Showing posts with label Latif Nükteler Üzerine. Show all posts
Showing posts with label Latif Nükteler Üzerine. Show all posts

Sunday, July 14, 2019

Havadaki Mübarek Kelimeler

Geetanjal Khanna/Unsplash


Ağızdan çıkan her bir kelimenin misal ve mana âlemine bir aksediş şekli vardır. Mesela “Elhamdülillah” kelimesi bir cennet meyvesi gibi... Bir gıybet cümlesi de ölü eti gibi... Yahya Kemal, ezan kelimelerinin sanki kristalleşmiş şekillerini ruhânîlerin gördüklerini “Cümleten ervah görür Allahü Ekberi” diye ifade etmektedir. Onun için Kur’ânî kelimeler okunduğunda mekân nurlanır şifalanır... Siz yorgun argın eve gelirsiniz. Eğer o halde kalsanız yatsıyı ona göre kılarsınız. Teheccüde kalkmak zor gelir. Belki sabah namazını zar zor kılarsınız. Ama Kur’ânî sohbetlerin olduğu yere gidince, hava şifalanır nurlandığı için hafiflersiniz, bu namazların hepsini rahatlıkla edâ edersiniz. Tersine gıybet edilen, müstehcen şeyler konuşulan yerler de habîsatla dolar. İnsana gaflet ve sıkıntı basar. Çok dikkat edilmesi gerekir.

**


Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “Havada sebatsız vücûdları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsaydılar ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya ilk yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekir. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terkedip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar. Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden durulmaz olurdu.

**


Sahabeden Hazreti Ebu Saîd (radiyallâhu anh) anlatıyor: Biz, Resullullah’ın çıkardığı askeri bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan (dua okuyan) biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona “Sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fâtiha okuyarak rukye yaptım.” dedi. Biz kendisine “Resulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) sormadan bu verdiklerine dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Fatiha’nın rukye olduğunu (tedâvi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.

Burada Fatiha’yı okuyan sahabe başka rivayetlerden anlaşıldığına göre, Ebu Saîdi’l-Hudrî’dir. Fatiha Sûresi’ni, kendisini akrep sokan Selim’e üç veya yedi defa okuyarak tedavisini sağlamıştır. Hadisi o rivayet etmesine rağmen rukye yapanın kendisi olduğunu açıkca ifade etmemiştir. Onun bu tedavi başarısı arkadaşlarını şaşırttığı gibi Resulullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da hayrete düşürmüştür ve “Sen Fatiha’nın rukye olarak okunacağını nereden biliyordun?” diye soru sormasına sebep olmuştur. O da “İçimden öyle geçti” demiştir.

Dualarında insanın bir işe konsantra olması çok mühimdir. Kim ne isterse Allah verir. “Men talebe ve cedde vecede, yani kim bir şeyi ister ve isteğinde ciddi olursa onu elde eder” prensibinde ifade edildiği duayı ciddiye alır ve ciddiyetine uygun bir tavırda yaparsa Allah’ın izniyle neticeye ulaşır.

Kungfu yapanların elle kiremitleri, betonları kırıp parçalamalarında bütün güçlerini ellerinde toplayıp hedeflerine ciddi biçimde kilitlenmelerinin rolü büyüktür.

Bir Allah dostu, sevdiği bir çam ağacının, kazılan bir çukur sırasında köklerinin kesilmesiyle kurumaya yüz tutması karşısında üzülür. Birisi de hiç sormadan gidip bu ağacı keser. Allah dostu, meseleyi işitince çok üzülür ve der ki: “Ben ona şifalı sûre Fâtiha okuyacaktım. Fakat tam kendimi bulamadığım, tam konsantre olamadığım için bekliyordum. O ânımı yakalayınca okuyacaktım. İnanıyordum ki, Fâtiha’yı öyle okursam Allah’ın izniyle, kuruması duracak ve yemyeşil olacak.”

**
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabelerinden olan Ebu Muallâk isimli bir zât vardı. Ebu Muallâk ticarî ortaklık kuran, dürüst ve takva sahibi bir kimseydi. Bir gün yola çıkmıştı. Karşısına silahlı bir haydut çıktı ve kendisine “Neyin varsa, çıkar ver. Seni öldüreceğim!” dedi. Ebu Muallâk, “Eğer maksadın mal ise, al götür hepsini.” dedi. Ama haydut, “Hayır, ben yalnızca senin canını istiyorum!” deyince, Ebu Muallâk “Öyleyse, bana izin ver de bir namaz kılayım.” dedi. Haydut, “İstediğin kadar namaz kılabilirsin!” dedi. Ebu Muallâk namazını tamamladıktan sonra Allah’a yönelerek üç defa şöyle niyaz etti: ‘Ey kalblerin Sevgilisi, en büyük Arşın Sahibi, ey dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılamayan izzet ve şerefin, olağanüstü saltanatın ve Arşını ihata eden Nurunun hürmetine beni şu hırsızın ve haydutun şerrinden korumanı diliyorum. Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Yetiş imdadıma, kurtar beni!
Ebu Muallâk duasını bitirir bitirmez, elindeki mızrağı kulağının hizasında tutan bir süvârî çıka geldi. Süvârî, o haydutu yakaladı ve öldürdü. Ebu Muallâk kendisine dönen süvâriye: “Sen de kimsin? Kimsin sen? Yoksa Allah senin vesilenle mi beni bu hayduttan kurtardı?” dedi. Süvârî şöyle cevap verdi: “Ben dördüncü kat semâdanım. Sen ilk duanı yapınca, semânın kapılarının çatırdığını duydum. İkinci defa dua ettiğimde, gök sâkinlerinin arbedesini işittim. Üçüncü kere dua ettiğini duyunca ‘Zorda kalan biri dua ediyor.’ denildi. Bunu duyduktan sonra Cenâb-ı Hak’tan beni o zâlim adamı öldürmeye memur etmesini niyaz ettim. Allah Taâlâ da, isteğime: ‘Bilesin ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duayı yapanlara, darda kalsa da, kalmasa da yardım ederim.’ buyurdu.”

Friday, July 5, 2019

Sebepler yalnız birer bahanedirler




Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve dinsizlikten kaynaklanan çirkin bir inat sebebiyle bilmiyorlar ki, sebepler yalnız birer bahânedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazlarını ve donanımlarını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış.” diye Yaradanın o çamdaki gösterdiği bin mucizeyi inkâr edercesine bazı zâhirî sebepleri gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın irade ve hikmetler işlenen pek büyük bir rubûbiyet fiilini hiçe indirir.

Bazen gayet derin, bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihetle de hikmeti olan bir hakikate fennî bir isim takar. Güya o isimle mâhiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.



İşte gel! Ahmaklığın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sayfa ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse, ancak tamamiyle bilinecek derin ve geniş bir meçhul hakikata bir nâm takar; malum bir şey gibi. “Bu, budur.” der. Mesela: Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer küllî irade, birer ihtiyar-ı âmm (her şeyi kuşatan irade) birer nev’î hâkimiyetin ünvanları bulunan ve “âdetullah” (Kâinatın yaratılış ve işleyişinde Allah Taâlanın koyduğu kanunlar) nâmıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rubûbiyet’i (Cenâb-ı Hakk’ın gerçekleştirdiği hâdise) ircâ eder (mal eder). O ircâ ile, onun nisbetini İlâhî iradenin tercihinden keser, sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebu Cehil’den ziyade katmerli bir echeliyet (câhilliğin en son noktası) gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini, bir nizam ve askerî kanuna isnad edip; kumandanından, padişahından, hükümetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser gibi âsî bir divâne olur.

Tuesday, June 25, 2019

Üslup Bizi Ele Veriyor


“Busayrî’nin Kasîde-i Bürde’sinde “Kus, gözyaşını, haramla dolmuş gözünden / Vazgeçme hiç nedâmet perhizinden” beyti ile tarif edilen hastaneye git, gör. Bak nasıl hekim Busayrî, tıbbî tabirlerden olan kusmak ve perhiz kelimeleriyle sana bir reçete yazarak kendisinin bir hekim olduğunu şiirinde kullandığı bu kelimelerle gösteriyor. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki mana suyunun, o şişeye nasıl uygun olduğunu seyretmek istersen, onu içmeye iştahın da varsa, meyhaneye git ve “Ey meyhaneci, edebî, beliğ bir kelâm nedir?” diye sor. Elbette onun sanatı, onu şöyle konuşturacaktır: “Beliğ kelâm, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran, anlayış denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zerâfet sahibi söz ustası sâkilerin sunmasıyla fikirlerin içmesi, sonra da içilenlerin ince duygularda dolaşmasıyla hisleri harekete geçirmesidir...”

(Dikkat edilirse meyhaneci tarifi yaparken kendisinin çok iyi bildiği sanat ve işinin kelimelerinden olan, çömlek, pişirmek, büyük küp, süzgeç, süzmek, âb-ı hayat, sâkî, içme, sarhoş olma manasına duyguların kontrolden çıkıp harekete geçmesi gibi kelime ve ifadeleriyle cevap verdi. Çünkü onun hayal hazinesinde bu kelimelerden dokunmuş hazır elbiseler bulunduğu için, içine doğan çıplak manalara bu elbiseleri giydirdi.)

**
“Üslubdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkaları, başka şekilde tarif ediyorlar. Bunun belâğat açısından faydası ise, kıssaların orada burada bulunan perişan parçalarını lehimleyip bitiştirmektir. Tâ ki “Bir şey sabit olursa, kendisine lâzım olan bütün unsurları ile sabit olur” kâidesinin sırrı ile, o kıssanın bir parçasını hareket ettirmekle bütününü ihtizaza getirip titreştirmek mümkün olsun. Güyâ söz sahibi, üslûbun bir köşesini muhataba gösterdikten sonra artık muhatap bu ifade tarzından, kendi kendine, anlatılan bir derece karanlık bile olsa tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübâreze” kelimesi, pencere gibi harp meydanını, içinde harp yapılır vaziyette sana gösterir. Evet, böyle çok kelimeler vardır. Hayalin sineması denilse, yeridir.

Saturday, May 11, 2019

Kader-i İlahi

Image result for fetö operasyonu


“Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i ilâhînin. Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adalet eder.”

Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade kaderin adaleti ve hikmet-i ilâhiyenin sırrını düşünmeliyiz.

Evet kader, Risale-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye inkişaf etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan Medrese-i Yusufiye’ye sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız, birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım” demeyiniz”

Demir Üzerine



“Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd Sûresi, 57/25.)”


“Demir ayrıca kandaki hemoglobinde, solunumda oksijenin ciğerlerden dokulara taşınmasında ve dokularda artık olan karbondioksitin tekrar ciğerlere geri taşınmasında kullanılır. Son derece stabil –Kur’ân tabiri ile ‘şedid’– olan, devasa yıldızların en merkezinde yaklaşık iki buçuk milyar derece sıcaklıkta yaratılıp fezaya supernova patlaması ile saniyede 30 bin km’lik bir hızla dağıtılan demirin hem elektron alabilme hem de verebilmede sıradışı bir esnekliğe sahip olması aldığımız her nefeste bu kadar önemlidir. Bu kadar şedid bir element adeta hayat için yumuşatılmıştır. Belki de ayette geçen ‘telyîn-i hadid’i bu şekilde de anlayabiliriz.”

**
“Risalelerden öğrendiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin hem Celâlî hem de Cemâlî tecellileri vardır. Demirin ve diğer elementlerin yıldızlarda yaratılması celalî bir tecellî olduğu gibi onun insanlara ve diğer canlılara rızık olarak indirilmesi de cemâlî bir tecellidir. Yine Bediüzzaman kâinata bakış açısı verirken şöyle diyor: 
“Hâlıkın âsârından cemâdâta (mesela demirin yıldızlarda yaratılmasına) baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken (mesela demirin rızık olarak indirilmesi) merhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî bir nazarla bak.”
Yine bu mesele ile alâkalı olarak ‘İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudâtın cüz’iyatına tecellî eder. Ve keza, celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazen da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir.’ diyor. Bir yıldızın supernova olarak patlaması kâinattaki en müthiş celali tecellilerinden biridir ve o celalden cemal tecelli eder. Astronomlar bir yıldızın supernova olarak patlamasını o yıldızın ‘ölmesi’ tabir ederler. İşte celâlî tecelli olan o ölümden cemâlî bir tecelli olan rızık indirilmiştir. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran” (Âl-i İmrân, 3/27) her şeyin Yüce Yaratıcısı rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş edilmiş bir nimet olarak, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ (Göklerin ve yerin Rabbi) ünvân-ı haşmetiyle demiri inzal buyuruyor ve o demirle yeryüzündeki bütün canlılara hayat bahşediyor.”





**
“Bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümûlü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Hâlbuki en büyük nimet, âmm (umûmî) ve dâimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.”

**
“Kâinatın bir Vâhid-i Ehad tarafından yaratıldığı hakikatini kabul etmeyen ve her şeyi tesadüflere havale edenler bu muhteşem birlik delillerini acaba ne ile izah edecekler? Ayrıca bu araştırmaları yapan bilim adamları belli ilmi prensiplere dayanarak ve değişik bilim dallarından faydalanarak bu neticelere vardılar. Hoyle ve Fowler elementlerin yıldızlarda yaratıldığını izah eden nucleosynthesis’i bulmak için o güne kadar tesbit edilen fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik vs. prensiplerinden ve yüzlerce bilim adamının çalışmalarından yararlandılar. İnanmayanların iddaa ettiği gibi eğer her şey bir tesadüften ibaret olsaydı, kâinatta herhangi bir şeyi anlayabilmemiz mümkün olabilir miydi? Bu noktaya dikkatleri çeken Einstein “The most incomprehensible part of the universe is that it is comprehensible – kâinatın en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır” diyerek esasen her şeyi hikmetle yapan bir Sâni-i Hâkim’in varlığını kabul etmeyenlerin ne derece kendileri ile ‘çeliştiğini’ ifade ediyordu. Her şey bir tesadüf, her şey kendi nefsine malik, her şey kendi kendine oluyorsa, o zaman biz kâinatı nasıl anlayabiliyoruz?”

Saturday, May 4, 2019

Sinekler



Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına (ölümlerine) yakın bir vakitte, hodgâm (bencil) insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek (öldürmek) üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istîmal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim:

“Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.”

O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki:

“Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” Her ne ise...

Bu latîfe münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:
Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir (çoğaltılır). Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.



Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَـنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَـهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَـابُ شَـيْـئًا
لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ 

Yani, “Cenâb-ı Hak’tan başka, bütün esbap ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dava edilen âliheler içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu’cize-i rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbap toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar.” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud’u mağlûp eden; ve Hazreti Musa (aleyhisselâm) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz (rahatsızlık verici) mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki:

“Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı.”’ diye, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini (yaratılış hikmetini) müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver (temizliğe düşkün), her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kâsırdır; daha o vazifeyi ihata edememiş.



Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak:

Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latîf vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latîfi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvanâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def’ için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir.

Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve –bazı mevâdd-ı muzırrayı (zararlı maddeleri) hâmil evridede (toplar damarlarda) cereyan eden– mülevves (kirli) kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar (hacamatçılar, kan alıcılar) olmasınlar mı? Muhtemel...