Showing posts with label Abdullah Aymaz. Show all posts
Showing posts with label Abdullah Aymaz. Show all posts

Sunday, July 14, 2019

Havadaki Mübarek Kelimeler

Geetanjal Khanna/Unsplash


Ağızdan çıkan her bir kelimenin misal ve mana âlemine bir aksediş şekli vardır. Mesela “Elhamdülillah” kelimesi bir cennet meyvesi gibi... Bir gıybet cümlesi de ölü eti gibi... Yahya Kemal, ezan kelimelerinin sanki kristalleşmiş şekillerini ruhânîlerin gördüklerini “Cümleten ervah görür Allahü Ekberi” diye ifade etmektedir. Onun için Kur’ânî kelimeler okunduğunda mekân nurlanır şifalanır... Siz yorgun argın eve gelirsiniz. Eğer o halde kalsanız yatsıyı ona göre kılarsınız. Teheccüde kalkmak zor gelir. Belki sabah namazını zar zor kılarsınız. Ama Kur’ânî sohbetlerin olduğu yere gidince, hava şifalanır nurlandığı için hafiflersiniz, bu namazların hepsini rahatlıkla edâ edersiniz. Tersine gıybet edilen, müstehcen şeyler konuşulan yerler de habîsatla dolar. İnsana gaflet ve sıkıntı basar. Çok dikkat edilmesi gerekir.

**


Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “Havada sebatsız vücûdları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsaydılar ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya ilk yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekir. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terkedip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar. Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden durulmaz olurdu.

**


Sahabeden Hazreti Ebu Saîd (radiyallâhu anh) anlatıyor: Biz, Resullullah’ın çıkardığı askeri bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan (dua okuyan) biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona “Sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fâtiha okuyarak rukye yaptım.” dedi. Biz kendisine “Resulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) sormadan bu verdiklerine dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Fatiha’nın rukye olduğunu (tedâvi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.

Burada Fatiha’yı okuyan sahabe başka rivayetlerden anlaşıldığına göre, Ebu Saîdi’l-Hudrî’dir. Fatiha Sûresi’ni, kendisini akrep sokan Selim’e üç veya yedi defa okuyarak tedavisini sağlamıştır. Hadisi o rivayet etmesine rağmen rukye yapanın kendisi olduğunu açıkca ifade etmemiştir. Onun bu tedavi başarısı arkadaşlarını şaşırttığı gibi Resulullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da hayrete düşürmüştür ve “Sen Fatiha’nın rukye olarak okunacağını nereden biliyordun?” diye soru sormasına sebep olmuştur. O da “İçimden öyle geçti” demiştir.

Dualarında insanın bir işe konsantra olması çok mühimdir. Kim ne isterse Allah verir. “Men talebe ve cedde vecede, yani kim bir şeyi ister ve isteğinde ciddi olursa onu elde eder” prensibinde ifade edildiği duayı ciddiye alır ve ciddiyetine uygun bir tavırda yaparsa Allah’ın izniyle neticeye ulaşır.

Kungfu yapanların elle kiremitleri, betonları kırıp parçalamalarında bütün güçlerini ellerinde toplayıp hedeflerine ciddi biçimde kilitlenmelerinin rolü büyüktür.

Bir Allah dostu, sevdiği bir çam ağacının, kazılan bir çukur sırasında köklerinin kesilmesiyle kurumaya yüz tutması karşısında üzülür. Birisi de hiç sormadan gidip bu ağacı keser. Allah dostu, meseleyi işitince çok üzülür ve der ki: “Ben ona şifalı sûre Fâtiha okuyacaktım. Fakat tam kendimi bulamadığım, tam konsantre olamadığım için bekliyordum. O ânımı yakalayınca okuyacaktım. İnanıyordum ki, Fâtiha’yı öyle okursam Allah’ın izniyle, kuruması duracak ve yemyeşil olacak.”

**
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabelerinden olan Ebu Muallâk isimli bir zât vardı. Ebu Muallâk ticarî ortaklık kuran, dürüst ve takva sahibi bir kimseydi. Bir gün yola çıkmıştı. Karşısına silahlı bir haydut çıktı ve kendisine “Neyin varsa, çıkar ver. Seni öldüreceğim!” dedi. Ebu Muallâk, “Eğer maksadın mal ise, al götür hepsini.” dedi. Ama haydut, “Hayır, ben yalnızca senin canını istiyorum!” deyince, Ebu Muallâk “Öyleyse, bana izin ver de bir namaz kılayım.” dedi. Haydut, “İstediğin kadar namaz kılabilirsin!” dedi. Ebu Muallâk namazını tamamladıktan sonra Allah’a yönelerek üç defa şöyle niyaz etti: ‘Ey kalblerin Sevgilisi, en büyük Arşın Sahibi, ey dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılamayan izzet ve şerefin, olağanüstü saltanatın ve Arşını ihata eden Nurunun hürmetine beni şu hırsızın ve haydutun şerrinden korumanı diliyorum. Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Yetiş imdadıma, kurtar beni!
Ebu Muallâk duasını bitirir bitirmez, elindeki mızrağı kulağının hizasında tutan bir süvârî çıka geldi. Süvârî, o haydutu yakaladı ve öldürdü. Ebu Muallâk kendisine dönen süvâriye: “Sen de kimsin? Kimsin sen? Yoksa Allah senin vesilenle mi beni bu hayduttan kurtardı?” dedi. Süvârî şöyle cevap verdi: “Ben dördüncü kat semâdanım. Sen ilk duanı yapınca, semânın kapılarının çatırdığını duydum. İkinci defa dua ettiğimde, gök sâkinlerinin arbedesini işittim. Üçüncü kere dua ettiğini duyunca ‘Zorda kalan biri dua ediyor.’ denildi. Bunu duyduktan sonra Cenâb-ı Hak’tan beni o zâlim adamı öldürmeye memur etmesini niyaz ettim. Allah Taâlâ da, isteğime: ‘Bilesin ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duayı yapanlara, darda kalsa da, kalmasa da yardım ederim.’ buyurdu.”

Tuesday, June 25, 2019

Üslup Bizi Ele Veriyor


“Busayrî’nin Kasîde-i Bürde’sinde “Kus, gözyaşını, haramla dolmuş gözünden / Vazgeçme hiç nedâmet perhizinden” beyti ile tarif edilen hastaneye git, gör. Bak nasıl hekim Busayrî, tıbbî tabirlerden olan kusmak ve perhiz kelimeleriyle sana bir reçete yazarak kendisinin bir hekim olduğunu şiirinde kullandığı bu kelimelerle gösteriyor. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki mana suyunun, o şişeye nasıl uygun olduğunu seyretmek istersen, onu içmeye iştahın da varsa, meyhaneye git ve “Ey meyhaneci, edebî, beliğ bir kelâm nedir?” diye sor. Elbette onun sanatı, onu şöyle konuşturacaktır: “Beliğ kelâm, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran, anlayış denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zerâfet sahibi söz ustası sâkilerin sunmasıyla fikirlerin içmesi, sonra da içilenlerin ince duygularda dolaşmasıyla hisleri harekete geçirmesidir...”

(Dikkat edilirse meyhaneci tarifi yaparken kendisinin çok iyi bildiği sanat ve işinin kelimelerinden olan, çömlek, pişirmek, büyük küp, süzgeç, süzmek, âb-ı hayat, sâkî, içme, sarhoş olma manasına duyguların kontrolden çıkıp harekete geçmesi gibi kelime ve ifadeleriyle cevap verdi. Çünkü onun hayal hazinesinde bu kelimelerden dokunmuş hazır elbiseler bulunduğu için, içine doğan çıplak manalara bu elbiseleri giydirdi.)

**
“Üslubdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkaları, başka şekilde tarif ediyorlar. Bunun belâğat açısından faydası ise, kıssaların orada burada bulunan perişan parçalarını lehimleyip bitiştirmektir. Tâ ki “Bir şey sabit olursa, kendisine lâzım olan bütün unsurları ile sabit olur” kâidesinin sırrı ile, o kıssanın bir parçasını hareket ettirmekle bütününü ihtizaza getirip titreştirmek mümkün olsun. Güyâ söz sahibi, üslûbun bir köşesini muhataba gösterdikten sonra artık muhatap bu ifade tarzından, kendi kendine, anlatılan bir derece karanlık bile olsa tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübâreze” kelimesi, pencere gibi harp meydanını, içinde harp yapılır vaziyette sana gösterir. Evet, böyle çok kelimeler vardır. Hayalin sineması denilse, yeridir.

Saturday, May 11, 2019

Demir Üzerine



“Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd Sûresi, 57/25.)”


“Demir ayrıca kandaki hemoglobinde, solunumda oksijenin ciğerlerden dokulara taşınmasında ve dokularda artık olan karbondioksitin tekrar ciğerlere geri taşınmasında kullanılır. Son derece stabil –Kur’ân tabiri ile ‘şedid’– olan, devasa yıldızların en merkezinde yaklaşık iki buçuk milyar derece sıcaklıkta yaratılıp fezaya supernova patlaması ile saniyede 30 bin km’lik bir hızla dağıtılan demirin hem elektron alabilme hem de verebilmede sıradışı bir esnekliğe sahip olması aldığımız her nefeste bu kadar önemlidir. Bu kadar şedid bir element adeta hayat için yumuşatılmıştır. Belki de ayette geçen ‘telyîn-i hadid’i bu şekilde de anlayabiliriz.”

**
“Risalelerden öğrendiğimiz gibi Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin hem Celâlî hem de Cemâlî tecellileri vardır. Demirin ve diğer elementlerin yıldızlarda yaratılması celalî bir tecellî olduğu gibi onun insanlara ve diğer canlılara rızık olarak indirilmesi de cemâlî bir tecellidir. Yine Bediüzzaman kâinata bakış açısı verirken şöyle diyor: 
“Hâlıkın âsârından cemâdâta (mesela demirin yıldızlarda yaratılmasına) baktığın zaman azamet ve kudreti kastına hedef yap, başka isimlerin tecelliyatını teb’an düşün. Hayvanata bakarken (mesela demirin rızık olarak indirilmesi) merhamet kasdıyla bak, sair tecelliyata tebeî bir nazarla bak.”
Yine bu mesele ile alâkalı olarak ‘İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecellî eder. İsm-i Cemâl ise, mevcudâtın cüz’iyatına tecellî eder. Ve keza, celâl, vâhidiyetin tecellîsinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellîsinden zahir olur. Bazen da cemâl, celâlden tecellî eder. Evet, cemâlin gözünde celâl ne kadar cemîldir; celâlin gözünde dahi cemâl o kadar celîldir.’ diyor. Bir yıldızın supernova olarak patlaması kâinattaki en müthiş celali tecellilerinden biridir ve o celalden cemal tecelli eder. Astronomlar bir yıldızın supernova olarak patlamasını o yıldızın ‘ölmesi’ tabir ederler. İşte celâlî tecelli olan o ölümden cemâlî bir tecelli olan rızık indirilmiştir. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran” (Âl-i İmrân, 3/27) her şeyin Yüce Yaratıcısı rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş edilmiş bir nimet olarak, رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ (Göklerin ve yerin Rabbi) ünvân-ı haşmetiyle demiri inzal buyuruyor ve o demirle yeryüzündeki bütün canlılara hayat bahşediyor.”





**
“Bazı insanlar şahıslarına âit hususî nimetlere karşı Allah’a şükrederlerse de, şu umumî nimetler onlara şümûlü yokmuş gibi, fikirlerine bile gelmiyor. Hâlbuki en büyük nimet, âmm (umûmî) ve dâimî olan nimetlerdir. Umumiyet kemal-i ehemmiyete delil olduğu gibi, devam da ulviyet ve kıymete delâlet eder.”

**
“Kâinatın bir Vâhid-i Ehad tarafından yaratıldığı hakikatini kabul etmeyen ve her şeyi tesadüflere havale edenler bu muhteşem birlik delillerini acaba ne ile izah edecekler? Ayrıca bu araştırmaları yapan bilim adamları belli ilmi prensiplere dayanarak ve değişik bilim dallarından faydalanarak bu neticelere vardılar. Hoyle ve Fowler elementlerin yıldızlarda yaratıldığını izah eden nucleosynthesis’i bulmak için o güne kadar tesbit edilen fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik vs. prensiplerinden ve yüzlerce bilim adamının çalışmalarından yararlandılar. İnanmayanların iddaa ettiği gibi eğer her şey bir tesadüften ibaret olsaydı, kâinatta herhangi bir şeyi anlayabilmemiz mümkün olabilir miydi? Bu noktaya dikkatleri çeken Einstein “The most incomprehensible part of the universe is that it is comprehensible – kâinatın en anlaşılmaz tarafı, anlaşılabilir olmasıdır” diyerek esasen her şeyi hikmetle yapan bir Sâni-i Hâkim’in varlığını kabul etmeyenlerin ne derece kendileri ile ‘çeliştiğini’ ifade ediyordu. Her şey bir tesadüf, her şey kendi nefsine malik, her şey kendi kendine oluyorsa, o zaman biz kâinatı nasıl anlayabiliyoruz?”

Saturday, May 4, 2019

Sinekler



Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanına (ölümlerine) yakın bir vakitte, hodgâm (bencil) insanlar, cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek (öldürmek) üzere hapishanedeki odamızda bir ilâç istîmal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda çamaşır ipi vardı. Bilâhare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim:

“Bu küçücük kuşlara ilişme; başka yere ser.”

O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki:

“Bu ip bize lâzımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.” Her ne ise...

Bu latîfe münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:
Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nisbetinde nüshaları teksir edilir (çoğaltılır). Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki Fâtır-ı Hakîm, o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir etmiş.



Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَـنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَـهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَـابُ شَـيْـئًا
لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ 

Yani, “Cenâb-ı Hak’tan başka, bütün esbap ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dava edilen âliheler içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu’cize-i rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbap toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar.” meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrud’u mağlûp eden; ve Hazreti Musa (aleyhisselâm) onların tacizlerine karşı müştekiyâne, “Yâ Rab, bu muacciz (rahatsızlık verici) mahlûkları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki:

“Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: ‘Yâ Rab, bu koca kafalı beşer Seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardı.”’ diye, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) şekvâsına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini (yaratılış hikmetini) müdafaa eden sineğin; hem gayet nezâfetperver (temizliğe düşkün), her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını temizleyen bu taife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin nazarı kâsırdır; daha o vazifeyi ihata edememiş.



Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak:

Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve latîf vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eder ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en latîfi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muâvenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvanâta düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def’ için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir.

Acaba hararet zamanından vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve –bazı mevâdd-ı muzırrayı (zararlı maddeleri) hâmil evridede (toplar damarlarda) cereyan eden– mülevves (kirli) kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccâmlar (hacamatçılar, kan alıcılar) olmasınlar mı? Muhtemel...




Monday, May 25, 2015

İhlâs

İhlâsı ve Allah rızasını hareketlerine temel ve esas yapmayan bir kişi, kendi tarafında olmayanlara karşı üstünlük ve ayrıcalık ister; hedefi, maksadı Allah rızasından sapar. Eline imkân ve hüküm geçerse, kendi tarafında olanları seçer; artık adaletle iş göremez. Böylece mânevî hayatını ve Allah’a karşı kulluğunu mahvetmiş olur. Boynuna bir sürü insanın hakkını ve hukukunu geçirmiş olur. Sırf kendi tarafını tuttuğu için kabiliyetsiz, niteliksiz, bilgisiz ve beceriksiz insanları mühim yerlere yerleştirir. Bu durumda da koca bir milletin mağduriyet günahını üzerine almış olur. Böyle bir suçun altından kalkmak, teker taker her mağdur için hesap vermek ise hiç kolay olmasa gerektir.



Sunday, November 30, 2014

Kisra

622 yılında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Site İslâm Devletini kurdu. Müslümanlar Bedir, Uhud, Hendek savaşları gibi mücadelelerden sonra Mekke Fethi derken çok kısa zaman sonra dünyanın büyük devletlerinden Bizans’la karşı karşıya geldiler. Daha sonra ikinci büyük devlet İran’la karşı karşıya gelen Müslümanlara hayret eden İran Kisra’sı
  “Bu Araplar her zaman olduğgibi yine aç kalmışlardır, onlara biraz buğday verin, dönüp gitsinler.”
demiştir. Kâdisiye zaferini anlatan kitaplarda teferruatıyla görülebileceği gibi bu boy ölçüşmeyi aklına sığdıramamıştır.

Kisra

622 yılında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Site İslâm Devletini kurdu. Müslümanlar Bedir, Uhud, Hendek savaşları gibi mücadelelerden sonra Mekke Fethi derken çok kısa zaman sonra dünyanın büyük devletlerinden Bizans’la karşı karşıya geldiler. Daha sonra ikinci büyük devlet İran’la karşı karşıya gelen Müslümanlara hayret eden İran Kisra’sı
  “Bu Araplar her zaman olduğgibi yine aç kalmışlardır, onlara                         biraz buğday verin, dönüp gitsinler.”
demiştir. Kâdisiye zaferini anlatan kitaplarda teferruatıyla görülebileceği gibi bu boy ölçüşmeyi aklına sığdıramamıştır.

Adalet Üzerine Tefekkür

Adalet, her hak sahibine kabiliyeti nispetinde hakkını, muhtaç olduğu organ
ve duyguları vermek, ölçü ve denge ile iş görmek, bir de mazlumun hakkını
zalimden alıvermek demektir.

Gerçekten Allah, adaletinin ve Adl isminin tecellisi ile kâinatta her şeyi ölçülü
ve dengeli yaratmış, mahlûkatın muhtaç olduğu organ ve cihazları
vermiştir. Su içinde yaşayan balıklara oksijen ayrıştıracak cihazlar, karanlık
deniz diplerindeki bazı yaratıklarına da projektörler ihsan etmiştir.

Dünyanın dönme hareketi, Dünya üzerinde yaşayanlara göre dengelidir.
Ekseni etrafında saatte 1600 km hızla dönmektedir. Bu hız on misli fazla
olsa gündüzler on misli uzun olur, Güneş’in harareti bütün bitkileri yakardı.
On misli yavaş olsa bu sefer her şey soğuk ve uzun gecelerde donardı. Veya
Güneş Dünya’ya şu andaki mesafeden daha uzak ve veya daha yakın olsaydı
yine benzer problemler olurdu.

Sinekler devamlı üreme imkânı bulsalardı hâlimiz nice olurdu? Çünkü bir
çift kara sinek Nisan’dan Ağustos ayına kadar 191.000.000.000.000.000.
000 adet çoğalıyor. Eğer Cenab-ı Hak, vücut ağırlığının yedi katı her gün
sinek yiyerek beslenen örümcek gibi hayvanlar yaratmasaydı, bir çift kara
sinek bu hızla bir senede Dünya’nın etrafını iki metre kalınlıkta kaplayabilirdi.
Ama onları iklim şartları ve onları yiyen canlılarla dengeye getiriyor.
Yoksa yeryüzünde nefes bile alamazdık...


Bundan seneler önce, Avustralya kıtasına bir başka ülkeden kaktüs bitkisi
getirilmişti. Kaktüsten tarlalar ve bahçeler arasında çit olarak istifade edilecekti.
Ama Avustralya’da yaşayan böcekler arasında bu kaktüslerin hiç
düşmanı yoktu. Onun için kaktüsler hiçbir engel görmeden kısa bir zamanda
İngiltere kadar bir alanı kapladılar ve çiftlikleri mahvettiler. Köyleri
ve şehirleri hicrete zorladılar. Sonunda böcekleri inceleyen araştırmacı
bilginler sadece kaktüs ile karın doyuran bir cins böceği keşfettiler. Ayrıca
bu küçük böceği hiçbir Avustralya böceği de yemiyordu. İşte böyle bir
denge unsuru ile kaktüsler hizaya geldi. Kaktüsler yok olunca, gıdasız
kalan böcekler de azaldı. Şimdi hem kaktüs, hem de böcek dengeli biçimde
varlıklarını sürdürüyorlar.

İşte bu gerçekler, her an, kâinatı nazar-ı teftişinden geçirip, her şeyi dengeleyip
düzenleyen bir Yaradan’ın varlığını gözler önüne sermektedir.
Hâlbuki, en büyük ölçü ve dengenin, yaratılanlar içinde en güzel ve üstün
varlık olan insanlar arasında olması gerekirken, zalim izzet içinde mazlum
ve mağdurlar zillet içinde yaşayıp haklarını almadan bu dünyadan ayrılıyorlar.
Böyle bir şeyin, bütün fenlerin ispat ettiği adalet hakikatine karşı âhiretsiz
tahakkuk etmesi mümkün değildir. Yani öyle mahşer bir günü gelecek
ki, mazlum, zalimden hakkını alacak; ömrü boyunca iyilik yapmış ama hep
mağdur ve zor şartlar içinde yaşamış olanlar karşılıklarını bulacaklardır.

Kur'an'da İçki Yasağı

Günümüzde kan davaları, kumar, tefecilik, içki ve uyuşturucu gibi
toplum hastalığı olarak devam edenlerden sadece alkolizmi inceleyelim.
Gerçekten dünya tarihinde bu meseleye ilk defa Kur’ân’ın âyetleriyle
Hazreti Muhammed (aleyhissalatü vesselâm) el atmış ve kesin bir şekilde
halletmiştir.

Evet Kur’ân’daki bu yasağın konuş şekli ve psikolojik tekniği, insanın psikolojik
ve sosyolojik yapısına çok uygundur. Çünkü âyetlerle, önce içkinin
zararı anlatılmış, sonra sarhoşken namaza yaklaşmamak emredilmiş ve
daha sonra da iman yönünden iyice kuvvetlenen ve ilâhî direktifi yapmaya

hazır olan bu topluma içkinin, şeytanın amelinden bir pislik olduğu ifade
edilerek kesinlikle yasaklanmış olduğu açıklanmıştır. Birinci devrede akıl
ve vicdanlar hazırlanmış, ikinci devrede ibadet programı noktasından
zaman imkânsızlığı bir engel olarak gösterilmiştir. İşte bu arada Müslümanlar
içki ile ilgili yasaklanma yoluna girildiğini fark edip, bilhassa geçimini
bu yönden temin edenler iktisadi yönden tedbirlerini almaya başlamışlardır.
Çünkü âni gelen bir yasaklama emri geçimini bu yolla temin
edenlerin ekonomik krize girmelerine sebep olur. Ama yavaş yavaş yasak
mesajlarının verilmesi, onları, ticari yönden içki ve onunla ilgili şeylerden
sıyrılma ve yeni geçim kaynağı bulma yönünden imkânları değerlendirmeye
sevk eder. Üçüncü devrede ise, her şey halledilmiştir. Yasaklayan
âyetin haberini alan hiçbir Müslüman son kadehini bir daha yudumlamak
için ağzına götürmemiştir. Hâlbuki İslâmiyet’ten önce, cahiliyet devrinde
yaşayan meşhur Arap şairi İmruu’l-Kays, şarap içerken babasının öldürüldüğünü
haber almış ama kendisini içkiden alamamış ve “Bugün içmek
lâzım, yarın intikamı düşünürüz!” deyivermiştir.

1919 tarihinde Amerika’daki içki yasağını ele alacak olursak: Bu tarihte
içki yasaklandıktan sonra şu tedbirlerin alınmasına karar verildi:

1-) Bütün donanma kıyıları kontrol edecek. 2-) Uçaklar havadan kontrol
edecek. 3-) Bütün polisler, seferber edilecek...

Bütün bu tedbirler alındı ama tamamen bir başarısızlık yaşadılar ve Aralık
1933’te bu yasağı kaldırdılar.

Sunday, November 16, 2014

Maddenin Ezeliyeti Tevehhümü Hakkında

Maddenin ezeliyeti ve zerre hareketlerinden canlı türlerin meydana gelmesi gibi bâtıl şeylere ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için o işlerin fâsit esaslarını tebeî nazarla yandan bakmakla idrak edememekten ileri gelir. Evet, bir kişi kendisini ikna etmek için ciddi bir araştırma ve derin bir bakışla meseleye yönelirse, bunların imkânsız olduklarına asla makul bir taraflarının bulunmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de Yaradan’dan gafleti sebebiyle ortaya çıkan bir zorlanma ile kabul edebilir.

Ahsen-i takvim üzere yaratılmış mükerrem bir fıtrata sahip olan insan, insaniyetin cevheri itibarıyla daima hakkı elde etmek istiyor ve hakikati arıyor. Daima en büyük maksadı da saadettir. Fakat bâtıl ve dalâlet ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakikatin madenini kazarken iradesi dışında bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakikati
bulmakta zorlandığında hakkı elde edemeyip hüsrana uğradığında, asıl fıtratı, vicdanı ve fikri; imkânsız ve gayr-ı makul bildiği bir şeyi, sathî ve tebeî nazarla kabul etmeye mecbur oluyor. İşte bu hakikati göz önünde bulundur. Göreceksin ki, kâinattaki bütün nizamdan gaflet eseri olarak, tevehhüm ettikleri maddenin ezeliyetini ve hareketi, hem şu akılları hayrette bırakan bediî nakış ve sanatla tahayyül ettikleri kör tesadüfü ve bütün hikmetlerin şehadetlerine rağmen, cansız câmit sebeplerde var olduğuna inandıkları hakikî tesiri ve nefisleriyle mugalataya (demogojiye) girip kâinat olaylarındaki devamlılık sebebiyle vehmin yanıltmasıyla hayallerinde tecessüm ettirdikleri mevhum tabiatı bütün bu işlere merci yapmakla kendilerini teselliye çalışmalarını, elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakkı bulmak için ona yöneldikleri ve kasten hakikate ulaşma gayretine girdikleri için şu bâtıl vehimler, davetsiz olarak yolunun bir tarafından o mükerrem insana kendilerini arz ederler. Elbette asıl ana maksadının hedefine gözünü dikmiş olan bu kişi, o vehimlere ve tebeî ve sathî bir nazarla bakıyor. Böyle sathî ve tebeî bir nazarla üstünkörü baktığı için onların, bunların bozuk ve aldatıcı olan içlerine tam nüfuz edemiyor. Ama ne zaman rağbet gösterip bizzat ve satın almak nazarı ile baksa, almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya bile tenezzül etmez.

Evet, bâtılın durumu şöyledir: Ne vakit tebeî bir nazar ile bakılırsa, doğru olduğuna bir ihtimal verilir. Fakat, derinliğine bir nazarla bakıldığında doğruluk ihtimali bertaraf olur.

Üstadın Üslubu

Ey birader! Vakta ki, sırları keşfetme merakı bizi şu makama kadar getirdi; biz de seni beraber çektik, seni taciz ettik. Hem senin çok yorgun olduğunu da biliriz. Şimdi Unsuru’l-Belâgat ve mucizeliğin anahtarı olan “İkinci Makale”nin içerisinde seni gezdirmek istiyorum. Sakın o Makale’nin üslubunun muğlak, kapalı ve anlaşılmaz olması ve içinde görünen meselelerin elbiselerinin perişaniyeti seni temaşasından nefret vermesin. Zira kapalı ve anlaşılmaz hâle getiren, manasındaki dikkat, incelik ve kıymettir. Ve perişan eden ve zahirî ziynetinden müstağni eden, manasındaki zâtî ve aslî cemâl ve güzelliktir. 

Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir. Menzilleri de kalbin süveydası yani basiret noktasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zira Doğu Anadolu mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan, alaturka terziliğe alışamadım. Hem de şahsın ifade tarzı, şahsın şahsiyetinin timsalidir. Ben ise, gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, çözülüp anlaşılması zor bir muammayım.

***
Ey kardeş! Bu makaledeki latîf kanunlar, kullandığım şu perişan üsl.plardan uzak durup nefret etmesi senin kafanı karıştırmasın. Yani, “Eğer bu ebedî, kaide ve kanunlar iyi olmuş olsaydı, onları ortaya koyana bir belâgat vereceklerdi. Hem de güzel bir üslubu giymiş olacaklardı. Hâlbuki onları koyan ümm.dir. Üslûpları da perişandır.” gibi bir vehme kapılma. Böyle bir düşünceye önem verme. Zira bir fende, her bir ilim sahibi, onda sanatkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’l-merkeziye (merkezçek) olan çekim gücü, ani’l-merkeziye (merkezkaç) olan itme kuvvetine galiptir. Çünkü kulağın, beyne yakınlığı
ve akıl ile de akrabalığı vardır. Hâlbuki, kelâmın kaynağı olan kalb ise, dilden uzak, yabancı ve ecnebidir. Hem de çok defa kalbin dilini tamamen anlamıyor. Bilhassa kalb bazen meselenin derin yerlerinden (kuyu dibinden gibi) bir tıntın ederse de dil işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?!.

İslam Medeniyetinin İncelikleri

Gerçek medeniyet güzellikleri açısından İslâmiyet’in esaslarına ve meselelerine bakacak olursak, en başta erkek-kadın insanın ahsen-i takvim üzere yaratılmış üstün ve şerefli bir varlık olduğunun tesbitini görürüz. Ayrıca haksız olarak masum bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi bir zulüm ve günah sayılmıştır. Anne–babalara, yaşlı ve hastalara yapılacak iyilikler övülmüş... Dullara, yetimlere, fakirlere verilecek, zekât sadaka vs. hayır ve hasenat belirtilmiştir. Gayr-i müslimlerin hak ve hukukları tespit edilmiştir. Hayvanların hakları da belirlendiği gibi, susuz bir köpeğe kuyudan su çıkarıp veren günahların bağışlandığı; bir kediyi de acından öldürenin Cehennem’e gittiği ifade edilmiştir. Vakıflar teşvik edilmiş; okul, hastane, yol, köprü, çeşme imarı yanında uçamayan göçmen kuşlara kadar her canlıya yardım müesseselerinin önü açılmış; bunlardan meydana gelen sevapların da insan öldükten sonra bile amel defterine yazılmaya devam edeceği bildirilmiştir. Abdest, gusülden diş fırçalamaya, oradan koltuk altı ve etek tıraşlarına kadar temizliğin her çeşidi için prensipler konulmuştur. Sulh ve barışın mutlaka hayırlı olduğu, suçların şahsîliği, hiç kimsenin yakın akraba bile olsa başkasının suçundan dolayı ceza görmeyeceği belirtilmiştir. İnanç ve din tercihi konusunda zorlama yasaklanmıştır... İnsanın bizzat kendisinin bulunmadığı yerlerde bile mânevî şahsiyeti koruma altına alınarak gıybeti ve ardından hoşlanmadığı şeylerin konuşulması men edilmiştir. Ayrıca kişinin arkasından çekiştirme ve küçük düşüren kaş göz hareketleri, kalb incitici ve gönül yaralıyıcı jest ve mimikler kalblere kadar işleyen bir ateş azabı ile tehdit edilmiştir. Bu incelikleri İslâmiyet’ten başka hiçbir medeniyetin prensiplerinde bulmak mümkün değildir...