbarlara düşmanca davranılması yönündeki tavsiyeyi tasvip etmez. Bir ayrım kıstası olacaksa erdemlilik ve yalancılık niteliklerini kabul etmek çok daha iyidir, der. Pek çok Yunanlı yalancıdır ve pek çok Barbar da, örneğin Hintliler, Aryanlar, Romalılar ya da Kartacalılar gibi, incelikli bir uygarlığın tadını çıkarmaktadır."
Brown ya da Sarkozy'ye göre, bir toplumun kimliğinin hayatta kalmasını sağlamanın yöntemi asimilasyon ya da dışlamadır. Onların gözünde, açık kimlik yanlısı bir sosyal politika, kendi evriminin sınırlarını kabul eden bir toplumda fazlasıyla tehlikelidir, zira söz konusu toplumu bütünüyle tamnmayacak hâle düşürebilir. Onların bakış açısına göre Uruk, Enkidu'nun şehrin surları içinde Enkidu olarak yaşamasına izin verilmediği takdirde Uruk olabilir sadece. Onlar için, öteki, ya kendi kimliğinden vazgeçmeli ya da sonsuza dek bize yabancı kalmalıdır: Aslına bakılırsa, öteki'nin (öteki olarak) bizim bir parçamız olmasına izin verilmemelidir, zira söz konusu öteki'yle birleşme korkunç sonuçlar doğurabilir.
Sarkozy ve Brown, öteki'nin safi varlığının kati ölüm anlamına geldiği kimi kadim efsanelerin kıssadan hisselerini tercih etmişlerdir. Bizler, elbette ki, asla "öteki" tarafla özdeşleşmemeliyiz. Erdemli olan bizleriz, Eratosthenes'in ayrımı bizim durumumuzda dikkate alınmamalıdır, aksi takdirde kendimizi olumsuz ve gayri medeni nitelikler sergilemekle suçlananlar arasında bulabiliriz.1886'da, Smith'in British Museum odalarındaki sevinç zıplamalarının üzerinden ancak on dört yıl geçmişken, Robert Louis Stevenson The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde adlı kitabını yayımladı. Çok kimliklilik üzerine kaleme alınmış hikâyelerin muhtemelen en yetkin örneği olan bu kitapta, öteki'nin saldığı korkunun, aslında kendi içimizdekine karşı duyduğumuz korku olduğu açıkça ortaya konur.
Dört yıl sonra, Oscar Wilde aynı temayı The Picture of Dorian Gray'de inceledi, ancak ayrı iki benlik Stevenson'ın kitabının sonunda ortak köklerine dönerek Wilde'ın hırslı Dr. Jekyll'ında birleşirken, hiçbir zaman yaşlanmayan Dorian ve onun zamanla harap olan portresi, son sayfalarda iki ayrı kadere mahkûm edilir: Bitkin ve kartlaşmış Dorian ile onun gençleşen portresi. Ancak her iki hikâyede de, kendimizi açığa vurmaya dair en içten korkularımızın defedilebilmesi için, keşfedilmemiş bu kimliğin kovulması, öteki'nin, "kötü" olan öteki'nin, şehrin surlarının dışında bir yere sürgün edilmesi gerektiği ima edilir.
Gılgamış Destanı, bunun yerine, bu korkuların sağaltılmasını, varlığını kabul etmekten korktuğumuz şeyi geri çağırmamızı önerir, ancak böylelikle onun varlığı huzurunda çalışmaya devam edebilir ve yaşayabiliriz. Gılgamış ancak gücünü vahşi Enkidu'yla birleştirerek bütün bir birey olur ve uygar adamın bencil ihtirasları uygar olmayanın bilgeliğiyle yumuşatılır. Toplumsal ilişki mekânı olan şehir de, kendini bir tür kümelenmiş bireysellik dolayımıyla tanımlayarak kimliğini kazanır. Yüzyıllar sonra Toplum Sözleşmesi olarak tanımlanacak olan şeydir bu; yani devlet öncesi doğal durumdan, insanların karşılıklı destekten faydalandığı bir duruma geçiş.
Gılgamış Destanı'nın tavsiyesi iki yönlüdür. Bir yandan uygarlık, sınırları dışında olan, toplumsal ve kültürel kimliğiyle tezat oluşturarak onu zenginleştiren her neyse onu bulmalıdır; öte yandan toplum, kurallar ve düzenlemeler getirmek ve bunlara itaati mecbur kılmak suretiyle içindeki şeytanlardan sağaltılmalıdır. Tiran Gılgamış, vahşi adam Enkidu'nun ortaya çıkmasıyla birlikte kahraman Gılgamış olur. Enkidu da yaptığının farkına varmaksızın bir uygarlaştırıcı, Uruk'un yasalarına tabi bir vatandaş olur. Gılgamış bir başkasıyla birlikteyken kendisi olur, şehirse (kralı da dahil olmak üzere) vatandaşlarım yasa çemberiyle çevreleyerek.
Ankhises oğlunu, diğer medeniyetlerin (isim vermek gerekirse Romalıların açgözlülükle yağmaladığı Yunanlıların) sanat ve kültürü ne kadar ihtişamlı olsa da, Romalıların dünyanın hakiki efendileri olduklarını ve öyle kalacaklarını asla unutmaması yönünde uyarır.
"Bırak, diğerleri daha canlı görünen, adeta nefes alan bronzdan tasvirler yapsınlar,Zaten öyle yapacaklar, mermerden yapılma yaşayan yüzleri uyandırsınlar;Diğerleri hatiplikte kusursuzlaşsın, diğerleri aletleriyle izini sürsünCennette dönen gezegenlerin ve yıldızların ne zaman görüneceğini tahmin etsin,Ancak Romalılar, sizin aracınızın hükümet olduğunu asla unutmayın,Sizin sanatınız bu olsun: İnsanlara barış alışkanlığını, Fethedilene karşı cömertliği ve saldırganlara karşı metaneti öğretin."
Vergilius ve Cervantes'in de kuşkusuz farkında olduğu gibi, bir ozan için ilginç bir iddia bu: Siyasi iktidarın, sanat ve kültürden önce gelmesi.
Birçok emperyalist öğreti, benzer savlar üzerine inşa edilmiştir ve Ankhises'in kelimeleri günümüz okurlarının içini acıtarak kulaklarına tanıdık gelir. Vergilius, bu mısralarla, kasten ya da değil, Roma'nın sömürgecilik ihtiraslarıyla geleceğin sayısız Romalarının ihtirasları için bir yol haritası çıkarır. Ankhises oğlu ve torunlarına, biz diğerlerinden daha güçlüyüz der ve ekler: Güç, herhangi bir sanat ya da bilimden daha iyi olduğundan, iktidarın imtiyazlarını hak ederiz ve ikincil soyları fethederek insanlarımızı onlara karşı seferlere sürükleme hakkına sahibiz. Bizler, Augustus'un ya da İsa'nın barışını getirmek için buradayız. Tanrılar tarafından göreve getirilen (cömert, adil ve kararlı) yöneticileriz ve diğer herkes bize biat etmelidir. Biat etmeyenler, sonuçlarına katlanacaktır.
Hıristiyan Roma son Haçlı seferini 1270 yılında Araplara karşı düzenledi. İki yüzyılı aşkın bir süre sonra, Katolik İspanya, Yahudileri ve Arapları topraklarından atarak kendini resmi olarak Arap ve Yahudi kültürlerinden ayırdı. Kendine "araç" olarak "hükümeti" uygun gören Batı, bu tahliye eylemleriyle muzaffer hami rolünü üstleniyor, Doğu'ya ise sanat ve zanaatta bir hayli usta olan itaatkâr düşman rolünü biçiyor, böylece Arap ve Yahudiler, resmi görüşte egzotik öteki'ye dönüşüyordu. Ancak Arap ve Yahudi düşüncesi, ihraçlara karşın, İspanya'nın "temizlenmiş" toplumunun her noktasma nüfuz etmeye devam etti. Alınan bir kararın ardından gerçekleştirilen çoğu nüfus tahliyelerinde olduğu gibi, İspanya da söz dağarcığının, yer isimlerinin, mimarisinin, felsefesinin, lirik şiirlerinin, müziğinin ve tıp bilgisinin büyük kısmını, hatta satranç oyununu borçlu olduğu bu kültürlerden kendisini ayıramadı (ve ayırmadı). Arap ve Yahudi mevcudiyeti yasaklanmış olsa da, İspanya toplumu koparılmış kimliklerinin hayaletlerini muhafaza etmenin gizli yollarını buldu.
2 Ocak 1492'de, Katolik kral Aragonlu Fernando ve kraliçe Kastilyalı İsabel, törensel Mağrip kıyafetleri içinde Gırnata'ya girdiler ve Nasrilerin son emiri Ebu Abdullah'la kapitülasyon koşulları üzerinde anlaşmaya vararak, iki buçuk yüzyılı aşkın bir süredir Mağribi İspanya'nın merkezindeki Müslüman bir şehir olan Endülüs'ün Mağribi saraylarına yerleştiler. Şehrin tesliminden önce Ebu Abdullah'a Gırnata Müslümanlarının korunacağına ve geleneklerini muhafaza etmelerine izin verileceğine dair güvence vermelerine karşın, camiler süratle kilise olarak takdis edildi ve Arapça yasaklandı: Arapça kitap okurken yakalanan kimse İspanyol olarak değerlendirilmeyecek ve ağır cezalara çarptırılacaktı.
Yahudiler ilk sürülenler oldu. Kral, Gırnata'nın teslim alınışının üzerinden henüz birkaç ay geçmişken, Yahudilerin nihai sürgününü emreden bir kararnameyi imzaladı.
Araplar için alınan tedbirler kısmen de olsa farklıydı. Yahudiler söz konusu olduğunda, Katolik krallar onları din değiştirmeye razı etmek için bir sürgün buyruğu vermenin yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Gerçekten de, az sayıda Yahudi, Sefarad'da kalabilmek için "Yeni Hıristiyan" oldu ve "domuzlar" anlamına gelen aşağılayıcı "Marronolar" adıyla anılır oldular. Ancak sıra Araplara geldiğinde, Katolik krallar din değiştirme seçeneğini açıkça ortaya koymaya karar verdiler. Bu nedenle, ilk sürgünden dört yıl sonra, 1502'de Araplar için hazırlanan sürgün buyruğunda, Kilise Ana'nın içtenlikle açılmış kollarına girmeyi kabul eden Arapların sürgünden muaf tutulacağına dair bir madde bulunuyordu. Din değiştiren Araplar, "Moriskolar" olarak anıldılar.

Çoğu zaman, kendi dilimizin hüküm sürmesini isteriz. "Ben seni anlamasam da, sen beni anlamak zorundasın," cümlesi, yüzyıllar boyunca sömürgecinin bayrağı haline gelmişti. Örneğin, İngiltere'nin ilk olarak 1169'da istila ettiği İrlanda, neredeyse dokuz yüz yılın ardından, sömürgecinin nazarında halen Barbardı. İngilizler için İrlanda (1849'da Carlyle'ın yazdığı gibi) "çirkin bir manzara; sıhhatsiz memleket; iç karartıcı bir mizaç; geriye dönüp bakması hiç de sevindirici olmayan bir şey" idi.
Şöyle devam ediyordu Carlyle: "Bütün ülke zihnimde eski püskü bir ceket, iri yapılı bir dilencinin yamasız ya da yamaya artık müsait olmayan gabardini olarak canlanıyor." Ne tam anlamıyla asimile edilmiş ne de bütünüyle boyunduruk altına alınmış olan İrlanda, İngilizler tarafından bir değil birkaç defa fethedildi, topraklarına tekrar tekrar el konularak yeniden paylaştırıldı ve nüfusu soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
İngiltere, eylemlerini meşrulaştırmak için, kendini azgın İrlanda'nın gereksinimini duyduğu hukuk ve düzen olarak ilan etti ve İrlandalIlardan bu hakikati kabul etmelerini istedi. İrlanda'nın İskoçya'dan kısmen daha az barbar topraklar olduğunu düşünen Dr. Johnson'un, İngiltere'nin varsayımları hakkında farklı fikirleri vardı. Birlik Yasası'nin 1801 yılında yürürlüğe girmesinden bir süre önce, Johnson İrlandalı bir beyefendiye birleşmenin gerçekleşmesine izin vermemeleri tavsiyesinde bulundu. Sert bir biçimde,
"Bizimle bir birlik kurmayın, Bayım," diye ısrar etti. "Sizinle birleşmemizin tek amacı sizi soymak olabilir. Şayet onlardan çalabileceğimiz herhangi bir şeye sahip olsalardı, İskoçları da soyardık."
Birlik Yasası'nin başlıca hedefi İrlandalılara destek olmak ya da onları kalkındırmak değil, dörtte üçü Katolik olan nüfusu Protestan Kilisesi'nin ve Kraliyet Tacının hâkimiyeti altına sokarak onları "tamamıyla boyunduruk altına almak" idi. Netice, bugün bildiğimiz üzere, XIX. yüzyılın ortalarında yaşanan Büyük Kıtlık esnasında çok sayıda insanı aç bırakarak ölüme sürükleyen iktisadi önlemlerin alınması, ardından iki milyondan fazla insanın, büyük çoğunluğu Amerika Birleşik Devletleri'ne olmak üzere göç etmesi ve İrlanda'nın 1920 yılında Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmesi oldu.
Okumak belleğin bir işlevidir; okuduğumuz hikâyeler, başkalarının geçmiş deneyimlerinden, kendi başımızdan geçmişçesine tat alabilmemize olanak sağlar.
**
Bütün hikâyeler, aslen, yorumladığımız hikâyelerdir ve hiçbir okuma masum değildir. On dokuzuncu yüzyılda Ninive tabletlerini deşifre eden George Smith ve meslektaşları, Gılgamış Destanı'nı, Kitab-ı Mukaddes'in Batı toplumunun başlangıcına dair anlattıklarını tasdik eden bir metin olarak okumayı seçtiler. Destanın çekirdeğindeki hikâye, yani mutlak hükümdarın yetkilerinin sorgulanması, onlar için çok az önem taşıyordu. Kraliçe Viktorya'nın hüküm sürdüğü topraklarda, insanlığı vahşi bir ötekiden öğrenen ve onunla güçlü bir dostluk kuran bir kralın hikâyesi, insanlara neredeyse anlaşılmaz gelmiş olmalıdır. Rudyard Kipling, İngiliz yurttaşlarını Britanya İmparatorluğu'nun büyüklüğü ve çeşitliliği hakkında bilgilendirme çabası içinde şu soruyu yöneltmişti: "Yalnızca İngiltere'yi bilen biri, İngiltere hakkında ne bilebilir?" Sorusu sadece ironik değildi. Kipling, "Bak işte, dünkü ihtişamımızın tümü Ninive ve Sur'la bir!" diye uyarıyordu. Ancak Gılgamış'ın Ninive'si, aslında İngilizlerin kendilerini görmeyi seçtiği ayna değildi. Viktorya'nın tebaasının çoğu, "İngiliz olmayan" her şeyin ve herkesin dışlanması üzerine kurulu bir İngiltere tanımını kabul etmişti. Dickens'ın Our Mutual Friend [Ortak Arkadaşımız] adlı romanının karakterlerinden kendini beğenmiş Bay Podsnap, ne zaman anlamadığı bir şeyle karşılaşsa "İngiliz değil!" der ve tek bir kol hareketiyle, kendi küçük bilgi birikimi dışında kalan bütün dünyayı reddeder.
**
Canavarlar sonsuza dek canavar kalmazlar. Bu, hikâyelerin bize sunduğu esinlerden biridir. Toplum yasalarının hudutları dışında oldukları düşünülen canavarlar, kelimelere yakalanarak, kelimeler aracılığıyla aktarılarak ya da fikir ve diyalog için bir hareket noktası görevi üstlenmek üzere ileri sürülerek bir anda tüm trajik insaniyetleriyle görülebilirler. Böylelikle, bizden farklı olduklarından dolayı değil ama bize bir hayli benzedikleri ve bizimle aynı şeyleri yapmaya muktedir oldukları için korkunç eylemlere kalkışabilen yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar.
**
Her ne kadar hayıflansak da, yazılı dil, bundan beş bin yılı aşkın bir süre evvel ilk olarak ortaya çıktığı zaman, ozanlar değil muhasebeciler tarafından icat edilmişti, iktisadi nedenlerle, iktisadi vakaları, örneğin mülkleri, ticari alışverişleri ve alım satım anlaşmalarını kayıt altında tutma gayesiyle ortaya çıkmıştı. Yazılı dil, toplumsal ve iktisadi verimliliği artırmak için gelişmez ama bu artışa koşut olarak işler ve bir kez gelişti mi, kendi başına yeni uygarlıklar yaratmaktan ziyade, uygarlıkların, gelişmekte olan kimliklerinin farkına varmalarının yolunu açar. Bir uygarlık ve dili arasındaki ilişki simbiyotiktir: Belli türden bir toplum belli türden bir dili doğurur ve söz konusu dil de, karşılığında, söz konusu toplumun tahayyülünü ve tefekkürünü esinleyen, biçimlendiren ve daha sonra da aktaran hikâyeleri söyleyip yazdırır.
**
Soren Kirkegaard, 1843 yılında şu Kafkaesk gözlemi yapmıştı:
"Filozofların gerçeklik üzerine söyledikleri bitpazarında bulunan bir tabelada yazanlar kadar yanıltıcıdır: BURADA ÜTÜ YAPILIR. Çamaşırlarını getirirsin ve kandırıldığının farkına varırsın: Tabela, satılmak üzere oradadır."
Dönemlerini aydınlatarak geçmişe ve aynı zamanda geleceğe ışık tutan hatıra ya da uyarı niteliğinde bir edebiyat eseri yaratmadan evvel, yazarlar da uzunca bir gözlem sürecine gereksinim duyarlar kimi zaman. Kimi zaman büyük felaketler süratli biçimde evrensel bir edebiyatın doğmasına neden olabilirler: Birinci Dünya Savaşı ya da Holokost'ta olduğu gibi.
Erich Maria Remarque'nin All Quiet On the Western Front adlı eseri 1929 yılında yayımlanmıştı. Primo Levi'nin Se questo e un uomo'da anlattığı hikâyeler ve Paul Celan'ın Todesfuge [Ölüm Fügü] adlı şiiri de (Rumence çevirisiyle) 1947 yılında yayımlandılar. Kimi zaman, yankılar o kadar süratli dağılmadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman sivillerinin çektiği acıları dile getiren edebiyatın okurunu bulması yarım yüzyıldan daha fazla bir süre gerektirdi ve ancak 1999 yılında W. G. Sebald'm İngilizce'de On the Natural History of Destruction [Yıkımın Doğal Tarihi] adıyla basılan derlemesinin ve 2002 yılında Jörg Friedrich'in The Fire [Ateş] adlı eserinin yayımlanmasıyla gerçekleşti. Latin Amerika ülkelerinde despotluk hâkimiyeti altında geçen senelere verilen imgesel tepki, özgül bir edebi tür oluşturdukları öne sürülebilecek ürünler doğurdu. 1968 yılında, Carlos Fuentes bu diktatörlüklerin kurgusal anlatımlarından oluşan Los padres de la patria [Baba Topraklarının Babaları] adında bir antoloji derlemeyi düşünerek bazı romancı arkadaşından ülkelerinin diktatörü üzerine yazmalarını istedi. Ancak, ne yazık ki, Fransızların duruma gayet uygun bir deyişle "l'embarras du choix" [zenginlikten utanç] olarak nitelendirdiği bir diktatör bolluğuyla karşılaştılar. Fuentes Meksika'daki General Santa Anna üzerine, Miguel Otero Silva Venezüella'daki Juan Vicente Gomez, Alejo Carpentier Küba'daki Gerardo Machado, Augusto Roa Bastos Paraguay'daki José Rodríguez de Francia ve Julio Cortázar da Arjantin'deki Eva Perón üzerine yazacaktı. Proje ne yazık ki hiçbir zaman hayata geçirilemese de, pek çok yazar Fuentes'in teklifini kabul etti. Seneler sonra, Augusto Roa Bastos Yo el Supremo [Ben, En Yüce] adlı romanını yayımladı ve kötü şöhretli bir diktatörle ne övünen ne de ondan yakınan az sayıdaki ülkeden biri olan Kolombiya'nın yerlisi Gabriel García Márquez, El Otono der Patriarca adlı eseri için için karma bir figür icat etti. Örneğin, Irak Savaşı, sürgün edilmiş Iraklı yazarlar Mahmud Said (Saddam City [Saddam Şehri]) ve Jinan Jassem Al- Halawi'ye (Hot Zones [Sıcak Kuşaklar]) ait birkaç roman dışında Arapça konuşan dünyada kendi edebiyatını henüz üretemedi. Iraklı şair Muhammed Mazlum "bir diktatörlüğü emperyal bir iktidarın karşısına koyan bir savaş" üzerine yazmanın belki de imgesel olarak zor olduğunu ve mevzu hakkındaki az sayıdaki metnin edebi yaratımlar olmaktan ziyade koşulların doğurduğu duyguların birer ifadesi olduğunu belirtir. Suriyeli şair Abid İsmail'e göre sorun mevzunun muğlaklığından kaynaklanmaktadır. "Yazarlar iki arada bir derede kalmış gibi hissediyorlar kendilerini: Savaşı suçlayacak olurlarsa birçok Iraklı ve Arap entelektüel tarafından diktatörlüğü [Saddam'ın] savunmakla suçlanacaklar; yok eğer savaşı haklı çıkarırlarsa, bu sefer de işgali yeğlemekle suçlanacaklar." Bazı Arap entelektüelleri de İsmail'in endişesini tekrarlar: Günbegün daha çok kan akıtan, kaosu daha da tırmandıran ve Irak insanları arasındaki ayrımı daha da derinleştiren bir savaşta, hiç kimsenin komşusunu anlar gibi görünmediği ve herkesin tekrar tekrar harcı tuğlayla karıştırdığı bir savaşta, katlin durması gerektiğine ilişkin aşikâr hükmün dışında sağlıklı bir bakış açısı ortaya konamaz. Irak'taki savaşı saran sessizlik, belki de, şiirsel bir yanıt vermenin derhal mümkün olmadığını kabul edip beklenti içinde olan bir sessizliktir.