“İnsan geçmişten nasıl
kurtulur, bunu merak ediyordum... Öğrencilerimden ilk adım olarak geçmişle
barışmalarını istemiştim. Onlara geçmişin acısız bölgesini sunmuştum, onları
korumaya çalışmıştım, ailelerin çocuklarını ve çocukların kendi arkadaşlarını koruduğu
gibi, annemin beni ve Goran'ın babasının da Goran'ı koruduğu gibi. Fakat hayır,
kurtuluş yoktu; sadece unutuş vardı. Bu da hepimizin beyninde bulunan şu küçük
mucizeci silgicikler tarafından sağlanıyordu. Herkes arkasında bir dolap
sürükler, her dolabın iskeletleri vardır. Farklı şekillere, mesela babanın
kitaplığından düşen belgelere bürünseler bile, er ya da geç bu iskeletler
ortaya dökülür. Geçmiş bizim “enstalasyonumuzdur”. Amatörce oluşturmuşuzdur
belki, ama sanatsal kaygılarımız da olmuştur. Şuraya bir rötuş, buraya bir
ekleme, şuraya, hatta buraya bir düzeltme, her yerde rötuş-rötuş. Rötuşlamak en
sevdiğimiz sanatsal araçtır. Her birimiz kendi müzemizin küratörüyüz. Geçmişe
erişimimiz yoksa onunla barışmamız da mümkün olmayacaktır. Barışmak için
Hollanda’yı sel felaketinden kurtaran çocuk Hans Brinker gibi parmağımızı
toprak duvara sokabilmeliyiz. Parmağını toprak duvara sok. Ekranını resimlerle
doldur. Hayatını tozdan arındır. Arada sırada değişiklik yap. Bir iki şeyi at.
A’yı aç, B'yi ört. Bütün lekeleri çıkar. Ağzını kapattın. Dilini silah olarak
gör. Bir şey düşün ama başka şey söyle. Niyetini iyice belli etmek için
abartılı ifadeler kullan. İnançlarını sakla. Sakladığın şeye inan. Bütün
bu tekrarlardan, özetlemelerden, yinelenen şikâyetlerden ve mazeretlerden,
virüsle bulaşan hastalıklı talihsizliklerden ve bizi sarıp sarmalayan,
birbirimize dolayan, durmadan içinde debelendiğimiz berbat, acı verici, kanlı
bir yığın halinde birbirimize bağlayan göbek bağlarından sıkıntı gelmişti -
anne-babalar, çocuklar, torunlar, asılan ve cellat, kurban ve işkenceci,
gardiyan ve mahkum, yargıç ve zanlı...”