Geetanjal Khanna/Unsplash |
Ağızdan çıkan her bir kelimenin misal ve mana âlemine bir aksediş şekli vardır. Mesela “Elhamdülillah” kelimesi bir cennet meyvesi gibi... Bir gıybet cümlesi de ölü eti gibi... Yahya Kemal, ezan kelimelerinin sanki kristalleşmiş şekillerini ruhânîlerin gördüklerini “Cümleten ervah görür Allahü Ekberi” diye ifade etmektedir. Onun için Kur’ânî kelimeler okunduğunda mekân nurlanır şifalanır... Siz yorgun argın eve gelirsiniz. Eğer o halde kalsanız yatsıyı ona göre kılarsınız. Teheccüde kalkmak zor gelir. Belki sabah namazını zar zor kılarsınız. Ama Kur’ânî sohbetlerin olduğu yere gidince, hava şifalanır nurlandığı için hafiflersiniz, bu namazların hepsini rahatlıkla edâ edersiniz. Tersine gıybet edilen, müstehcen şeyler konuşulan yerler de habîsatla dolar. İnsana gaflet ve sıkıntı basar. Çok dikkat edilmesi gerekir.
**
Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “Havada sebatsız vücûdları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsaydılar ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya ilk yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekir. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terkedip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar. Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden durulmaz olurdu.
**
Sahabeden Hazreti Ebu Saîd (radiyallâhu anh) anlatıyor: Biz, Resullullah’ın çıkardığı askeri bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan (dua okuyan) biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona “Sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fâtiha okuyarak rukye yaptım.” dedi. Biz kendisine “Resulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) sormadan bu verdiklerine dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Fatiha’nın rukye olduğunu (tedâvi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.
Burada Fatiha’yı okuyan sahabe başka rivayetlerden anlaşıldığına göre, Ebu Saîdi’l-Hudrî’dir. Fatiha Sûresi’ni, kendisini akrep sokan Selim’e üç veya yedi defa okuyarak tedavisini sağlamıştır. Hadisi o rivayet etmesine rağmen rukye yapanın kendisi olduğunu açıkca ifade etmemiştir. Onun bu tedavi başarısı arkadaşlarını şaşırttığı gibi Resulullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da hayrete düşürmüştür ve “Sen Fatiha’nın rukye olarak okunacağını nereden biliyordun?” diye soru sormasına sebep olmuştur. O da “İçimden öyle geçti” demiştir.
Dualarında insanın bir işe konsantra olması çok mühimdir. Kim ne isterse Allah verir. “Men talebe ve cedde vecede, yani kim bir şeyi ister ve isteğinde ciddi olursa onu elde eder” prensibinde ifade edildiği duayı ciddiye alır ve ciddiyetine uygun bir tavırda yaparsa Allah’ın izniyle neticeye ulaşır.
Kungfu yapanların elle kiremitleri, betonları kırıp parçalamalarında bütün güçlerini ellerinde toplayıp hedeflerine ciddi biçimde kilitlenmelerinin rolü büyüktür.
Bir Allah dostu, sevdiği bir çam ağacının, kazılan bir çukur sırasında köklerinin kesilmesiyle kurumaya yüz tutması karşısında üzülür. Birisi de hiç sormadan gidip bu ağacı keser. Allah dostu, meseleyi işitince çok üzülür ve der ki: “Ben ona şifalı sûre Fâtiha okuyacaktım. Fakat tam kendimi bulamadığım, tam konsantre olamadığım için bekliyordum. O ânımı yakalayınca okuyacaktım. İnanıyordum ki, Fâtiha’yı öyle okursam Allah’ın izniyle, kuruması duracak ve yemyeşil olacak.”
**
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabelerinden olan Ebu Muallâk isimli bir zât vardı. Ebu Muallâk ticarî ortaklık kuran, dürüst ve takva sahibi bir kimseydi. Bir gün yola çıkmıştı. Karşısına silahlı bir haydut çıktı ve kendisine “Neyin varsa, çıkar ver. Seni öldüreceğim!” dedi. Ebu Muallâk, “Eğer maksadın mal ise, al götür hepsini.” dedi. Ama haydut, “Hayır, ben yalnızca senin canını istiyorum!” deyince, Ebu Muallâk “Öyleyse, bana izin ver de bir namaz kılayım.” dedi. Haydut, “İstediğin kadar namaz kılabilirsin!” dedi. Ebu Muallâk namazını tamamladıktan sonra Allah’a yönelerek üç defa şöyle niyaz etti: ‘Ey kalblerin Sevgilisi, en büyük Arşın Sahibi, ey dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılamayan izzet ve şerefin, olağanüstü saltanatın ve Arşını ihata eden Nurunun hürmetine beni şu hırsızın ve haydutun şerrinden korumanı diliyorum. Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Yetiş imdadıma, kurtar beni!”
Ebu Muallâk duasını bitirir bitirmez, elindeki mızrağı kulağının hizasında tutan bir süvârî çıka geldi. Süvârî, o haydutu yakaladı ve öldürdü. Ebu Muallâk kendisine dönen süvâriye: “Sen de kimsin? Kimsin sen? Yoksa Allah senin vesilenle mi beni bu hayduttan kurtardı?” dedi. Süvârî şöyle cevap verdi: “Ben dördüncü kat semâdanım. Sen ilk duanı yapınca, semânın kapılarının çatırdığını duydum. İkinci defa dua ettiğimde, gök sâkinlerinin arbedesini işittim. Üçüncü kere dua ettiğini duyunca ‘Zorda kalan biri dua ediyor.’ denildi. Bunu duyduktan sonra Cenâb-ı Hak’tan beni o zâlim adamı öldürmeye memur etmesini niyaz ettim. Allah Taâlâ da, isteğime: ‘Bilesin ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duayı yapanlara, darda kalsa da, kalmasa da yardım ederim.’ buyurdu.”