Showing posts with label Hz. Musa. Show all posts
Showing posts with label Hz. Musa. Show all posts

Saturday, May 4, 2019

Sinekler



Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına (ölümlerine) yakın bir vakitte, hodgâm (bencil) insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek (öldürmek) üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istîmal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim:

“Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.”

O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki:

“Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” Her ne ise...

Bu latîfe münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:
Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir (çoğaltılır). Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.



Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَـنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَـهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَـابُ شَـيْـئًا
لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ 

Yani, “Cenâb-ı Hak’tan başka, bütün esbap ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dava edilen âliheler içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu’cize-i rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbap toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar.” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud’u mağlûp eden; ve Hazreti Musa (aleyhisselâm) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz (rahatsızlık verici) mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki:

“Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı.”’ diye, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini (yaratılış hikmetini) müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver (temizliğe düşkün), her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kâsırdır; daha o vazifeyi ihata edememiş.



Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak:

Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latîf vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latîfi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvanâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def’ için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir.

Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve –bazı mevâdd-ı muzırrayı (zararlı maddeleri) hâmil evridede (toplar damarlarda) cereyan eden– mülevves (kirli) kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar (hacamatçılar, kan alıcılar) olmasınlar mı? Muhtemel...




Thursday, March 24, 2016

Kıble Evler


Mısır’da azınlık şartlarında yaşayan İsrailoğulları’nın mabetlerinin yıkılıp ibadetlerinin yasaklandığı, imanlarını izhar edebilme işinin, az miktardaki gözü pek delikanlılara inhisar edecek kadar devlet terör ve zulmünün arttığı bir dönemde, bu tahammülü çok güç şartlardan kurtuluş talebinde bulunan müminlere şu ilahî emir geliyor:

“Biz Musa ve kardeşine: ‘Mısırda, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın ve ibâdetinizi tam yapın, ey Musa (bu emri yerine getiren) müminlere (talep ettikleri kurtuluşu) müjdele!’ diye vahy ettik.” (Yunus, 10/87)

Evet, göreceğiz ki, bu vahiy onlara ve aynı şartları yaşayanlara bir kurtuluş reçetesidir.
**
Hz. Yusuf’tan sonra geçen uzun zaman içerisinde sayıları, Tevrat’ın bir âyetine göre (Çıkış 12,37) Mısır’dan çıkma anında altı yüz bin erkek olacak kadar artan Yahudiler, Mısır içtimai hayatında etkin bir hal alınca onlardan bir kısım tedirginlikler duyulmaya başlar. İşte bu safhada, -Taberî’de gelen rivayete göre, el-Velîd İbnu Mus’ab adındaki Firavun, onların sayıca artmalarını önlemek üzere bir kısım tedbirler alma gereğini duyar ve ağır işkenceler uygular. Tevrat’a göre, önce ağır işler vererek Yahudilerin çoğalmasını kontrol altında tutmayı dener, netice alamayınca, yeni doğan erkek çocukları öldürtmek suretiyle sayılarının artmasını önlemeye çalışır. Zamanla, erkeklerin tamamen tükenmesi halinde işçi sınıfının yok olacağı endişesi gündeme gelir, bu durumu önlemek için, istişare ile, erkeklerin bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılması kararına varılır. Kur’an’da açıklandığı üzere Hz. Musa, bu erkek çocuk katliamının uygulandığı bir yılda dünyaya gelir (Kasas, 28/7-ve devamı). Tevrat’ın Çıkış bölümünde, Yahudilere uygulanan ağır baskı biraz tasvir edilir: “Ve Mısır üzerine, Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı ve kavmine dedi: “İşte, İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki, cenk vuku bulunca, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarırlar. Ve onlara yükleriyle (verilen işleriyle) eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlar, ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler” (Çıkış 1,8-12) Tevrat, daha sonraki âyetlerinde, onların sayılarını azaltmak için Firavun’un, zulüm ve baskıyı artırmaya karar vererek, adam başına günlük olarak dökülen kerpiç sayısını sabit tuttuğu halde, saman vermeyi kestiğini ve samanı da kendilerinin toplamasını emrettiğini, Yahudiler’in Mısır diyarına anız toplamaya dağıldığını, aynı miktar kerpiç dökme işi yerine getirilemeyince Yahudilerin, Firavun’a müracaat ederek: kendilerine yapabilecekleri iş buyurmayı talep ettiklerini, taleplerinin kabul edilmeyip baskının artırıldığını belirtir: Firavun’un cevabı kayda değer: “Siz tembelsiniz, tembel! Onun için “gidelim Rabb’e kurban keselim” diyorsunuz. Ve şimdi gidin çalışın ve saman da verilmeyecektir, fakat kerpiçlerin sayısını vereceksiniz” diyerek onları reddeder.

Kur’an-ı Kerim, belirtilen bu endişeye Şuara suresi’nin 34-35’inci âyetleri arasında, çok veciz bir üslupla temasla Firavun’un, kurmaylarına, Hz. Musa’yı mülkünü elinden almak isteyen bir sihirbaz olarak takdim ettiğini belirtir. Onu sihirle mat ederek Beni İsrail üzerindeki tesirini kırmak için sahneye koyduğu tedbirleri oldukça teferruatlı olarak kaydeder: Belirlenen bir şenlik gününde mâhir sihirbazları merkeze çağırma, sihirbazların mükafat talepleri, Firavun’un onlara tatlı vaatlerde bulunması gibi pek çok teferruata yer verilerek, Hz. Musa ile sihirbazların yarış sahnesini “Firavun’un nasıl organize ettiği ortaya konur. Yine belirtilir ki, yarış sonunda, Hz. Musa’nın değneği, bir yılana dönüşerek, sihirbazların göz boyamak için ortaya attıkları iplerini ve değneklerini yutar. Böylece sihirbazlar, Hz. Musa’nın yaptığı işin sihir değil, mucize olduğunu anlayıp secdeye kapanırlar ve: “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Hârun’un Rabbine inandık.” diyerek imanlarını ilan ederler. (Şuarâ, 26/48)

Bu iman ve itiraf üzerine Firavun’un tepkisi, günümüzde, sadece insanların dışa yansıyan şekillerini değil -beyinleri yıkamaya yönelik maddî-mânevî baskı, korku, terör, tedhiş ve bunlara ilaveten bin bir çeşit propaganda oyunları yetmiyormuş gibi, insanların gözlerinin içine baka baka yalanlar, iftiralar da atarak [ve icabında hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvurarak]- vicdanlarını da kontrol altına alma gayretindeki, toplum mühendisi de denen, despotların, deccâllerin uygulamalarını tıpkı tıpkısını hatırlatan bir üslupla şöyle olur: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı andolsun, çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” (Şuara, 26/46)
**
1) Firavun, rejimi ve saltanatı için ciddi bir tehlike addettiği Hz. Musa’yı sihirbazlar vasıtasıyla mat edemeyince çok ağır bir terör uygulamıştır. Kol ve bacaklarını çaprazvâri kesme şeklindeki işkence ile tehdit savuran güç sahibi kimsenin uygulayacağı terör, gerçekten ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı olmalıdır. Nitekim Tevrat’ın, bu döneme temas eden âyetlerinden birinde geçen: “… Ve Musa, İsrailoğulları’na böyle söyledi; fakat can sıkıntısı ve ağır esirlik sebebiyle Musa’yı dinlemediler.”14 ifadesi, Yahudiler üzerindeki Firavunî terörün ne kadar ağır, ne kadar sindirici ve ürkütücü olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu durum, Yunus suresinin 83’üncü âyetinde, korku yüzünden, sayıca az olan bir kısım gençler dışında (İsrailoğulları’ndan) hiç kimsenin Hz. Musa’ya imanını izhar edemediği belirtilerek teyit edilir.

2) 84-86. âyetlerden; Firavun’un uyguladığı terörün ilk şokunun atlatıldığı, zulüm ve baskı altındaki halkın Peygamberlerinin nasihatlerine kulak verecek hale geldiği, Hz.Musa’nın da onlara, yaşadıkları şartlarda uymaları gereken bir kısım taktikler verdiği, öncelikle de Allah’a tevekkül, ağır şartlara da sabır tavsiye ettiği, halkın buna uyup, elbirlik kendilerini selamete çıkaracak bir yol aradığı, en nihayette de Allah’tan kesin bir kurtuluş talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu, Hz. Musa’nın sadece inanan gençlere değil, bütün Yahudilere yaptığı davetten ve halkın da bu davete verdiği müspet cevaptan anlamaktayız:

“Musa: Ey milletim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na tevekkül ediniz.” dedi. (Halk da): “Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar.” dediler.” (Yunus, 10/84-86)

**
Cenab-ı Hak, Yahudi müminlerin kurtuluş duaları üzerine, onları hemen kurtuluşa erdirmemiş, fakat onları kurtuluşa götürecek bir yol göstermiş, bir başka tabirle, onlara: “Madem kurtuluş talep ediyorsunuz, Ben de size, içinde bulunduğunuz şartlarda sizi kurtuluşa götürecek, Benim nazarımda sizin kurtuluşunuzu hak ettirecek bir reçete göndereyim, buna uyarsanız sizin kurtuluşunuzu sağlarım.” mânâsında bir vahiyde bulunmuş, bir kurtuluş reçetesi göndermiş ve bu maksatla da, evlerin kıble kılınmasını emretmiştir:

“Biz Musa ve Kardeşine Mısır’da, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın, ibadetlerinizi tam yapın. (Ey Musa! Bu emri yerine getiren) müminlere (mazhar olacakları kurtuluşu) müjdele! diye vahy ettik.”
**

Belirtmede fayda var. Burada, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanunun uygulanmasını görmekteyiz: “Güçlünün zulmüne karşı sabretmek, ezici kuvvete karşı rastgele karşı çıkmamak.”

Nitekim Hz. Peygamber de, Mekke döneminde öyle yapmış, 13 yıl boyunca her çeşidiyle çok ağır zulüm ve işkencelere karşı sabretmiş, müminlere de sabrı tavsiye etmişti. Tahammülü aşan zulümlere dayanamayıp, “Bizim de adamlarımız, akrabalarımız var; biz senden sadece mukâbele etme izni talep ediyoruz.” diyenlere de Aleyhissalatu vesselam, Mekke hayatı boyunca hep “sabır” tavsiye etmiş, asla kaba kuvvetle karşılık vermeye izin vermemişti. Öyle ki, bu dönemde, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp, karşılık vermek, onlarla mücadele etmek için izin isteyenlere Hz. Peygamber’in cevabı şöyle olmuştur: “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler. İmanlarından vaz geçmediler.” Ancak, müşriklerin zulmü “Müslümanları tamamen yok etme derecesine ulaşması noktasında” da, yok olmaya götürecek bir karşılık verme izni yerine, hicret etme emri vermişti. Savaş izni, Medine’de devlet kurulduktan sonra ve müdafaa makamında gelmişti. Bu sebeple ilk savaşlar, Bedir, Uhud, ve Hendek, müminleri yok etmek üzere Medine’ye kadar gelen saldırgan müşriklere karşı Medine’yi müdafaa etmek üzere, şehrin harîminde yapılmış savaşlardı.
**

İbadetlerin tam yapılması emrediliyor: Bir kısım hürriyetlerin ve bu meyanda din hürriyetinin daraltıldığı şartlarda takip edilecek en mühim strateji olarak, “evlerin kıble kılınması ve ibadetlerin tam yapıl“ması” (veya bazı Türkçe meallerin ifadesiyle “namazların dosdoğru kılınması”nın emredilmesi”), dikkat çekicidir. Çünkü böyle zor durumlarda günümüz teâmülünde, “dağa çıkmak (isyan)”, “sokağa dökülmek (protesto)”, “sloganlar atmak”, “tankları taşlamak”, “güç, gövde gösterisi yapmak”, “canlı bomba olmak” gibi tepkilere başvuruluyor, her çeşidi ve en acımasız olanıyla anarşik eylemlere yer veriliyor. Hâlbuki Kur’ân, Firavun’un baskısının arttığı bir dönemde evlerin mescit ve mektep kılınmasını, müteakiben tahlil edeceğimiz üzere, aynı inancı paylaşanların “birbirleriyle dayanışma halinde olan cemaatler oluşturmalarını” ve “çokça namaz kılmalarını” emrediyor.

Öyleyse, böylesi şartlarda, başkaca tepki metotları İslamî değildir. Zaten sokağa dökülme eylemlerinin, -çoğu kere bu işe girişenlere uygulanacak- pek acımasız, hatta kanlı şekilde tenkil ve kazıma hareketlerinin, kanun ve kamuoyu nazarında meşru kılıcı tertipler olarak ajan provakatör denen kimseler tarafından başlatılıp tahrik edildiği de sonradan ortaya çıkmaktadır. Bunun nice örneklerini dünya her gün yaşamakta.















Friday, November 20, 2015

A Journey

We all said surahs from the Quran and a special prayer to protect our sweet homes and school. Then Safina’s father put his foot on the pedal and away we drove out of the small world of our street, home and school and into the unknown. We did not know if we would ever see our town again. We had seen pictures of how the army had flattened everything in an operation against militants in Bajaur and we thought everything we knew would be destroyed.

The streets were jam-packed. I had never seen them so busy before. There were cars everywhere, as well as rickshaws, mule carts and trucks laden with people and their belongings. There were even motorbikes with entire families balanced on them. Thousands of people were leaving with just the clothes they had on their backs. It felt as if the whole valley was on the move. Some people believe that the Pashtuns descend from one of the lost tribes of Israel, and my father said, ‘It is as though we are the Israelites leaving Egypt, but we have no Moses to guide us.’ Few people knew where they were going, they just knew they had to leave. This was the biggest exodus in Pashtun history.

Usually there are many ways out of Mingora, but the Taliban had cut down several huge apple trees and used them to block some routes so everyone was squashed onto the same road. We were an ocean of people. The Taliban patrolled the roads with guns and watched us from the tops of buildings. They were keeping the cars in lines but with weapons not whistles. ‘Traffic Taliban,’ we joked to try and keep our spirits up. At regular intervals along the road we passed army and Taliban checkpoints side by side. Once again the army was seemingly unaware of the Taliban’s presence.

‘Maybe they have poor eyesight,’ we laughed, ‘and can’t see them.’
The road was heaving with traffic. It was a long slow journey and we were all very sweaty crammed in together. Usually car journeys are an adventure for us children as we rarely go anywhere. But this was different. Everyone was depressed.



Tuesday, April 1, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 59: Kasas Sûresi’nden – Hz. Musa


İsrail Oğulları’nın tarihi, bir bakıma insanlığın ve medeniyetlerin tarihidir. Bunun yanı sıra, misyonu itibariyle Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’a en fazla benzeyen peygamber Hz. Musa (a.s.)’dır. O da, Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm gibi yeni bir Şeriat’la gelmiş ve düşmanlarına karşı gerektiğinde savaşla emrolunmuştur.

Kitab-ı Mukaddes’in mevcut nüshalarında da yer alan şu âyet, hem bu benzerliğe dikkat çeker, hem de Peygamber Efendimiz’in gelişini müjdeler: “Rab bana, ‘Söyledikleri doğrudur’ dedi. ‘Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.’” (Tesniye, 18: 17–20)

Açıktır ki, bu âyetlerde geçen “kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber” ifadesi, Hz. İsmail’in soyundan gelen bir peygambere işaret etmektedir; çünkü Hz. İsmail (a.s), neslinden İsrail Oğulları’nın geldiği Hz. Yakub’un amcası, O’nun babası Hz. İshak’ın kardeşi olup, İsmail Oğulları ile İsrail Oğulları kardeş çocuklarıdır. Yukarıda ifade edildiği gibi, misyon itibariyle Peygamberimiz’e en çok benzeyen peygamber de Hz. Musa’dır. Bu gerçeğe Kur’ân-ı Kerim’de de, Hakkınızda şahitlik yapacak olan bir rasûl gönderdik size, nitekim Firavun’a da bir rasûl göndermiştik (Müzzemmil Sûresi/73: 15) âyeti işaret etmektedir.