İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet, o, sivrisinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bir yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhtarı çok bir varlıktır. Bütün bu şerleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanmak zorundadır. Ayrıca insan, muhtaç olduğu pek çok şeyi de kendine çekme mecburiyetindedir. Yeryüzü, güneş, Cennet ve bütün ışıklar bir cilvesi olan Allah’ın Cemali’nin ziyasını çekmeye hakikaten çok muhtaçtır. Çekme ve defetme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan tâkatinin üstündedir. Bu durumun farkında olmaya ilim, yani, insanın kendini bilmesi denir. İşte insan, her işe bu “bilmek”le başlar. İnsan, düşmanlarını defetmeli, ancak silahı yok; belâlar ve musibetlere mukavemet etmeli, fakat güç ve tâkatı yok; ebede uzanmış arzularını yerine getirmeli, ama imkânı yok...
İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı, perişan, âciz ve zayıf görmeye başlar. Birdenbire kalbinde ciddî bir tevazu ve inkisar hâsıl olur. Kalb öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatları öylesine yere iniverir ki, bu hâliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi, Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır.
Hemen o esnada üçüncü hâl karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-ı Hakk’ın hıfzı, inayeti, keremi temenni edilmeye başlar. İnsan âdeta bütün benlik ve dehasıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır. Dil, gönülden yükselen bu hâle tercüman olur ve أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Bu, “Allahım, Sen çok güçlü, çok kuvvetlisin, zatımla Sana iltica ediyorum. Çünkü yegâne sığınak ancak Sensin.” demektir.