Wednesday, October 22, 2014

Muhakemat Üzerine


Ey dışarıdan İslam’a itiraz eden kişi! Ağlamak isteyen çocuk gibi ve intikam isteyen kindar düşman gibi bahane mahane aramakla, İslâmiyet’e muhalefetten, İslâm’a aykırı olarak meydana gelmiş hâlleri, ve yanlış anlamadan kaynaklanan şüpheleri senet tutmak, İslâmiyet’e leke getirmek pek büyük bir insafsızlıktır. Zira, bir Müslüman’ın her bir sıfatının İslâmiyet’ten kaynaklanması lâzım gelmez.

***
Özü bulmayan kabuk ile meşgul olur. Hakikati tanımayan hayallere sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Dengesiz ve ölçüsüz olan çok aldanır ve aldatır.

***
Tarih esefle bize ders veriyor ki, Arap saltanatının cazibesiyle başka milletler, Arapların içine karıştıkları için, Mudar lehçesinin melekesi denilen Kur’ânî belâgatın kaynağını karıştırdıkları gibi; aynı şekilde Acemlerin ve Acemîlerin Arap belâgat sanatına girmeleriyle fikrin tabiî mecrası olan manadan belâgat zevkini, lafza çevirmişlerdir.

***
“Söylenene bak, söyleyene bakma.” diyorlar. Fakat ben derim ki: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde (hangi makamda ve hangi şartta) söylemiş? Ne için söylemiş? Söylenen söze dikkat edilmesi lâzım geldiği gibi bunlara dikkat etmek, belâgat nokta-yı nazarından lâzımdır, belki elzemdir.

***
Belâgatın tabiatından sapmanın sırrı şudur:
Acemler, Arab’ın saltanatının cazibesiyle müncezip ve bir nevi Araplaşş olunca lafız sanatı onlar nezdinde daha önemli oldu. Bu ihtilât ile Kur’ân-ı Kerîm’in belâgatının esası olan Mudarî kelâmın melekesi bozuldu. Sonraki devirlerde gelenlerin çoğu lafızperestliği esas aldı.

***
Yaradan’ın hikmeti, fiillerinde abes, manasız bir şeyin olmayışı, kâinattaki en değersiz, en hasis ve en küçük bir şeyde bile nizam ve intizama riayet edilişi ve hiç ihmal edilmeyişi ve insanlığın da mürşide olan zarurî ihtiyacı, insanlarda peygamberliğin varolmasını kat’i şekilde gerektirirler.

***
Bir insana milyonlarca sene ömür ile bütün dünya lezzetleri ve her cihetten ona tam bir hâkimiyet bahşedilse bile, istidatlarındaki nihayetsizlik hükmünce “Ah!.. Ah!.. Keşke...” diyecektir. Güya milyonlarca böyle bir ömre bile razı olmayışı ile işaret ediyor ki; insan ebede, sonsuzluğa namzettir ve ebedî saadet için yaratılmıştır. Sonsuz bir zamanda, sınırsız ve geniş bir âlemde sayılamayacak çok olan potansiyel istidatlarını fiiliyata çıkarıp aktif hâle getirebilsin.

***
Mevcudat içinde başıboş bırakılmış ve abes olarak yaratılmış hiçbir şeyin bulunmaması ve eşyanın bir hakikate dayanmasının sabit oluşu îmâ ediyor ki: Bu dar, sınırlı ve her bir lezzetinde çok ârızanın musallat olmasıyla keşmekeşten haset ve fesattan kurtulamayan şu denî dünyanın içinde insanî kemâlât yerleşmez. Onun için geniş, izdihamsız ve rahat bir âlem lâzımdır. Tâ ki, insan bütün istidatları ile tam sümbül versin, ahval ve kemâlâtına nizam vermekle âlemdeki ahenge uygun elini uzatıp desteğini verebilsin...

***
Küçük bir âlem olan insanda, fizyoloji ve anatomi gibi ilimlerin şehadetiyle sabit olan israfsızlık, insanda olan mânevî istidatların, kabiliyetlerin, emellerin, fikirlerin ve meyillerinin de israfsızlığını ispat eder. Bu durum ise, insanın ebedî saadete namzet olduğunu ilân eder. Evet, öyle olmazsa; o istidatlar, kabiliyetler kuruyup heba olur gider.