Showing posts with label Acı Bakanlığı. Show all posts
Showing posts with label Acı Bakanlığı. Show all posts
Sunday, April 15, 2018
Bosna Savaşı
“Sorgulamanın merkezinde bir sazan üretme çiftliği vardı. Uros’un babası Bosna’nın küçük bir kasabasındaki bir sazan çiftliğinin yöneticisiydi. Ana binanın akan çatısında yapılan tadilat, bu çatıyı kaplamak için kullanılan metal levhalar, ne kadara mal olduğu ve bunu kimlerin ödediği hakkında sorular soruluyordu. Bir kamyon ya da kamyoneti, sürücüsünü ve daha bir yığın şeyi sordular. Bizim için hiçbir anlamı olmayan bu bitmez tükenmez, can sıkıcı ayrıntıların amacı Uros’un babasıyla iki suç ortağının yakınlardaki bir barakaya giderek, kasabanın Müslümanlarının kapatıldığı bu yerde onlara zorla birtakım onur kırıcı cinsel oyunlar oynatacak iddialara göre en sevdikleri “baba-oğul”du ve ardından da sazan kokan elleriyle onları öldürüp cesetlerini göle atacak kadar zamanları olduğunu göstermekti.
Bu prodüksiyonda yer alan bütün sanıklar amatör aktörleri andırıyorlardı: İnsan’dan çok Robot gibi konuşuyor, kötülüğü herhangi bir şey kadar mekanik bir hikâye çizgisine dönüştürüyorlardı. Suçlananların hiçbiri en ufak bir suçluluk duymuyordu. Ülkeyi mahveden bütün o insanlardan liderler, politikacılar, generaller, askerler, dolandırıcılar, katiller, mafya üyeleri, yalancılar, hırsızlar, kötüler ve gönüllüler hiçbiri öne çıkıp ben suçluyum, demeye istekli değildi. “Suçlu” sözcüğünü onlardan daha önce dc duymamıştım, Igor’la mahkeme salonunda otururken de duymadım, şimdi duymayı da beklemiyorum zaten. Hepsi de sadece görevini yerine getiriyordu. İnsan duvara çivi çakarken suçluluk duyar mı? Hayır. İnsan o çiviye bir resim asarken suçluluk duyar mı? Hayır. İnsan yüz kişiyi döverek öldürmüşse suçluluk duyar mı? Yine hayır.
Coşkulu destekleri olmadan savaşın gerçekleşemeyeceği yüzbinlerce adsız insanın ne düşündüğünü merak ettim. Onlar suçluluk duyuyor muydu? Peki ya ülkeyi doldurmuş yabana politikacı, diplomat, delege ve askeri personel sürüsü? Sadece büyük paralar kazanmakla kalmadılar; BM ya da temsil ettikleri kurumsal hiyerarşide, terfinin yanı sıra kurtarıcı sıfatı kazandılar. (Üstelik Hırvatistan ve Bosna çok da zorlu görev yerleri sayılmazlardı: Otellerindeki hizmet çok iyi, yemekler düzgündür, Adriyatik kıyısı yakındır.) Onlar suçluluk duydular mı? Onlar da sadece görevlerini yerine getiriyordu. Tıpkı Saraybosna sokaklarındaki kadına ateş eden tepedeki tetikçi gibi. Tıpkı o kadının fotoğrafını çeken (oysa ambulans çağırmayı hiç akıl edememişti) ve yılın en iyi savaş fotoğrafı ödülünü kazanan yabancı fotoğrafçı gibi. Kaldırımda kanı fışkırıp, can çekişen zavallı kadın, farkında olmasa da savaşı otantik bir şekilde temsil ederek görevini yapıyordu. Selim’in babasının ölümünün suçlusu kim? Bizim Uros'umuzun ölümünün suçlusu peki? Ya Igor ile beni adalet açlığıyla koltuklarımıza çivileyen kim? Bu kimin suçu?”
Saturday, April 7, 2018
Uyurlar
“Göçleri inceleyen antropologlar popüler casusluk romanlarındaki “uyurlar" terimini kullanırlar. Uyurlar yeni ortamlarında kendilerine “normal” bir hayat kuran göçmenlerdir: Gittikleri ülkenin dilini öğrenir, âdetlerini uygular, tamamen uyum sağlamış görünürler - derken, birden bir hayale kapılırlar. “Yurda dönmek” fantezisi öyle bir şiddetle onları zapteder ki birer robota dönüşürler. Kazandıkları her şeyi satıp savarlar ve dönüş yaparlar. Yapmış olduktan hatanın ayırdına vardıklarında da (çoğu böyle hisseder) yirmi yıl ya da daha fazla bir süre “uyuduktan” o ülkeye geri dönerler. Yine uyum yıllarını yaşamak zorunda kalıp (tıpkı psikiyatr koltuğundaki gibi), sonunda -iki kere kırık, iki kere tamir edilmiş olarak- yazgılarıyla barışırlar. Çoğu paralel hayat yaşar: Anavatanlarının hayalini, “sadece geçici olarak” yaşadıktan ülkenin duvarlarına yansıtır, yansıttıktan hayali “gerçek” hayat olarak yaşarlar.”
Geçmiş bizim “enstalasyonumuzdur”
“İnsan geçmişten nasıl
kurtulur, bunu merak ediyordum... Öğrencilerimden ilk adım olarak geçmişle
barışmalarını istemiştim. Onlara geçmişin acısız bölgesini sunmuştum, onları
korumaya çalışmıştım, ailelerin çocuklarını ve çocukların kendi arkadaşlarını koruduğu
gibi, annemin beni ve Goran'ın babasının da Goran'ı koruduğu gibi. Fakat hayır,
kurtuluş yoktu; sadece unutuş vardı. Bu da hepimizin beyninde bulunan şu küçük
mucizeci silgicikler tarafından sağlanıyordu. Herkes arkasında bir dolap
sürükler, her dolabın iskeletleri vardır. Farklı şekillere, mesela babanın
kitaplığından düşen belgelere bürünseler bile, er ya da geç bu iskeletler
ortaya dökülür. Geçmiş bizim “enstalasyonumuzdur”. Amatörce oluşturmuşuzdur
belki, ama sanatsal kaygılarımız da olmuştur. Şuraya bir rötuş, buraya bir
ekleme, şuraya, hatta buraya bir düzeltme, her yerde rötuş-rötuş. Rötuşlamak en
sevdiğimiz sanatsal araçtır. Her birimiz kendi müzemizin küratörüyüz. Geçmişe
erişimimiz yoksa onunla barışmamız da mümkün olmayacaktır. Barışmak için
Hollanda’yı sel felaketinden kurtaran çocuk Hans Brinker gibi parmağımızı
toprak duvara sokabilmeliyiz. Parmağını toprak duvara sok. Ekranını resimlerle
doldur. Hayatını tozdan arındır. Arada sırada değişiklik yap. Bir iki şeyi at.
A’yı aç, B'yi ört. Bütün lekeleri çıkar. Ağzını kapattın. Dilini silah olarak
gör. Bir şey düşün ama başka şey söyle. Niyetini iyice belli etmek için
abartılı ifadeler kullan. İnançlarını sakla. Sakladığın şeye inan. Bütün
bu tekrarlardan, özetlemelerden, yinelenen şikâyetlerden ve mazeretlerden,
virüsle bulaşan hastalıklı talihsizliklerden ve bizi sarıp sarmalayan,
birbirimize dolayan, durmadan içinde debelendiğimiz berbat, acı verici, kanlı
bir yığın halinde birbirimize bağlayan göbek bağlarından sıkıntı gelmişti -
anne-babalar, çocuklar, torunlar, asılan ve cellat, kurban ve işkenceci,
gardiyan ve mahkum, yargıç ve zanlı...”
Sunday, March 25, 2018
Subscribe to:
Posts (Atom)