Showing posts with label Yıldız Ecevit. Show all posts
Showing posts with label Yıldız Ecevit. Show all posts

Friday, November 19, 2021

Ölüm de bir rüya değil mi?


Yaşam korkusuyla ölüm korkusunun birbirine sarmallandığı metinler yazan, kitaplarından birinin adını da “ Korkuyu Beklerken ” koyan Oğuz Atay’ın, ölümle burun buruna geldi ğinde gösterdiği soğukkanlılık ise şaşırtıcıdır. “Ölmek üzere olan bir insan korkmamalı. Ölmek nedir? Yaşayabileceğini hayal ettiği olayların bitmesidir ya da insanın öyle sanmasıdır, ” (TO.400) diyen “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişisi gibi düşünüyordur belki o da. İstanbul’daki son döneminde görüştüğü kişilerden biri olan Erdoğan Şuhubi onun bu tutumundan etkilenmiştir: “ Ölümünü çok soğukkanlı bir biçimde kabullenmişti, davranışlarında panik havası yoktu, ölümü hakkında sıradan bir olaydan söz edermişçesine konuşuyordu. Ömrünün çok sınırlı olduğunu, birçok şeyi ona göre düzenlemek zorunda kaldığını soğukkanlı bir biçimde anlatıyordu. Hatta, acaba Oğuz’un yerinde ben olsaydım böyle davranabilir miydim, diye kendime sorduğum olmuştur. Bir bilim adamı rasyonel bakar yaşama diye düşünüyor insan, ama bu her zaman böyle olmuyor. Dünyanın en büyük matematikçilerinden bilgisayarın babası John von Neumann 54 yaşında kanserden ölmeden önce ölüm korkusundan delirmişti. Mustafa İnan da kendisine konulan lösemi tanısını bilmesine rağmen, bunu kabul etmeden öldü. ”

“Oğuz öleceğini bilmeden önce ölümden daha çok korkuyordu. Öleceğini öğrendiğinde o korkuyu aşmıştı, ” diyordur Halit Refiğ: “ Bakışında korku yoktu. ” Son döneminde onunla birlikte olan insanlar, yakınına gelen ölümün onun üzerinde farklı bir etki yarattığını söylüyorlardır. Sanki, çok ciddiye aldığı yaşamdan, onu çevreleyen mayın tarlasından, akan zamanın gebe olduğu belirsizliklerden, bunlardan biri olan ölümle karşılaşma olasılığından ve tüm bunların normal dışı bir duyarlıkla algılanan basıncından kurtulmuş olmanın yarattığı bir rahatlamadır bu; ölümünden iki buçuk yıl önce, “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın Coşkun Ermiş’ine söylettiği yaşam yorgunu özlemle şaşırtıcı bir benzeşim içindedir: “ Ben de ölümcül bir hastalığa tutulsam dedim, bu hastalığa tutulduğumu bilsem dedim, bu ölümcül hastalık yüzünden her şey birden önemini kaybetse dedim, korkularımdan bile kurtulsam dedim... ve artık her şey bana vız gelse dedim. ” (OY.92-93) “ Mantık denen bir zehir aşılamışlar. (...) Canın cehenneme diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim’i de: “ Belki de yalnız ölüme giderken hür olabilir insan. Ancak ölüm-kalım anında hürriyetin gerçek anlamını kavrayabilir. ” (T.609)

Oğuz Atay’ın metinlerinde yaşama tutunamamanın uç noktasında ölüm vardır. Çağdaş psikoloji, yaşamda sorunlarını çözemeyen bireyin ölüme eğilim duyduğunu söyler. Ölüme eğilim, bir yönüyle aşkın bir varoluş özlemini içinde barındırabileceği gibi, bir yönüyle de nihilist bir kaçış, bir yokoluş özleminin göstergesi olabilir. Atay’ın metinlerinde ölüm, her ne kadar bilinmezlik sisinin içindeki duruşuyla, onun kurmaca dünyasının önemli motifi ‘ korku ’nun bir parçasıysa da hiçbir zaman nihilist bir yokoluş özlemi içermez. “Tehlikeli Oyunlar ”da Hikmet’e söylettiği aşağıdaki tümce, işlevi ve anlamı olan bir ölümü anlatır: “ Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. ” (TO.386) “ Tutunamayanlar ”daki “ [k]ucaklamak isterdim ölümü ve sonsuzu, ” (T.133) tümcesinde ise ölüm sonsuzlukla eşdeğerlidir. Çocukluktan yeniyetmeliğe geçerken dinsel düzlemde bir inanç arayışına giren ama aradığını bulamayan, yaşam yolu üzerinde saptığı yollardaki engellerle uğraşırken bu konuyu geri plana iten Atay’ın yazarlıkla bütünleşen yılları, onun Mevlana’dan İncil’e ve İsa’ya, oradan Zen Budizm’e uzanan mistik bir yelpazede arayış içinde olduğunu gösteriyor. “[Ö]lüm de bir rüya değil mi, ” (T.471) diyordur “ Tutunamayanlar ”da Selim, ölüm sonrası ile ilgili aşkın düşüncelere çağrı çıkaran bir tonlamayla. Günlüğünde “ Tehlikeli Oyunlar” ın Hikmet’inin ölümünü kurgularken ise “ [g]erçek yaşantı bitecek, oyun devam edecek, ” (G.48) demektedir.

Yakın arkadaşlarından kimileri onda, hastalık öncesi döneminin yaşam savaşımı içindeki Oğuz Atay’ından farklı bir kimliğin su yüzüne çıktığını söylüyorlardır. “Daha dingindi ruhen, sanki sükûnet bulmuştu, bir tür bilgelikti sanki, ” demektedir Halit Refiğ. Özen ve Uğur Ünel ise, öfke, kızgınlık, isyan gibi duygulardan arınmış, hiçbir konuda yakınmayan, yaşamı da ölümü de olduğu gibi kabul eden, çevresine sevgi ve ilgiyle yaklaşan bir Oğuz Atay’dan söz ediyordur. Londra’dan dönüşünde, mutlu bir Avrupa gezisinden gelen biri gibi herkese ayrıntılı armağanlar getirmiştir. Özen Ünel’in, hastalık öncesi dönemde bir sohbet sırasında sözünü ettiği, Türkiye’de olmayan bir mobilya cilasını bile unutmamıştır. Arkadaşları onun ölüm karşısındaki ana tutumunu ‘ dervişane ’ diye adlandırıyorlardır. O dönemde yirmili yaşlarında olan Pakize Barışta ise, “ daha gerçekçi bir yaklaşımla, ‘üzgündü’ sadece, ama sakindi, ” demektedir. Kuşkusuz her ölüm yolculuğu gibi hüzün dolu, buruk bir dönemdir bu; ama bir o kadar da dingin, mütevekkil ve filozofçadır. “Hayat oyunlarını gereğinden fazla ciddiye alan ” (OY.104) oyun kişisi Coşkun Ermiş gibi o da “ ölümü de aynı ciddiyetle karşılıyor[dur] ” (OY.104). Belki de “ Tutunamayanlar ”ın Turgut Özben’inin dediği gibi “ ölümü bilerek yaşamak ” (T.314) gerekiyordur: “ Yaşamanın anlamını bilmek için, ölümün anlamı (...) karanlıkta kalma[malıdır]. ” (T.314) “ Ölmeden ölmek zormuş: öyle söylüyor şair. O kadar zor değil, ” (T.609) diyordur “ Tutunamayanlar ”ın Selim Işık’ı da. Belki de yalnızca “ [ö]lümü beklemek[tir] zor ” (T.609) olan.























Monday, November 15, 2021

Oğuz Atay ve aydın (2)

 


İlk romanlarının soyut mekânında daha çok varoluşsal bakış açısından, burjuva konformizminin sarmalında tutsak olan, dürüst ve açık bir biçimde ‘ kendi olmaya çabalamayan ’ aydına yönelen eleştiri, 1974 sonrası ‘ ikinci dönem ’ metinlerinde sosyokültürel bir renk almaya başlar. Atay’ın eleştirisinin bu dönemdeki hedefi, siyasal ya da kültürel ikonlar yaratarak birtakım sosyokültürel ucube ler oluşturan aydındır. Yaratıcılığının bu döneminde, bakış açısı eskiye oranla daha çok toplumsal boyut üzerinde dolaşan Atay, bu kez ‘ sosyokültürel açıdan kendisi olamayan ’ aydının ipliğini pazara çıkarıyordur. Bu romanda eleştiriden en fazla payını alan aydın kesimi kuşkusuz metnin odağında yer alan, bir bilim adamından çok donuk bir bürokrata ya da konformist bir burjuvaya, eylemci kimliğiyle ise bir western film kişisine benzeyen, Atay’ın ‘ yarı aydın ’ diye sözünü ettiği üniversite öğretim üyesidir.

Saturday, November 13, 2021

Korkuyu Beklerken

 


Düzyazı-anlatı, Oğuz Atay’ın, kendini dile getirirken en çok el attığı edebiyat türüdür. Bu türün sınırları içinde ise roman dışında kullandığı diğer bir dal da öyküdür. 1972 eylülünde ikinci romanı “ Tehlikeli Oyunlar ”ı yazarken, “ Yeni Dergi ”de daha sonra “ Beyaz Mantolu Adam ” adını alacak olan ilk öyküsü yayımlanır: “ Mantolu Adam ”. Onu aynı yılın kasım ayında yine aynı dergide yayımlanan “ Unutulan ” isimli öykü izler. Uzun bir öykü olan “ Korkuyu Beklerken ” de aynı dönemin ürünüdür. 30.9.1972 tarihli röportajda bu uzun öyküyle ilgili olarak şöyle diyordur: “ Bugünlerde hikâye yazıyorum. Kısa yazmaktan başka bir meselem yok; çünkü 60 sayfalık bir hikâye yazdım. Bastırmak güç oluyor dergilerde. ” Bu uzun öyküye 1973 yılı “ Sinan Yıllığı ”nda yer bulur Atay.

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549)

**

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549) Bunalım tırmanmaya başladığında ise, küvetin içinde gördüğü “ dev bir hamamböceği ”nden söz ediyordur Selim, Kafka’nın “ Değişim ” öyküsünü anarak (T.555).

Atay’ın ilk üç öyküsündeki kafkaesk tonlama, yalnızlık/yabancılaşma/ iletişimsizlik ekseninde üreyen bir anlam ağıyla kısıtlı değildir. Bu öyküler, kurgu/yapı düzleminde de Kafka izleri taşırlar; Ferit Edgü’nün Kafka/Beckett tonlamalı öyküleriyle birlikte Türk öykücülüğündeki ilk Franz Kafka etkisinin örnekleridir. Bu üç öykünün kurgu/yapı düzlemindeki ortak özelliği; metinlerin, Kafka kurmacasında ilk örneklerine rast ladığımız, modernizmin soyut imge örgüsüyle dokunmuş olmalarıdır. Kafka’nın metinlerinin odağındaki bu yeni metaforik öge imge, geleneksel edebiyatın alegorisine de simgesine de benzemeyen bir oluşumdur. Ne “ Şato ” romanındaki ‘ şato ’yu, ne “ Dava ” romanındaki ‘ mahkeme ’yi ne de “ Değişim ” anlatısındaki ‘ böcek ’i geleneksel tanımlar içinde çözümlemek mümkündür. Çokkatmanlı yeni metinlerin anlam alanını genişleten bir kurgu ögesidir modernist imge; onu tek bir anlama çevirerek dizginlemek olanaksızdır. Her anlamlandırma/yorumlama girişimi onun yalnızca bir bölümüne yönelir, hiçbir zaman tüm varlığını kapsamına almaz: o kendine özgü bir varlıktır, dış dünya gerçeğinden tümüyle bağımsızdır. Yalnızca estetik düzlemde soluk alan bu oluşumlar modernist anlatının da mitleridir.

Atay’ın ilk üç öyküsünün odağında da ‘ kafkaesk alegori ’ ya da ‘ modernist imge ’ diye adlandırabileceğimiz türden estetik oluşumlar bulunur. İlk yayımlanan öyküsü “ Beyaz Mantolu Adam ”da tüm öykü ögeleri, böyle bir imgeyi oluşturmak için seferber edilmiş gibidir. Kloş etekli beyaz ve uzun bir kadın mantosunun içinde dolaşan, hiç konuşmayan, ayrıksı görünümlü grotesk adam ile, karşısında tek bir organizmaymışçasına devinerek onu kullanan farklı bir evrenin insanları, Atay’ın metninde oluşturmaya çalıştığı bu odak imgenin iki ana yapıtaşıdır. Ancak, Atay’ın yarattığı bu grotesk imge, Kafka’nın kimi metinlerinde gördüğümüz, anlamdan iyice soyutlanarak bağımsızlaşan imgesinden farklıdır; anlamlandırılmaya daha yatkın olan alegoriye göz kırpar. “Beyaz Mantolu Adam ” öyküsü ve onun grotesk ana figürü, daha çok ‘ birey-insanın topluma yabancılaşma ’sını alegorize eder: Bu öykünün, çoğul anlamlara çağrı çıkaran bir yapısı yoktur; imlediği başlıca anlam budur. Atay, iki romanının da ana motiflerinden biri olan ‘ yabancılaşma ’yı, bu öyküsünde tek başına imge düzlemine taşır.

Oğuz Atay ve Türk Aydını

 


Oyunu kaleme aldığı günlerde üzerinde çalıştığı makale de doğrudan bu konuyla ilgilidir: “ Yeni yılda yeni makale – ya da ilk makalem (...) Türk aydını ülkesine yabancılaşmıştır. (...) İnsanımız bütün boyutlarıyla kendisine sahip çıkacak aydınları bekliyor. (...) Kötü yöneticiler, aydınlar halkla ilişki kurmasını becerebildiği halde, biz halkı sevmediğimiz için kendimizi ülkemizde istenmeyen bir misafir gibi hissediyoruz. Bu yüzden onu tanımak, onun derinliğini, ruhunu hissetmek istemiyoruz. (...) Bazımız Batıdan korkuyoruz, bazımız Doğudan ve en çok da halktan korkuyoruz. ” (G.134) “ Oyunlarla Yaşayanlar ” tümüyle bu düşüncelerin ışığında yazılmıştır. Gerçi oyundaki yoğun ironi kullanımının ve oyun-içinde-oyun tekniğinin etkisiyle, metnin eksenini oluşturan bu düşünceler, bir yabancılaştırma sisinin ardından okura ulaşıyor, çoğu yerde de ‘oyun mu yoksa gerçek mi’ ya da ‘ alay mı yoksa ciddi mi’ olduğu kuşkularını beraberinde getiriyordur.

Atay’ın bu yeni aydını, halktan uzaklaşmasının suçunu kendinde bulmaktadır: “ Halkın anlamadığı bir dille konuşuyorsun, kendine yeni kelimeler buldun. Okuma-yazmayı bilmeyenler ülkesini yazılarla doldurdun. Şimdi hayat sellerinin ortasında kendi ıssızlığının çölünde yaşıyorsun. Kendi kendine oynadığın oyunlarla avunmaya çalışıyorsun. ” (OY.85) Atay’ın aydına yönelttiği en büyük suçlamalardan biri de, onun Batı değerlerini sorgulamaksızın tek doğru olarak benimsemesidir. 1975 yılında Kemal Tahir’in ölüm yıldönümünde yaptığı konuşma tümüyle bu konuya odaklanmıştır: “ Birçok Doğulu aydın gibi Türk aydını da kendini anlayabilmek için Batıdan yola çıkmıştır, kendini ve toplumunu Batıdaki örneklere benzetmeye çalışarak açıklama çabasına girişmiştir, ” diyordur, “ Kemal Tahir ve Doğu-Batı Sorunu ” başlığıyla yayımlanan bu konuşmasında: “ Batıya özenen Türk aydınının kalıpları aldığı gibi uygulama kolaylığına kaçması onu bir çeşit ruh ve düşünce tembelliğine sürüklemiştir. Doğuya getirmeyi özlediği dinamizmi bu yüzden gerçekleştirememiş ve bir türlü Batının gerçek değerini sezememiş, sonunda bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız tartışmaların içinde yaratıcı yeteneklerini yitirip gitmiştir. ” Kurmaca düzlemde ise bu düşünceleri Yunan tragedyası atmosferi içinde, oyunun aydın kişisi Coşkun Ermiş’in ağzından şöyle dile getiriyordur Atay: “ Ey talih! Neden ecnebi malumatın kölesi yaptın beni? Neden halkımdan uzaklaştırdın? Lanet olsun sana kör talih! ” (OY.83)

Aynı tarihlerde yazdığı makalelerin ve günlük notlarındaki düşüncelerin kimilerinin kurmaca düzlemdeki karşılığını “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın satırları arasında bulmak mümkündür: Günlüğünde, “ [h]alkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor (...) halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor, ” diyen Atay, oyununun kurmaca düzleminde, “ [o]nun ağzından konuşarak, halkın yazdıklarını taklit ederek facialar yazmadım mı? ” (OY.83) dedirtiyordur oyun kişisine. “Böylece şehirli aydın gibi, köyden gelen aydın da köklerinden kopuyor, bir salon serserisi, bir meyhane gezgini oluyor, ” dediği günlük notunun kurmaca yankısında ise Coşkun ve tiyatrocu arkadaşlarına meyhanede sosyal içerikli konuşmalar yaptırır, “ [h]alkım için meyhanelerde bunca gözyaşını kim döktü? ” (OY.83) dedirtir Atay.

Aydının halkla ilişkisindeki yapay/içtenliksiz tutumun uç noktasında ise oyun metninin içine serpiştirilmiş nutuk parodileri bulunur. Bunlar, kullanıla kullanıla aşınmış, başlangıçta taşıdıkları içerikten soyutlanmış, zamanla hamasi tören nutuklarının malzemesine dönüşüp kitschleşmiş kimi marş dizeleri, söylev kesitleridir. Kimi yerde “ Dağ başını duman almış ” marşının bir dizesini anımsatan “ güneş daha doğmadan” (OY.14) çarpar kulağımıza; kimi yerde “ Törenlerde konuşan içimdeki yabancı, ” diye başlayan ve “ Hangi deli kendisine zincir vurur şaşarım, ” (OY.49) diye biten “ İstiklâl Marşı ” esintili bir şiir duyarız. Aşağıdaki nutuk parodisi, içerdiği güçlü ironi ve aydın eleştirisiyle Atay’ın oyun metnindeki doruklardan biridir: “ Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. ” (OY.50)

**

Türkiyeli aydının kendini sürekli bir ‘Mesih’ gibi sanmasıyla için için eğlenir yazar. ‘VE ONU KURTARMAK İÇİN SİZ GÖNDERİLDİNİZ.’ Herkesin kurtarıcı kesildiği bir ortamda, gerçek kurtarıcı gücü küçümsemesinin sıkıntısı değil midir ikiyüz yıldır çektiğimiz büyük sıkıntı, ”8 diyordur Murathan Mungan. Metinde Osmanlı paşasının cahil nefere yaklaşımı; halkı küçümseyen, onunla iletişiminde anlaşılmaz bir dil kullanan, Tanzimat’tan bu yana adım adım halktan uzaklaşmış Türk aydınının, Atay’ın kara mizahı ile bütünleşmiş bir yansımasıdır: “ Ey nefer-i bîhaber! Muharebe-yi âzamın bu şedit lâhzasında bu denlû gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde ne halt ediyorsun? (...) Düşman topçusunu gozluyom paşam. (...) Bu cahil nefer paşanın sözlerini nasıl anladı? (...) Fakire yalnız son iki kelimesi yetti. Okumuş yazmış takımı genellikle halkın anlayacağı birkaç söz ederler nutuklarının sonunda (...) Halkla aramızda ‘diyalog’ kurulsun diye. ” (OY.56)

“Oyunlarla Yaşayanlar ”ı kaleme aldığı günlerde günlüğüne şöyle yazıyordur Atay: “ [H]alka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. ” (G.142) Oyun metninde de, halkına yabancılaşmış aydının kendisiyle hesaplaşmasını, yaptıklarından pişmanlık duyup ‘ doğru yola girişini ’ kurmaca düzleme taşır Atay: “ [M]illetime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmaya çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle, ” (OY.51) diyordur Atay’ın oyun kişisi: “ Aşktan da üstün şeyler var artık benim için. Milletim için çalışacağım artık. (...) Ona gerçek oyunlar yazacağım artık. ” (OY.70) “ [Eskiden] şu zavallı milletime yabancı gelen oyunlarla uğraşıyordum, ” (OY.55) demektedir; bundan böyle halka dönük, yerli oyunlarla uğraşacaktır. Atay’ın oyun kişisi, gençlik yıllarının toplumsal hizmet görevlisi Oğuz Atay’ını anımsatan bir dille konuşmaktadır. Yeşermekte olan bu yeni bilinci, yaşamındaki en büyük kazanım olarak gördüğünü söyletiyordur metninin ana kişisi Coşkun’a ölümünden önce: “ [B]azı şeylerin, mesela zavallı milletimin farkına varmaya başlıyordum. ” (OY.103)

Atay’ın aynı dönemde kaleme alınmış olan günlük sayfaları, onun, metin kişisi Coşkun’la duygu ve düşünce birliği içinde olduğunu gösterir: “ Türk milleti – ya da halkı evrenseldir. Osmanlı İmparatorluğunun anlamı bundadır. (...) Biz geri kalmış bir ülke değiliz, fakir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak. ” (G.132) Oyun kişisi Coşkun da “ [b]en gerçek dediğiniz şeyi buldum (...) Bizim gerçeğimizi,” diyordur: “ Biz büyük bir milletiz. ” (OY.47) Aynı zamanda da “ her şeye çocuk gibi sevinir, çocuk gibi üzülürüz (...) Demek istiyorum ki dünyada bizden başka hiçbir millet (...) bu heyecanı anlayamaz. ” (OY.48) Günlük notları, Coşkun’un oyun metninde yeni ayırdına vardığı bu düşüncenin açımlamaları ile doludur: “ Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri sadece inceler; bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımızla benimsemez. (...) Batılı değerlendirir, biz severiz. ” (G.132) Bu metninde kullanacağı temalarla ilgili olarak günlüğüne aldığı notlar arasında bulunan “ çocuklar ülkesi ” (G.126) tanımı, Atay’ın bu konuya oyununda iyi bir yer vermeyi düşündüğünü gösterir. Ana kişisinin karşıtlıklar üzerine kurulu ‘ Coşkun Ermiş’ ismini oluştururken de, Türk insanının, bir yandan “ soylu ” bir geçmişten gelen, gerçeğin farkında olan (“ Ben oldum artık. ”) (OY.47) öte yandan “ çocuk kalmış ”/saf ‘ coşku ’lar yaşayan bu karma yapısını göz önünde bulundurduğu düşünülebilir. Atay’ın bu yeni kurmaca kişisinin ulusal düzlemdeki özgüveni, “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişilerine oranla çok daha güçlüdür. Metinde sürekli yanıp sönen ironi ışıltılarının arasında, ara sıra hamasetle sarmallanmış şoven bir renk göze çarpıyor olsa da, ironi bu rengin fazla gözalmasını engeller.



 

Wednesday, November 10, 2021

'Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz'


“İnsanlarımızın, daha doğrusu benim ilgilendiklerimin dünyaya nasıl baktıklarını (...) bu arada anlatmak istiyorum. Batı dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bilmem nasıl becermeli? (...) İçinde, düşünenin fark etmediği bir ‘humor’ olan, saf diyebileceğim bir görüş. Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. ” (G.26) 1970 kasımında romanının kurgusuyla ilgili fikir üretirken günlüğüne bu sözleri yazan Oğuz Atay, gerçeği “ ‘irrational’ ve ‘çocuksu’ yorumla[yan] ” (G.30) ülkesinin insanını anlatabilmek için en uygun kurgu modelini, oyun ögesini çok boyutlu kullanarak oluşturur. “Modern Türk edebiyatında kültürümüzdeki ‘oyunsu’ niteliği fark eden ilk yazar, çoğu ilk ve teklerin haklı sahibi Tanpınar’dır. (...) ‘Oyun’u fark etmek için hayata düzayak değil kapsayıcı bir kuşbakışından bakmak gerekiyordur kuşkusuz. Bu yüzden de, Tanpınar’dan sonra (Aziz Nesin’in iyi hikâyedeki çizgisel, ama sırf yinelenmeleriyle korkunç gündelik oyunları, Bilge Karasu’nun formel oyunlarını saymazsak) hayatımızdaki oyun unsuruna yeni bir gözle bakabilecek kadar perspektif, sezgi ve mizah sahibi bir yazara kavuşmak için Oğuz Atay’ı beklememiz gerekti,” diyordur Fatih Özgüven.

Oğuz Atay’ın biyografik yaşamına, oyun olgusuna odakladığımız perspektiften baktığımızda, okul yıllarından olgun yaşlarına değin, yakın çevresinde olayları oyunlaştıran, giderek oyunun irrasyonel düzleminde kendini ifade etmekten hoşlanan biriyle karşılaşıyoruz. Atay’ın yaşamı oyunlaştırma eğili mi, çocuk dergilerindeki tekerlemeler eşliğinde oluşturduğu oyunsu ortamdan, Teknik Üniversite’deki arkadaş grubunun ortaoyununu andıran şakalaşmalarına, oradan da yakın çevresinde doğaçlama kurguladığı ‘tek kişilik oyun’lara değin uzanır. “Duyguları söz konusu olduğunda içine kapanıktı. Kendini ifade etmek için oyunlar kuruyordu. Meselâ, birinden bir kolye alır, takar, sonra sahnedeymiş gibi anlatmaya başlardı. Dışardan bakıldığında, insana hoş ve eğlenceli gibi gelirdi. Ama o hoşluğun içinde nevrotik bir gerilim de vardı,” diye anlatır Barlas Özarıkça. Oğuz Atay, gerçeklik ve mantık kategorilerinin, oyunun irrasyonel ortamında yumuşayarak köşelerini yitirmesiyle birlikte gelen anlatım özgürlüğünü, hem biyografik hem de kurmaca dünyalarında kullanır.

“Tehlikeli Oyunlar” romanının kurgusunu belirleyen ana düşünce, karşıt gerçeklik düzlemleri arasındaki geçişimlilik ve bunun yarattığı belirsizlik efektidir. Atay bu efekti; metaforik/imgesel bir doku oluşturarak, kaygan/geçişimli/esnek/oynak/ labil bir taban üzerinde farklı disiplinlere bağlı gerçeklik katmanlarını yüzdürerek, onlara sınırlarını yitirterek, onları birbirlerinin içinde eriterek elde eder. Geleneksel estetiğin bütünsel yapısını dinamitleyen bu kaygan dokuyu oluşturmak için çeşitli yöntemler kullanır Atay. Önce, “ Tutunamayanlar ”da yaptığı gibi, üç farklı ontolojiyi üç farklı anlatı düzleminde yaşama geçirdiği bir yapı kurar: 1) Romanın reel gerçeklik düzlemi: Hikmet’in biyografik yaşamı. Aynı zamanda onun Albay’la birlikte kurmaca metinler yazdığı düzlem. 2) Kurmaca düzlemi: Hikmet’in ve diğer roman kişilerinin kurguladığı metin içi ada öyküler/oyunlar/düşler: Dilsel yaşam düzlemi. 3) Hikmet’in iç dünyası : Anılar, iç konuşmalar.

Bu üç düzlemden, reel adını verdiğimiz ilkinin gerçekliğini ise yazar daha metnin başında kuşkulu kılar. Romanın ana kişisi Hikmet gecekonduya gelmeden önce uyur (TO.35). Romanın sonunda ise, Hikmet’in ölümü uyku simgeseli ile belirsizleştirilir; belki de Hikmet “ rahatça uzanmış uyuyordu[r]” (TO.465). Romanını uyku parantezine alır Atay. Bu uyuma edimi, birinci düzlemin de düşsel/kurmaca bir özellik taşıdığı nı vurgulamak amacıyla metin boyunca sıkça yinelenir; neyin gerçek neyinse düş ya da oyun olduğu metin genelinde belirsiz bir duruma getirilir. Kendisi de romanında gerçekleştirmek istediği bu kurgusal yapıyı günlüğünde açıklıyordur: “ Artık -okuyan için de- oyun ve gerçek karışmıştır.” (G.68) Hikmet’in gecekondu yaşamına geçişini anlatan tümceler esrik bir tonlama taşır, belki bir düştür, belki de “ mavi boyalar[ın] kapının üzerinden ince şeritler halinde ak[makta] ” (TO.23) olduğu bu gecekondu, henüz kurumamış bir yağlıboya tablodur, gerçekte yoktur: Bu boyalar “ [h]angi şehirde akıyordu? Taşrada akıyordu. Kim? Göğsüme doğru yükselen boşluk. Hangi şehirde? Kollarıma, bacaklarıma... sözlerimi gayrı ciddiye...ellerimi bu korkunç boşluğa...sus...uyanınca düzelecek.” (TO.23) Uyku ile uyanıklık arasındaki bu sancılı ruh durumu, kurgusal düzlemde gecekonduya geçişi anlatır, somut düzlemden iç dünyanın soyut bölgelerine doğru bir geçiştir bu.



**

Romandaki dil kullanımı da, metindeki bu çoğulcu kurgunun bilinçli bir uzantısı görünümündedir. Burada da “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi ‘yaşayan’ dili kullanır Atay. Tüm metni saran Osmanlıca parodileri ise, dönemin Öztürkçeci aydın dilinin dışında olan bir dil anlayışının metindeki yansımalarıdır. Sıradışı bir dil kullanımıdır bu; ele avuca sığmayan, daldan dala atlayan, son derece devingen, coşku/tutku dolu -ve her şeyden önce de- oyunbaz bir dildir; soluk alıp veren canlı bir organizma gibidir; yazarının iç dünyasındaki dirimselliğin tüm elektriğini içinde taşır. Kısaltmalı resmi yazışma dilinden arkaik çeviri diline, ansiklopedi dilinden gazete ilanlarında kullanılan dile değin çeşitli parodilerle örülmüş olan roman dilindeki en çarpıcı kullanımlar “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi, Atay’ın Osmanlıca ile parodi düzleminde oynadığı bölümlerde ortaya çıkar. Romana başlamadan, “ [e]ski Türk edebiyatı ile ilgili ” (G.24) okuması gerektiğini yazıyordur günlüğüne. Roman, gerçekleştiğini düşündüğümüz bu okumaların izlerini taşıyan dil kullanımları ile dolup taşar. Romanın estetik düzlemdeki en büyük zenginliklerinden biridir eski dil/edebiyat parodileri.

Okurun da katılabileceği bir yaratıcılık

 


 20. yüzyılın deneysel metinleri, karmaşık/çokkatmanlı dokularıyla yoruma ‘ açık metin ’lerdir. Anlamın göreceleştiği bu çağın okuru, anlamı kendi üretmekle, metni yeniden kurmakla yükümlüdür. Yeni edebiyatın odağında okur vardır. Atay, okurun edebiyattaki bu yeni konumunun bilincindedir. 1971 yılı başlarında, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını yazmakta olduğu günlerde, okurun da “ katılabileceği bir yaratıcılık[tan] ” söz ediyordur. Romanında da üstkurmaca düzlemin satır aralarından açık ya da örtük mesajlar gönderir okuruna. Kimi yerde, roman kişisi Hikmet aracılığıyla metnin nasıl okunması gerektiğini doğrudan anlatır okuruna; ona, “ herkesin kendisine uygun bir sonuç çıkarmakta serbest olduğunu, ” (TO.308) söyler. “Tehlikeli Oyunlar” ın son tümceleri ise, yeni edebiyattaki rolünü hâlâ kavrayamayan ve romanın imgelerini çözümlemek yerine, yüzeysel düzlemdeki konu kesitleriyle sonuca varmaya çalışan geleneksel okura satır arasından taşlamacı göndermelerle doludur. Romanın son paragrafı, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını okumuş olan geleneksel okurun parodisi dir: “ ‘Bana kalırsa biraz karışıktı,’ dedi genç adam. ‘Bazı yerlerini anlamadım.’ ‘Canım,’ dedi kız, ‘Sonunda çocuk ölüyor işte.’ ‘Aptal,’ dedi delikanlı ‘o kadarını biz de anladık.’” (TO.473-474)

Tehlikeli Oyunlar'ın Oyunları


Toplumsal yaşam Oğuz Atay’a göre -Berne’ün terminolojisiyle konuşursak- bir ‘ bad game ’ yani ‘kötü oyun ’dur. Toplum içindeki yaşamda “ [g]erçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür ” (TO.110). “Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız.” (TO.351) Roman kişisi Hikmet ise bu oyuna katılmak istememektedir, ‘oyuna gelmemek ’ için gecekonduya taşındığını söyler. Oyun, romandaki en geniş anlam oylumuna sahip imgedir. Oyun sözcüğü metinde, olumludan olumsuza geniş bir yelpaze içinde, somut ve soyut birçok kullanımıyla birlikte yer alır: hepsini oyun diye adlandırır Atay; aralarındaki karşıtlıkları/nüansları vurgulamaz; neyin hangi tür bir oyun olduğunu çözmeyi ise okuruna bırakır. “Tehlikeli Oyunlar ”ın; anlamın kesin sınırlar içinde sunulmadığı modernist, yoruma ‘açık yapıt’ larla kesiştiği noktaların en önemlilerinden biridir bu.

Başlığı ‘ oyun ’ olan bir tablo oluşturuyormuşçasına, tualin her karesini uygun renklerle beziyordur Atay. Kimi yerde roman kişisine kimlik geliştirme oyunları oynatıyordur; “ [b]izden de iyi bir oyun çıksın. Mış gibi yapmaktan usandım, ” (TO.411) diyordur Hikmet. Olumlu bir oyundur bu; roman kişisini, gecekonduda kurmak istediği gerçek ‘Ben ’ine ulaştıracaktır. Metnin kimi yerinde de varoluşsal hesaplaşmasını yaparken “ meselenin ciddiyetine dayanama[mış], oyunlarla durumu örtbas etmek iste[miştir]” (TO.334); bu oyun, Berne’ün ‘ kötü oyun’ dediği olumsuz türdendir, kaçışı amaçlar. Belki, yine romanda yer alan ve doruk noktasını da evlilik konulu olanın oluşturduğu ‘ kötü ’ damgalı burjuva yaşam oyunlarından daha masumdur, ama aldatmaya yönelik olduğu için ‘ kötü oyun ’dur. Romanın içinde oyun çeşitlemeleri aramak için bir gezintiye çıktığımızda; mistik içerikli kutsal üçleme oyunu, yazma oyunu, tiyatro oyunu, romanın ana düşüncesinin sahnelendiği ‘ büyük oyun ’... diye uzayıp giden bir liste oluşturabiliriz. Tablosunu; at yarışı oyunu, bilye oyunu, iskambil oyunu, çocuk oyunu, futbol oyunu, sözcük oyunu... gibi farklı alanlardan oyun türleriyle donatır Atay; ‘ oyun ’ sözcüğü içeren deyişler, deyimlerle renklendirir onu; ‘ oyuna gelmek ’ deyimini sıkça kullanır, Hikmet kızdığında, “ burada oyun oynanmıyor ” (TO.467) dedirtir ona.

**
Matematiksel/entelektüel aklın, bütünsel aklın yalnızca bir bölümü olduğunun Atay farkındadır. Bunun için de, bilinçaltının dehlizlerine inerek Descartes’ın yüzeysel bilincini aşmasına karşın determinist/materyalist bir eğilimle her sorunu libido aracılığıyla çözmeye çalışan Freud’dan çok, kendini, aşkın bir düzlemde yoluna devam eden Jung’a yakın hissettiğini söyler. Pirsig’in, karşıt görünümlü iki disiplini bir araya getiren sıradışı kitabı “ Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı ”nı bir süre başucu kitabı yapmış olmasının nedeni de; onun, tek yönlü değil, bütünsel bir akıl arayışı içinde olmasından kaynaklanır. Bu çok sevdiği kitapla ilgili olarak şöyle diyordur günlüğünde: “ [B]atılı motosikleti ile -teknolojisi ile- Zen’i -yüce değerleri- bağdaştırmak istiyor. Pirsig istiyor ki, Plato ve Buda uzlaşsın. ‘Rationality’ ile duyarlığı bağdaştırmak istiyor (...) Teknoloji ile sevgi birleşsin is tiyor. ” (G.232) Sedat Düzkan, Atay’la duygusal akıl ve sezgi konusunda konuştuklarını anımsıyordur: Yalnızca sanatta değil, bilimde de sezginin önemli olduğunu, çok değer verdiği bilim insanı Cahit Arf’ten yola çıkarak şöyle anlatıyordur Atay: “ Cahit Arf’in bilim adamı olarak bir üstünlüğü de şuradan kaynaklanır. Diyelim ki bir problemde altı tane çözüm yolu görülmektedir. Bunlardan bir tanesi doğru yoldur. Sıradan bir bilim adamı ilk yolu dener önce, sonra ikinciye geçer. Cahit Arf ise sezgi boyutunu devreye sokar. Diyelim ki beşinci alternatiften başlar. ”