Showing posts with label Arapça. Show all posts
Showing posts with label Arapça. Show all posts

Sunday, September 20, 2020

Siyer Felsefesi

 


Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.


Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim. 

Tuesday, June 25, 2019

Elalemin Diline Neden Öykünürler?

beige, red, and brown signages on beige stand at daytime
Bu yazı Sevan Nişanyan'ın  En Son Yazıları isimli bloğundan alınmıştır.

Her dil, belli bir tarih döneminde “kültürel norm” kabul ettiği uygarlığın dil(ler)ini, deyimlerini, üslubunu, ifade biçimlerini taklit eder. O uygarlığın sözlüğünden kelimeler alır; doğrudan almasa bile, çeviri yoluyla onun kavram ve deyimlerini kendine mal eder.
Kültürel taklit DAİMA sınıfsal boyut taşır. “Norm” kültürü iyi tanıyanlar, toplumda ayrıcalıklı mevkiye yükselirler. Dolayısıyla o kültürü iyi tanıdıklarını gösterecek davranış biçimleri sergilemeye özen gösterirler. O kültürün kelime ve deyimleriyle konuşmakla saygınlık devşirirler. Hatta norm kültürü yeterince tanımayanlar dahi, sanki tanıyormuş gibi davranarak itibar kazanacaklarını bilirler.
Günümüzde İngilizcenin Türkçe'deki (ve diğer dillerdeki) konumu iyi bir örnektir. İngilizceyi sevip sevmemeniz, bu durumdan hoşnut olup olmamanız bir şey değiştirmez; objektif durum bu. Türkçeye son kırk yılda yeni giren kelime, kavram, deyim ve ifade biçimlerinin ezici çokluğu, belki yüzde 95 gibi bir kısmı, İngilizceden gelmiştir. İngilizceden gelmeyenler İngilizceden çeviridir. Yeni kavram ve deyimlerin “aslı” arandığında otomatik bir refleksle herkes – Anglosakson kültürel yayılmacılığına karşı olanlar dahil – İngilizce literatürü hakem kabul eder. “İtibarlı” sayılan mesleklerin mensupları (mesela milletvekilleri, öğretmenler, yazarlar) şaşmaz kural olarak kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi İngilizce biliyor gösterme gereği duyarlar. Bilenler, ince ya da kalın jestlerle bildiğini sezdirirler; bilen diğerlerine “ben sizdenim” diyerek göz kırparlar;  dil bilmeyeni “kıro” sayıp aşağılayacaklara karşı tedbir alırlar. İngilizce havalıdır: yani cool. Havalı dilin kelimeleri önce havalı sayılan zümrelerin diline sızar, sonra umumun diline yayılır.
Yanlış anlamayın lütfen. Böyle olmalıdır ya da böylesi iyidir demiyorum. Kötü demek de bence aynı ölçüde abes. İnsan tabiatı bu, bir şey yapamazsın.
Bugün İngilizce. Eskiden Arapça böyleydi. Türklerin İslamı kabulünü izleyen bin yılda Arapça, nihai kültürel norm olan dinin lisanıydı. Toplumda “alim” ve “arif” sayılan insanlar Arapça bilirdi. Bilmekten öte, bildiğini – edeple veya edepsizce – hissettirme gereği duyarlardı. İlim ve irfana müteallik konuların başka bir dilde gereği gibi ifade edilemeyeceğine inanırlardı. Arapça bilmeyen halka bu konuları anlatmakta zorluk çekerler, mecbur olunca ya Arapça ıstılahatı öğreterek, ya da kör topal da olsa avam dili Türkçeye çevirerek meramlarını anlatmaya teşebbüs ederlerdi.
Tek yaygın eğitim kurumu olan medresede eğitim dili Arapçaydı. Eğitim dili Arapça olunca okumuş adamın okumamıştan farkı nasıl belli olacak? Elbette araya serpiştirilen Arapça ibaratın hacmine ve inceliğine göre kültür puanı verilecek. Arapça bilenin kahvesi bilmeyenden önce takdim edilecek, misafirse bir değil iki kere temenna edilecek.
Dil nasıl evrilir? Buyurun, kahve protokolüne göre evrilir.
Türkçenin Farsçayla ilişkisi daha karmaşıktır. 1071’i izleyen 250 yılda öyle anlaşılıyor ki Farsça “Türk” devletlerinin standart yazı ve belki protokol dili idi. Daha sonraki dönemde de Farsça a) “şehirli” sayılan yaşam tarzının, b) edebi zarafetin, ve c) başta Mevleviye olmak üzere bazı tasavvuf ekollerinin referans dili olarak kaldı. Arapçanın aksine, Türkçe ile Farsça arasında – eşit hacimde olmasa da – iki yönlü alışveriş sürdü.
Sonra sıra Fransızcaya geldi. 19. yy’da Osmanlı/Türk toplumu bir heyula gibi sınırın ötesinde beliriveren Batı medeniyeti ile tanıştı. O medeniyetin anadilinin Fransızca olduğuna karar verdi. (Neden Fransızca? Başka zaman konuşalım.) 1850’lerden 1970’lerin başına dek yüz yirmi yıl boyunca Fransızcayı ana kültürel referans tanıdı. Metropolün şık mahfellerinde Fransızca bilmeyenler “cahil” sayılıp aşağılandı. Yeni kurulan modern mekteplerde Fransızca mecburi ders oldu; imkanı olanlar bununla yetinmeyip özel hoca tuttular, evlatlarını Paris’e okumaya gönderdiler. Önce teknolojiden, moda ve lifestyle kavramlarından başlayıp idari terminolojiye, güzel sanatlara, ticarete, tıbba, şiire dek her alanda binlerce Fransızca sözcük benimsendi. Eşit sayıda Fransızca sözcüğe önce Arapça-Farsçadan çakma Yeni Osmanlıca, sonra birtakım Ortaasya lehçelerinden çakma “Öztürkçe” karşılıklar bulundu. Dil değişti, evrildi, zenginleşti.
*
Modern Türkçe yazı dilinin kelime hazinesinin yüzde 76 kadarı bu saydığım dört dilden – Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce – alıntıdır. Dilin iç çekirdeğini oluşturan yüzde onluk bir kelime dağarcığı Orta Asya Türkçesinden mirastır. Bir başka yüzde on, Orta Asya Türkçesinden türetme veya benzetme veya bileşim yoluyla Türkiye Türkçesinde üretilmiştir. Ne etti? 96.
Türkçenin bunlar dışındaki dillerden edindiği müktesebatın oranı toplamda yüzde dördü bulmaz. Bunun yarıdan biraz fazlası, a) balıkçılık, b) tarım ve c) İstanbul argosu alanında kayda değer katkıları olan Rumcadır. Bakiyesini – Moğolca, Ermenice, Kürtçe, Bulgarca ve Rusça, Çingenece, İspanyolca ve Yahudice, Gürcüce, Çerkesçe, Hintçe – toplasan incir çekirdeğini doldurmaz. Böyle olması da normaldir. Çünkü Türkçenin trendlerini belirleyen toplum kesimleri açısından, bu diller tarihin hiçbir döneminde PRESTİJ DİLİ olmamıştır.
Şöyle düşünün. Diyelim ki memlekette sözü dinlenen biri olarak, hasbelkader, örnek, Kürtçe biliyorsunuz. Aile çevrenizde bu dili severek kullanıyorsunuz; dost ortamında o dilden birkaç kelimeyi şak diye ortaya atmaktan zevk alıyorsunuz. O kelimeleri edebi eserde, siyasi müzakerede, ticari yazışmada, ders kitabında, haber bülteninde kullanmak asla aklınıza gelmez. Çünkü kullanmakla itibar kazanmazsınız, belki kaybedersiniz. Sizden o dilde bilmedikleri bir kelimeyi ilk kez duyanlar “bunlar alim insanlar, demek böyle diyorlarmış” diye düşünmezler. En iyi ihtimalle “egzantriklik”, en kötü ihtimalle “densizlik” görürler. O kelimeler “tutmaz”.
O yüzden, birtakım marjinal tabirler dışında, düşük prestijli dillerden yüksek prestij diline kelime geçmez.
*
Bir dilde “kaç kelime” olduğunu saymak, pratik açıdan da, teorik açıdan da zor bir mesele. Türevleri ve bileşikleri nerede keseceksin? (TDK’nın yaptığı gibi ağı çok geniş tutarsan tutarsızlığa, hatta keyfiliğe düşersin.) Deyimleri nerede keseceksin? Cins adı niteliği kazanan özel adları ne yapacaksın? “Portmanto sözcük” dedikleri bir kerelik kelimeleri ne yapacaksın? Yabancı kelimeleri nerede “yerlileşmiş” sayacaksın? Kullandığınız sayım yöntemine göre modern Türkçe yazı dili leksikonunda 30 bin kelime de bulabilirsiniz, 130 bin de.
Nişanyan Sözlük bir etimoloji sözlüğü olduğu için, köken açısından ilginç olmayan kurallı türevlere (denetleyici, sözlükçülük) ve basit bileşiklere (alakarga, uçuç böceği) yer vermedi. Veritabanında halen 15,263 maddebaşı sözcük bulunuyor. Madde altında belirtilmiş olanlarla birlikte 31,919 kelime sözlükte yer alıyor. Kuralları biraz gevşeterek bu rakamı da iki katına çıkarmak mümkün.
Genel ilke olarak Türkçe sık kullanılan sözcüklerde Türkçe kökenli sözcük oranı artar (gelmek, göz, bir), marjinal sözcüklerde azalır (taaffün, hidroskopi, suşi). Ancak Sözlüğün ana iskeletini sabit tutup türev ve bileşikleri artırsak dahi oranlarda önemli bir değişikliğe tanık olmayız. Sözlükte yer almayan Türkçe kökenli türevler artar (gözyaşı, göz bebeği, göze gelmek); yabancı kökenli türevler de artar (azoik, zootekni, zoolojik). Sadece Arapça ve Farsça kökenli sözcükler Türkçede türetmeye çok yatkın olmadıkları için, veritabanını iki katına çıkarsak Arapça ve Farsça oranları düşecek, buna karşılık Türkçe kökenlilerle Batı kökenlilerin oranı birkaç puan artacaktır.
Etimolojisi belirtilmiş 15,131 kelime üzerinden köken dökümünü görelim:
Köken
Sözcük
Yüzde
Eski Türkçe
1550
10.24
Diğer Türkçe
1571
10.38
Arapça
4442
29.36
Farsça
1274
8.42
Fransızca-Latince
3777
24.96
İngilizce
1513
10.00
İtalyanca
339
2.24
Yunanca
376
2.48

*
Diğer dillere giren Türkçe kaynaklı alıntılar konusunda elimde ayrıntılı dökümler yok. Bildiğim kadarını özetleyeyim:
1) Batı dillerindeki Türkçe alıntılar Osmanlı dönemine ait bir avuç kültür sözcüğünden ibarettir (köşk, harem, yoğurt, türban vb.). Batı dillerinin hiç birinde herhangi bir çağda Türkçe bir “kültürel norm” veya referans dili olmamıştır. [Buna karşılık Arapça 12.-13. yy’larda kısa bir süre için ticarette ve akademik sahalarda önemli prestij kazanmış ve o dönemde sayıları yüzleri bulan Arapça sözcük Batı dillerine ulaşmıştır.]
2) Standart Arapça yazı dilinde Türkçe alıntılar yok denecek kadar azdır. Olanların genellikle askeri ve idari nitelikte olduğu anlaşılıyor. Mısır, Suriye ve Irak’ın halk ağızlarında çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Ancak tanımlanmış bir edebi kanonu bulunmayan lehçelerin sayısal analizine kalkışmak anlamlı bir uğraş değildir. Farklı lehçelerde tesadüf edilmiş tekil sözcükleri altalta dizip toplayarak sonuç çıkarmaya çalışmak ise “akademik sahtekarlık” tanımına girer.
3) Standart Farsça yazı dilindeki Türkçe alıntılar, Türkçedeki Farsça alıntılar kadar olmasa da, epey bir yekün tutar. Doerfer’in dört ciltlik Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen’i bu konuda değerli bir kaynaktır. İrani dillerde özellikle 11. yy’dan eski alıntılar ilginç bir araştırma alanı olduğu halde henüz yeterince analiz edilememiştir.
4) Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Arnavutça gibi uzun zaman Osmanlı siyasi ve kültürel hegemonyası altında yaşamış dillerde çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Yunancada halen kullanılan Türkçe sözcükleri gösteren popüler bir sözlükte bin kadar kelime vermişler. Yaşadığım adada huzuri, xatiri, çati, siktirizo, boyacis... her gün duyduğum kelimeler.
5) Ermenicenin durumu ilginç. 19. yy başlarında İstanbul ve İzmir’de konuşulan Ermenicenin yarıya varan bir oranda Türkçe alıntılardan oluştuğu, hatta Türkçenin bir lehçesi denebilecek ölçüde onunla içiçe geçtiği anlaşılıyor. Amerikalı Elias Riggs’in 1847 İzmir basımı A Vocabulary of Words Used in Modern Armenian but not Found in the Ancient Armenian Lexicons adlı sözlüğü bu konuda göz açıcı bir kaynaktır. Ancak 19. yy ikinci yarısında yapılan eğitim reformuyla Ermenice yazı dili Türkçe alıntılardan temizlenmiştir. Bugün gerek Ermenistan gerek diaspora lehçelerinin yazı dilinde Türkçe kökenli kelimeye hemen hiç rastlayamazsınız.

Saturday, November 18, 2017

Kaybedenlerin İsyanı

 
“Türkçede asıl tartışma konusu olan alıntılar yukarıda saydığım üç kategoriye (ithal ürün, yabancı kültür simgeleri, teknik terminoloji) girenler değil. Bir de sınıf faktörü var.

Hemen her toplumda, belli dönemlerde, belli bir yabancı bir dili bilmek ve kullanmak sosyal bir statü simgesi olmuş. Örneğin İngiltere’de Fransızca ve Latince uzun süre bu işlevi yüklenmişler. Tamamen işlevsel Anglosakson kelimeleri varken, yanısıra daha şık, daha ‘kültürlü’ durduğu için Fransızca ve Latince sözcükler benimsenmiş. Shit yerine excrement demek kibarlığın gereği sayılmış. Şatonun çiftliğinde cow, pig ve sheep rahatça dolaşırken, kesilip sofraya geldiklerinde Fransız sosuyla terbiye edilip beef, pork ve mutton adını almışlar. 

Türkiye’de 800 yıl boyunca Arapça ve Farsça, sonra 1830’lardan 1950’lere kadar 120 yıl Fransızca statü dilleri olmuşlar. Bu dilleri bilmek ve kullanmak, kültürlü sayılmanın vazgeçilmez koşulu yerine geçmiş. Bu dilleri bilmeyenler ve bildiğini kanıtlayamayanlar ‘kıro’ zümresine layık görülmüşler. Cumhuriyetin ilk yıllarında Arapça ve Farsça sözcükleri dilden ayıklama kararı verilince, sosyal ve sınıfsal alışkanlıklar emirle kolay değişmediğinden, yeni icat edilen “öz” Türkçe de avam kesiminin bilmediği bir seçkinler dili olmaya yüz tutmuş. Öz Türkçe macerası 1980’lerde çökünce bu kez İngilizce, Türkçenin sınıfsal referans dili olarak öne çıkmış bulunuyor. 

Prestij dilinin ufacık bir dokundurması bazen iki sınıf, iki statü, iki dünya arasındaki farkı inanılmaz bir netlikle ifade etmeye yetiyor. Çarpıcı bir örnek: eskici ile Eskidji arasındaki fark. Birincisi ne kadar sefil, bitli ve alaturka ise ikincisi o kadar cool. Çünkü İngilizce değmiş.

Osmaniye valisinin İngilizce kelimeleri yasaklaması da bence ilk bakışta gözüktüğü kadar anlamsız bir davranış değil. Belki doğru olarak algılanan bir sınıfsal tehdidin reaksiyonu: kaybedenlerin isyanı!
 ”

Türkçe ve Arapça


“12. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna dek Türk dili Arapça ile büyük bir aşk yaşamış. Arapçadan Türkçe yazı diline on bini aşkın kelime aktarılmış. Bu kelimelerden yaklaşık üç bini halen Türkçe'de kullanılıyor.

Bu aşkın asıl nedeni muhakkak ki din. Ama ikinci bir nedeni de bence gözden kaçırmamak gerekiyor. Arapça, olağanüstü denecek ölçüde güzel bir dil. İnsan aklının başyapıtlarından biri sayılması gereken, adeta matematiksel bir yapısı ve muazzam bir şiirselliği var. Kelime hazinesi inanılmayacak ölçüde zengin. Özellikle soyut kavramları ve rafine nüansları ifade etmek konusunda son derece kıvrak. Felsefe ve hukuk alanlarında Almanca ve İngilizce gibi büyük kültür dilleriyle rahatlıkla boy ölçüşecek bir zenginlik, berraklık ve esnekliğe sahip. Bu nedenle Arapçanın Türkçe üzerindeki etkisinden şikayet edenleri ben pek fazla ciddiye alamıyorum. Ya Arapça bilmiyorlar, ya da milliyetçilik afyonunu biraz fazlaca yutmuşlar.

Daha ileri giderek, Türkçeyi iyi bilmek ve iyi kullanmak için Arapça öğrenmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Arapça bilmeyen birinin Türkçeyi alacakaranlıkta el yordamıyla yol bulmaya çalışır gibi konuşacağını düşünüyorum. Bu düşünceyle üniversite öğrencisi olduğum yıllarda Arapça öğrendim. Türkçenin etimolojisi ile ciddi olarak ilgilenmeme yol açan olay da sanırım bu oldu.”

Tuesday, November 14, 2017

Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı




“Belki belirtmekte yarar var: Türk dili yabancı alıntılarla zenginleşmeye Malazgirt’ten de İslamiyetten de çok önce başlamış. Farsça ve başka İran dillerinden alıntılar 8. yüzyıldaki ilk Göktürk yazıtlarında bile karşımıza çıkıyorlar. Şurası kesin: Türklerin Orta Asyalı ataları bugünkü öykünmecilerinden daha açık fikirli insanlarmış. Güzel bir kelime bulunca, ‘bu Öz Türkçedir, bu değildir’ diye pek dert etmezlermiş.”

**
“Sbandito edilmiş bir kişinin dağda derede dolaşıp eşkiyalık etmek, yol kesip haraç almak dışında pek bir şansı kalmadığı açık. Hatta bir dönem İtalya’da sbanditi sayısı o kadar artmış ki birçok dilde bu İtalyanca sözcük kanun kaçağı, haydut, eşkiya kavramına model olmuş. İngilizce bandit buradan geliyor. Türkçe ızbandut da böyle.

(Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor.)

**
“Sınıfın Arapça çoğulu olan esnaf eski anlamını korumuş. Bu sözcük aslında kolektif bir isim: ‘esnaf velinimetimiz’ ya da ‘esnaf ayaklandı’ deyimlerindeki gibi “bilumum lonca erbabı” anlamına geliyor. Tekil bir ad (‘o şimdi esnaf’) veya sıfat (‘çok esnaf adam’) olarak kullanıma girmesi, Türkiye’de doğru dürüst Arapça bilen kimse kalmadığının göstergesi.”

**
“... bugün kullandığımız Türkçede Latinceden Fransızca yoluyla aldığımız – benim sayabildiğim – en az 2500 kelime var. Oranlamak için hatırlatayım: Orta Asya Türkçesinden günümüze kalan miras 1200 kelime. ”

**
“Arapçanın güzelliği de zaten burada: neredeyse matematiksel bir şıklıkla yeni sözcükler üretmeye imkân veren bir dil.”

**
“Künefe Türkçeye yakın yıllarda girmiş olan üç beş Arapça sözcükten biri. Antakya yerel ağzından alındı. Orada kunāfe diye söyleniyor galiba. Kadayıf tabakasını ikiye katlayıp, adeta kanat altına saklar gibi araya bir kat peynir katılarak yapılan tatlının adı.

Diğer taze Arapça alıntılar hangileri? Aklıma gelenler lahmacun, darbuka, bir tür davul olan bendir ve Bermudanın otantik versiyonu olan haşema. Vaktiyle Araplardan en soyut ve yüksek bilimsel kavramları alırmışız. Şimdi anlaşılan pek öyle değil.”

**
“Arapça çoğullar başlı başına bir uzmanlık dalı. Benim bildiğim kırk dolayında çoğul vezni bulunuyor ve hangi kelimenin hangi vezinde çoğul olacağını önceden tahmin etmenin katiyen imkânı yok. Mesela şeyin çoğulu eşya, emrin çoğulu umur, hakkın çoğulu hukuk, hadisenin çoğulu havadis, vasıtanın çoğulu vesait, mülkün çoğulu emlak, kısmın çoğulu aksam, nefsin çoğulu nüfus, tören anlamına gelen resmin çoğulu merasim, harç anlamına gelen resmin çoğulu rüsum, çukur anlamına gelen kabrin çoğulu da, evet, kubur. ”

**
“Sırası gelmişken belirteyim. -cik, -ceğiz gibi küçültme eklerinin zıddı olan bir büyültme ekine, bellibaşlı dillerden sadece İtalyancada rastlanıyor. Bu o kadar kullanışlı bir icat ki, tüm komşu diller İtalyancadan -one’li sözcükler almak için adeta yarışmışlar. Fransızca veya Venedikçe üzerinden dilimize giren balon, biberon, karton, kordon, patron, salon, trombon sözcükleri bu zümreden. Yunanca üzerinden aldığımız barbunya ve takunya da öyle.”

**
“Benim çocukluğumda İstanbul’da her çocuk Rumca en azından ona kadar sayı saymasını bilirdi. O yüzden októ sözcüğünün Rumca sekiz anlamına geldiğini bilmeyenler olabileceğini düşünmek bana zor geliyor. Aynı sözcüğü matematik, fizik, müzik vb disiplinlerden de tanıyor olmamız lazım. Misal: oktagon (sekizgen), oktet (sekiz çalgı için oda müziği parçası), oktuplet (bir batında doğan sekiz çocuk)... Benzin reklamlarına konu olan oktan, sekiz karbon atomu içeren bir hidrokarbon bileşiği. Oktav ise müzikte sekiz notalık ses aralığının adı. ”

**
“Bizde ise tıpkı ‘esnaftan kimse’nin esnaf oluşu gibi, ‘polis memuru’ da kestirmeden polis olmuş.

Batıda bunlar olurken beri tarafta Yunanlılar pólis’i “şehir” anlamında kullanmaya devam etmişler. Doğu dünyasında yüzyıllar boyunca “şehir” deyince akla gelen ilk ve tek şehir ise, tabii Konstantin şehri olmuş. Bizans’ın başkenti, ayrıca bir isim kullanmaya pek gerek duymadan asırlarca sadece İ Pólis – The Şehir – olarak anılmış. Esas kentin, yani surlarla çevrili tarihi yarımadanın Rumca adı da haliyle “şehiriçi” anlamında stín Póli (εις τήν πóλι’den kısaltma στήν πóλι) olmuş. Londra’nın City’si, Viyana’nın Innenstadt’ı, Antalya’nın Kaleiçi gibi İstanbul (daha doğrusu Stanbol) aslında şehrin değil İç Şehrin adı. Yirminci yüzyıl başına gelinceye kadar zaten kimse Galata ve Üsküdar’a İstanbul demeyi aklına getirmemiş. 

İslambol filan da hikâye.

**
“Sir William Jones’un 2 Şubat 1786’da Kalküta’da Asiatic Society’de yaptığı konuşma, Hintavrupa araştırmalarının başlangıcı sayılır:

"The Sanskrit language, whatever be its antiquity, is of a wonderful structure; more perfect than the Greek, more copious than the Latin, and more exquisitely refined than either, yet bearing to both of them a stronger affinity, both in the roots of verbs and in the forms of grammar, than could possibly have been produced by accident; so strong, indeed, that no philologer could examine them all three, without believing them to have sprung from some common source, which, perhaps, no longer exists."

Son satırdaki ‘perhaps’ın güzelliğine bakar mısınız? ”

Tuesday, April 26, 2016

Arabs

Interestingly, from the vantage point of very early Islamic history, the conflation is not entirely unreasonable. It could be argued that Islam began as a chosen-people religion aimed exclusively at the Arabs; the Quran (12: 2, and 43: 3) states that it is in the Arabic language ‘so that you may understand [its message]’, a statement that assumes its audience to be Arabic-speakers. Moreover, under the Umayyad caliphs, the conversion of non-Arabs to Islam was normally discouraged and those who did convert were made ‘clients’ of Arab tribes. In other words, to be a Muslim one had to be an Arab – or at least an honorary one. And for centuries, Jews in Muslim lands (usually in Persia) argued that Muhammad was indeed a true Prophet sent by God to spread monotheism, but only amongst the pagan Arabs who needed it. (Persian Jews no longer subscribe to this theory.) Support for such an idea comes from the Quran itself (46: 12), which states: ‘And before this, was the Book of Moses as a guide and a mercy: And this Book confirms (it) in the Arabic tongue . . .’

Clearly, however, that is not the only way of looking at things and is certainly not how things turned out. Still, the Arabs and their culture have been central to all Muslims in a number of ways. The early association of Islam with Arabs, together with the long-standing objection (now obsolete) to translating the Quran, have meant that even non-Arab Muslims have had reason to learn at least the basics of Arabic. And it does no harm that Arabic is regarded – even amongst Persians – as the language of God (though most Muslim historians hold that Adam and Eve spoke Aramaic). Crucially, those who want to read the seminal works of Islamic law, theology, Quranic studies, hadith, history, and so forth must have a thorough grounding in Arabic. As Islam spread for the most part in regions and periods where literacy was very limited, a Muslim’s first experience of literacy often involved learning to read and write God’s language.

Consequently, even non-Arabic languages came to be written in a version of the Arabic script modifi ed to accommodate the particularities of the spoken languages. Persian, Urdu (Hindi in Arabic script), and – until relatively recently – Turkish, as well as a host of other languages, use the Arabic alphabet and contain numerous Arabic words. For these reasons, in the first few centuries of Islamic history all authors regardless of ethnicity would compose their works in Arabic. Arabic might thus be compared with Chinese, the stability of which over millennia allowed Chinese scholars to read about and build on their predecessors’ ideas, with the result that many world-changing inventions originated there – from paper, printing, the compass, and gunpowder, to magic tricks and kung-fu. As a scholarly language shared by non-native speakers, Arabic also brings to mind the use of Latin in pre- and early-modern Europe.

The spread of Arabic as a scholarly language allowed scholars, Muslim and non-Muslim alike, to communicate their ideas across boundaries and generations, with truly impressive results in many fields. In the 9th century, for instance, a considerable portion of the ancient Greek writings was translated into Arabic under caliphal auspices, at a time when most in the West had lost the ability to enjoy this heritage, and it is through translations into Latin of these Arabic versions of Greek texts that Europe rediscovered many of these works and their ideas. Thus, it has been argued (if not widely accepted) that the Renaissance as we know it would not have happened had the Arabs and their language remained in Arabia.

Saturday, November 8, 2014

Arap Lisanı

Nasıl ki, İslâmiyet’in dünyaya yayılmasıyla pek çok inanışlar, felsefeler ve kültürler İslâm bünyesi içine girdi ve onların tesiriyle yetmiş iki mezhebin bir nevi temelleri atılmış oldu. Hint’ten Yemen’den, Acem’den Çin’den, Yunan’dan Turan’dan yeni anlayışlar, Mutezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe gibi mezheplerle İslâmiyet’in temel akîdesine uymayan düşünceleri doğurdu. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak büyük ana gövdenin korunması için âyet ve hadis temelli ana esaslar tespit edilip tahkim edildi... Aynı şekilde Mudar lehçeli en güzel en orijinal Arapça üzerine nâzil olan Kur’ân, bu dili korudu. Ama İslâmiyet’in bu kadar milletler içinde yayılması, o millet mensuplarının iman ettikleri yeni dinin diline olan hayranlıkları veya hakim idarî gücün dilini öğrenme istek ve merakı, Arap lisanının içine aslî melekeyi bozacak unsurların girmesine sebep oldu. Onun için Arapçanın dilbilgisi kaideleri, bedî, beyan, meânî gibi ilimler yazıldı. Bununla beraber lafızperestlik hastalığı birçok yerde kendisini göstermeye devam etti.

Saturday, October 25, 2014

Yunan Felsefesinin İslâmî İlimlerin İçine Girmesi

Ayrı bir tehlike unsuru Yunan felsefesinin İslâmî ilimlerin içine girmesidir. Abbâsî Halifesi Me’mun’un zamanında tercüme edilen bu felsefenin içinde pek çok mitolojik unsurlar vardı. Çünkü zaten Yunan felsefesinin kaynağı ustûre ve hurafelerdi. Böyle, bir derece kokuşmuş olan o felsefe Arapların sâfî fikirlerinin, dupduru düşüncelerinin içine karıştı hem de efkârı karıştırdı. Bu yüzden tahkikçi, araştırmacı anlayış ve ufukları da daraltıp taklitçi bir yol tutulmasına sebep oldu.

Hem Arapların fıtrî kariha, zihnî ve fikrî kabiliyetleri, ihtiyaç duydukları bilgileri, manaları ve hükümleri tertemiz bir âb-ı hayat bir irfan pınarı olan İslâmiyet’ten çıkarmaya yetecekken; bu dupduru kaynağı bırakıp bu yüce mürşidi terk ederek kaynağı karışık, bilgileri doğru-yanlış karmaşık olan Yunan felsefesinin öğrenciliğine tenezzül ettiler.

Nasıl ki, yabancıların genişleyen İslâm sınırları ile Müslümanlık dairesine girmesiyle birlikte Arapça’nın aslı olan Mudar lehçesi bozulmaya yüz tuttu. Ehl-i tahkik âlimler o melekeyi ve Mudar lehçesini korumak için Arabî ilimlerin kaidelerini yazıp kitaplaştırdılar...

Anlatıldığına göre: Endülüs Emevileri zamanında bir Arap kızı ağlarken yanına Arapçayı sonradan öğrenmiş bir İspanyol yaklaşır ve ona  “Niçin ağlıyorsun?” diye sorar. Kız çocuğu onun yüzüne bakar ve “Sen Arap değilsin?” der. O da “Nereden bildin?” deyince “Eğer Arap olsaydın bana: ‘Seni ağlatan nedir?’ diye sorardın.” der...

Mudar lehçesini korumak için gayret gösterildiği Yunan felsefesinin ve İsrailiyat’ın İslâmiyet dairesine girmelerine karşılık bazı münekkit (kritikçi) ve muhakkik (araştırmacı) İslâm âlimleri, bunların seçilip temizlenmesi ve tasfiye edilmesi için teşebbüse geçtiler. Ama ne yazık ki kılı kırk yarmalarına rağmen muvaffak olamadılar.

İş bu kadarla da kalmadı. Çünkü Kur’ân’ı tefsir etmek için himmet ve gayret sarfedenlerden, âyet ve hadislerin sadece lafızlarını, zahir manalarını esas alan bazıları, Kur’ân-ı Kerîm’deki naklî meseleleri İsrâiliyat bilgilerine, aklî meseleleri de Yunan felsefesine tatbik edip uygun düştüklerini göstermeye çalıştılar. Çünkü gördüler ki, Kur’ân-ı Kerîm’de hem aklî hem de naklî mevzular var. Hadis-i Şerifler de öyle... Sonra Kitap ve Sünnet’in bazı sadık naklî meseleleriyle bazı tahrif edilmiş İsrailiyat meselelerin arasında, kendilerine göre bir mutabakat ve münasebet buldular. Ayrıca Kur’ân-ı Hakîm ve sünnet-i seniyyedeki aklî meseleler ile vehme ve hayale dayalı Yunan felsefesi arasında bir benzerlik ve uygunluk var zannederek, vehimlerindeki bu benzerliğin, kitap ve sünnetin manalarının tefsiri ve kudsî maksatların beyanı diye hükmettiler.


Asla ve kat’â!... Böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü mucizeli bir beyana sahip olan Kur’ân’ın misdakı, doğruluk mihengi, kendisinin mucize olma keyfiyetidir. Evet Kur’ân, muktezâ-yı hâle uygun olarak meselelerini takdim etme hususunda belâgatı ve ihtiva ettiği meseleler konusunda herkesi âciz bırakan bir konumdadır.

Friday, June 6, 2014

Harp, Hile Değildir


Kim ne derse desin biz savaşta her türlü hilenin caiz olduğunu düşünür, bilir, inanır ve tabii ki uygularız. Halbuki konunun uzmanları “El-harbü hud’atün” hadisine “savaş hiledir” şeklinde verilen mananın doğru olmadığını, bunun ahde vefadan yalana kadar uzayan birçok İslamî emir, yasak ve ilkelere muhalif olduğunu anlatırlar. Ama nasıl olduğunu benim de bilmediğim bir şekilde toplumumuza mal olan bu bilgi hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
***
Önce hileden başlayalım. Hilenin Arapçada sözlük manası “çare, maharet ve kurnazlık”tır. Türkçemizde biz bunun sadece son manasını almış bu Arapça kelimeyi “kurnazlık yapma, başkalarını aldatma” anlamıyla Türkçeleştirmişiz. Zannederim Arapça ile haşır-neşir olanlar hariç hiç kimse Arapçadaki bu kelimenin “çare ve maharet” manasına geldiğini bilmez. Hatta kelimenin aslının Arapça olduğunu bile bilmez. Halbuki Kur’an’a bakmak kâfi. Bir yerde geçer Kur’an’da. Nisa Sûresi, 98. ayette. Çaresizliğin ve hicret için çıkış yolunun bulunmadığı yerde “çare” manasında kullanır.
Hile-i şer’iyye mesela. Ne demektir bu? Çoklarımızın bildiği ve kullandığı bir kavramdır halbuki. Misaller de veririz ve verdiğimiz misallerin hepsi Arapça bir terkip olarak “meşru çare” manasına gelen bu kavramın tam aksi istikametini göstermektedir. Halbuki hile-i şer’iyye, çıkış noktasını bulmak için meşru vesilelerle meşru bir sonuca ulaşmak için kullanılmıştır. Gerçi daha sonraları alan genişletilmiş ve gayri meşru sonuçlara ulaşmak için bile kullanılmıştır ama çıkış noktası bu değildir.
Başka bir zeminde teferruatlıca ele alınması gereken bu konuyu bırakıp hud’aya geçelim: “El-harbu hud’atün” hadisinin tam karşılığı “savaş hiledir” değildir. Eğer hiledir diyecek olursanız verdiğiniz mana şudur: “Savaş çaredir, savaş maharettir ve savaş kurnazlıktır.” Halbuki Efendimiz (sas) “el-harbu hiletün” demiyor aksine “el-harbu hud’atün” diyor.
Pekala hud’a ne demek? Hud’a muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme demektir. Kur’an’da farklı kiplerde üç yerde geçiyor. Bakara 9, Nisa 142 ve Enfal 62’de. Hepsinde de “şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme” manasındadır. Sadece bu fiilin Allah’a izafe edildiği yerde lazım-ı mana yerine “şaşırtma ve yanıltma teşebbüslerini boşa çıkaran” manası verilir ki doğrusu da budur.
Savaş, muhatabı şaşırtmadır
O zaman “el-harbu hud’atün” hadisinin Türkçe doğru manası şudur: “Savaş, muhatabı şaşırtma, şüpheye düşürme, yanıltmadır.” Bir stratejidir, bir taktiktir başka bir ifadeyle. Tarihimizden herkesin bildiği bir misal verecek olursak; Çanakkale Savaşı’nda soba boruları mevzilere yerleştirilmiş ve top namlusuymuş gibi gösterilmiştir. İşte tam manasıyla hud’a budur. Can pazarının kurulduğu ve düşmanın seni öldürmeye geldiği bir meydanda bu türlü taktikler zaten savaşın lazımı ve gereğidir. Bunlar hem savaşı kazanmaya yardım eden hem can-mal zâyiatını önleyen tedbirler zümresinden kabul edilmelidir. Efendimiz’in (sas) Mekke fethi dönüşü Huneyn’e gittiği halde önceden çıkardığı müfrezelerle Medine’ye gidiyormuş izlenimi vermesi, hud’a yani savaş stratejisi kapsamı içinde mütalaa edilecek bir başka örnektir. Mekke fethinde Mekke’ye girmeden önce ordunun sayısını çok göstermek için on bine yakın ateş yaktırması da bu cümledendir. Hepsinde de amaç, zaten son çare olarak başvurduğu bu mücadeleden zaferle çıkmak, can ve mal zâyiatını önlemektir.
Önemine binaen tekrar edeyim; hud’a’dan kasıt muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürmedir. Şöyle de düşünülmesinde mahzur olmadığı kanaatindeyim; Efendimiz’in (sas) kastı aldatma, tuzak vb. şeyler olsaydı bu manaları muhtevi “hile, mekr, keyd, tedlis, garar, gışş” gibi kelimeleri kullanırdı. Zira bu kelimeler, aralarındaki küçük farklara rağmen söz konusu maksadı daha net ifade eder.
Bu kısa sayılabilecek lugavî izahtan sonra gelelim günümüze; “el-harbu…” Bir dakika duralım. Harb, savaş demek. Kıtâl’den, cidal’den farklı bir kavram.
Düşman kim, savaş kararı nerede?
Gerçekten kelimenin tam manasıyla savaş. İyi ama savaş nedir? Savaş sözlüklerin, ansiklopedilerin verdiği manaya göre ülkeler, bloklar ve bir ülke içerisindeki büyük gruplar arasında gerçekleşen topyekûn silahlı mücadelenin adıdır. Düşman olmalıdır, silahlı saldırı bulunmalıdır ve meşru devlet otoritesinin kararı vardır savaşta. İnsafla düşünelim; şu an itibarıyla ülkemizde böylesi bir durum mu vardır Allah aşkına? Düşman kim, silahlı saldırı ne ve savaş kararı nerede? Eğer illa böyle bir şeyden söz edilecekse, 30 yıldır terörle verilen mücadele örnek gösterilebilir buna ki bunda bile haklı itiraz noktaları olabilir.
İkincisi; savaş bile olmuş olsa, İslam’ın insanlığa en büyük hediyesi olan savaş hukukunu oluşturan ilkeleri, prensipleri ve buna bağlı olarak müçtehitlerin içtihatlarını nereye koyacağız? Savaşta bile olsa düşmanına yalan söyleyemezsin mesela. Kaynağı Kur’an’dır bu kuralın.
Savaşmayan masum sivillere silah doğrultamazsın; seni öldürmek için gelen savaşçılarla diğerlerini ayırt etmek mecburiyetindesin. Genelleme yapamazsın, kitle imha silahları kullanamazsın demektir bunun yorumu. Kaynağı Allah Resulü’dür (sas) bu prensibin.

Tuesday, June 3, 2014

Arapça

Arapça az kelime ile çok manalar ifade edebilen zengin bir yapıya sahiptir. En son ve en mükemmel ilahî mesajın bu dil ile gönderilmesinin hikmetlerinden biri de herhalde dilin sahip olduğu bu çok zengin ifade gücü olsa gerektir. Arapça’nın bu derin ifade gücünün özelliklerini bir sistem dahilinde ele alan “belağat” adı verilen bir ilim dalı da vardır. Zaten Arapça’ın bahsi geçen bu ilmî disiplini bilinmeden dilin sırlarını anlamak mümkün değildir. Kur’ân bilindiği üzere Arapçadır. Kur’ân’ın belağatı da mu’cizdir. Ezelden ebede bir bakış açısıyla bütün insanlığa hitap eden ve değişik mana düzeyleri olan Kur’ân’a, bu perspektiften bakılmadıkça bakanın sığlıktan kurtulamayacağı izahtan varestedir.



Tuesday, May 20, 2014

A New Language


The administration of the Islamic territories was probably an equally important stimulus to scholarship and science. For the first few decades, the business of government was performed in the relevant national language, with the aid of interpreters. In the 690s, however, Caliph Abd al-Malik decreed that Arabic was to be used in all official documents. That meant that anyone wanting to work for the government – even conduct business with government officials – had to be able to write Arabic. The long-term impact of this simple measure was huge. Gradually, pretty much everyone from Andalusia to Afghanistan learned to speak a form of Arabic. For anyone who could write, Arabic became effectively a universal language right across the vast extent of the Muslim world. Just as English is the language of science today, so the spread of written Arabic allowed scholars from distant places and numerous different cultures to communicate their ideas easily and note them down for others to read. It’s probable that this, as much as anything, helped to enable and sustain Islamic science over so many centuries.



Yemin


Arapça yamîn “sağ”, daha doğrusu “sağ el”. Sağ elin uğurlu sol elin uğursuz olduğuna dair inanış, en eski zamandan beri tüm insan topluluklarında var. Ortadoğu’nun Sami toplumlarında da sağ avucunu gösterme jesti kadim zamanlardan bu yana doğruluk, güven, dostluk, söz verme ifade etmiş. Yemin etmek, esasen sağ elini kaldırıp göstermek demek. Eskiden yemin vermek denirdi, daha bile somut.

Yamîn’in Arapça zıddı asıl yesar değil şa’m, yani sol el. Bunun türevi şom ağızlı’daki şom, yani uğursuz, kutsuz. Ayrıca şe’amet (uğursuzluk) ve meş’um (uğursuz, lanetli) sözcükleri de aynı Arapça kökten geliyor. Misal: “O meş’um günde vatan mateme gark olmuştu.

Arapçanın İslamöncesi döneminde bu kelimeler coğrafi yön anlamında da kullanılmış. Gün doğumunu karşına alırsan sağ güney, sol kuzey olur. O yüzden öz Arabistan’ın güneyindeki ülkenin adı Yemen, kuzeyindeki ülkenin adı da Şa’m olmuş. Şam esasen bugünkü Suriye’nin güney kısmını oluşturan memleketin adı, bunun başkenti olan kent de aslen Dımışk yahut Dimaşk, İngilizcesi Damascus. Osmanlı’nın Şam vilayetinin başkenti olduğundan, bizde Şam diye anılıyor.

Bayrama çocuklarımı alıp oraya gidiyorum, bakalım nasıl yermiş.

Friday, January 17, 2014

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 31: Yusuf Suresi'nden - Kur'an'ın Arapça Olması

“Kur’ân-ı Kerim’in Arapça inmesinin önemli bir sebebi, diller içinde Arapça ölçüsünde Kur’ân’ın manâ ve muhtevasını ifade edebilecek bir başka dilin olmamasıdır. Biraz dil, yani dil bilim bilen her insan, bu gerçeği rahatlıkla görebilir. Peygamber Efendimiz’in Arapların içinden çıkmış olması ve dolayısıyla İslâm’ın ilk muhataplarının Araplar olması da, Kur’ân’ın Arapça indirilmiş olmasında önemli bir faktördür. Bu, bazı hikmetlerini bilip, bazılarını bilemeyeceğimiz İlâhî bir tercihtir. Şurası da bir gerçektir ki, hangi ırk, renk ve dilden olursa olsun, asırlarca birbirleriyle iç içe yaşamış Din mensuplarının arasına tefrika sokmak, insanları Din’den koparmak, Din’in önemli bir birleştirici unsur olduğu çok milletli büyük devletleri ortadan kaldırıp insanlığa daha rahat hükmetmek için ortaya çıkarılan ve Kur’ân’ın cahiliye asabiyeti olarak yasakladığı milliyetçilik ambalajlı ırkçılık hareketleri, sözünü ettiğimiz gayelerle Arapça’ya hücum edinceye kadar tam 13 asır, Kur’ân’ın Arapça olması hiç bir problem teşkil etmemiştir. Bunu problem yapanların, Kur’ân’la, ibadetle hiç alâkaları olmadığı halde başka başka dillerde Kur’ân ve ibadet arayışına girenlerin asıl niyeti, Müslümanları birbirine düşman yapma, Kur’ân’ın tesirini kırma ve bu şekilde İslâm’ı darbeleme olup, bunlara destek verenler de, bilerek veya bilmeyerek aynı gayeye hizmet etmektedirler.

Thursday, October 10, 2013

Arap Atı Hakkında


Arabistan'da akarsular ya da otlaklar yoktur ve develerden farklı olarak atlar diken yiyerek hayatta kalamazlar. Suya ve düzenli beslenmeye ihtiyaç duyarlar. Fakat Araplar, atlara gösterdikleri özenle birlikte soyla ilgili olağanüstü yeteneklerini kullanıp zamanın en büyük at üreticisi oldular. 19. yy.da İngiliz yetiştiriciler tarafından ithal edilen yalnızca üç at bugün dünyadaki tüm safkan atların atalarıdır.

Araplara göre Tanrının yeryüzündeki ya da öte dünyadaki en büyük armağanlarından biri Arap atının dostluğudur. Erken dönem Arap tarihçisi İbn Hişam (ö. 827) cocukken babasının kendisine şöyle söylediğini hatırlıyor: " İbrahim'in oğlu İsmail, ata ilk binen, meleklerin dili Arapça'yı ilk konuşan ve yay ile ilk ok atan insandır. Allah, ona olan sevgisinden dolayı denizden 100 saf kan at ihsan etti, İsmail onları Mekke civarında otlattı. "