Ayrı bir tehlike unsuru Yunan felsefesinin İslâmî ilimlerin içine girmesidir. Abbâsî Halifesi Me’mun’un zamanında tercüme edilen bu felsefenin içinde pek çok mitolojik unsurlar vardı. Çünkü zaten Yunan felsefesinin kaynağı ustûre ve hurafelerdi. Böyle, bir derece kokuşmuş olan o felsefe Arapların sâfî fikirlerinin, dupduru düşüncelerinin içine karıştı hem de efkârı karıştırdı. Bu yüzden tahkikçi, araştırmacı anlayış ve ufukları da daraltıp taklitçi bir yol tutulmasına sebep oldu.
Hem Arapların fıtrî kariha, zihnî ve fikrî kabiliyetleri, ihtiyaç duydukları bilgileri, manaları ve hükümleri tertemiz bir âb-ı hayat bir irfan pınarı olan İslâmiyet’ten çıkarmaya yetecekken; bu dupduru kaynağı bırakıp bu yüce mürşidi terk ederek kaynağı karışık, bilgileri doğru-yanlış karmaşık olan Yunan felsefesinin öğrenciliğine tenezzül ettiler.
Nasıl ki, yabancıların genişleyen İslâm sınırları ile Müslümanlık dairesine girmesiyle birlikte Arapça’nın aslı olan Mudar lehçesi bozulmaya yüz tuttu. Ehl-i tahkik âlimler o melekeyi ve Mudar lehçesini korumak için Arabî ilimlerin kaidelerini yazıp kitaplaştırdılar...
Anlatıldığına göre: Endülüs Emevileri zamanında bir Arap kızı ağlarken yanına Arapçayı sonradan öğrenmiş bir İspanyol yaklaşır ve ona “Niçin ağlıyorsun?” diye sorar. Kız çocuğu onun yüzüne bakar ve “Sen Arap değilsin?” der. O da “Nereden bildin?” deyince “Eğer Arap olsaydın bana: ‘Seni ağlatan nedir?’ diye sorardın.” der...
Mudar lehçesini korumak için gayret gösterildiği Yunan felsefesinin ve İsrailiyat’ın İslâmiyet dairesine girmelerine karşılık bazı münekkit (kritikçi) ve muhakkik (araştırmacı) İslâm âlimleri, bunların seçilip temizlenmesi ve tasfiye edilmesi için teşebbüse geçtiler. Ama ne yazık ki kılı kırk yarmalarına rağmen muvaffak olamadılar.
İş bu kadarla da kalmadı. Çünkü Kur’ân’ı tefsir etmek için himmet ve gayret sarfedenlerden, âyet ve hadislerin sadece lafızlarını, zahir manalarını esas alan bazıları, Kur’ân-ı Kerîm’deki naklî meseleleri İsrâiliyat bilgilerine, aklî meseleleri de Yunan felsefesine tatbik edip uygun düştüklerini göstermeye çalıştılar. Çünkü gördüler ki, Kur’ân-ı Kerîm’de hem aklî hem de naklî mevzular var. Hadis-i Şerifler de öyle... Sonra Kitap ve Sünnet’in bazı sadık naklî meseleleriyle bazı tahrif edilmiş İsrailiyat meselelerin arasında, kendilerine göre bir mutabakat ve münasebet buldular. Ayrıca Kur’ân-ı Hakîm ve sünnet-i seniyyedeki aklî meseleler ile vehme ve hayale dayalı Yunan felsefesi arasında bir benzerlik ve uygunluk var zannederek, vehimlerindeki bu benzerliğin, kitap ve sünnetin manalarının tefsiri ve kudsî maksatların beyanı diye hükmettiler.
Asla ve kat’â!... Böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü mucizeli bir beyana sahip olan Kur’ân’ın misdakı, doğruluk mihengi, kendisinin mucize olma keyfiyetidir. Evet Kur’ân, muktezâ-yı hâle uygun olarak meselelerini takdim etme hususunda belâgatı ve ihtiva ettiği meseleler konusunda herkesi âciz bırakan bir konumdadır.