Showing posts with label fıkıh. Show all posts
Showing posts with label fıkıh. Show all posts

Friday, March 4, 2022

İslam Dünyası'nda Fetva Sorunu

 


Bugün yeryüzünde yaşayan 2 milyara yakın Müslüman nüfusunun evet iman problemi vardır, ahlak problemi zirvelerdedir, Batı’lıların “fixed mindset” dedikleri donmuş bir zihniyet problemi had safhadadır ve tabii ki kurucu metinlere yaklaşım keyfiyeti açısından bilgi üretme ve düşünce sistematiğini oluşturan metodoloji problemi inkar edilemez bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır. Bütün bunların üzerine koyabileceğiniz adeta yemeğe ekilen tuz biber misali bir fetva problemimiz de vardır.

**

Türkiye’nin iflah olmaz ve olması da yakın bir gelecekte mümkün görünmeyen siyasi hayatta yalancının yamacısı, hırsızın yandaşcısı durumunda diyebileceğim devlet şeyhülislamlarının, parti müftülerinin her türlü yanlışı din ile meşrulaştırmak için verdikleri fetvalar. Belki şöyle demek daha doğru, yapılan yanlışlıklara dini kılıf bulup meşrulaştırma değil aksine dinin bir emri gibi sunma. Müstakil bir yazı ister bu son cümlem ama ben devam edeyim.

İsim vermeye gerek yok sanıyorum. Alimlerin sultanı olma yerine sultanların alimi olmayı bile isteye tercih etmiş öyle insanlar türedi ki insan “Nereden çıktı bunlar Allah aşkına?” demekten kendini alamıyor. Eskiden ruhu kara, vicdanı kara, muhakemesi kara ve belki cüzdanı kara birkaç insan örnek olarak gösterilirken şimdilerde bunlara adı sanı sözünü ettiğim fetvalarla duyulan birçok insan eklendi maalesef. Eskiden “Hırsızlık yolsuzluk değildir, devletin âli menfaatleri için şahsın, grubun hukuku feda edilebilir, iktidara zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir, dövize endeksli faiz mevduatları faiz değil hibedir,” gibi ne dinin ne usul ve füruu, ne fıkhın kaide ve hükümleri ne İlahi iradenin maksadı ne de insanların maslahatları ile örtüşen fetvalar akla gelirken şimdilerde bunlara da evet deyip nice ilavelerde bulunan bir çok yeni isimler katıldı. İsterseniz, “Ziraat Bakası Kur Korumalı TL Katılma Hesabı İcazet Belgesi” diye piyasaya sunulan ve içeriği itibariyle modern fetva şekli denilen evrakın altındaki imzalara bakın, ne demek istediğimi daha net anlayacaksınız.

“Sadece Türkiye mi?” diye aklınıza bir soru gelebilir burada. Elbette sadece Türkiye değil, İslam dünyasının her yeri için geçerli bu dediklerim. Ele alınan meseleler farklı olabilir ama değişmeyen gerçek dinin ruhu, insanların maslahatı ile örtüşmeyen fetva gerçeğidir. Hatta bunlar arasında öyleleri vardır ki bütün Müslümanlara dünyayı dar edecek boyutlara ulaşmıştır. Ayetullah Humeyni’nin Selman Rüşdi’nin katli, Yusuf Karadavi’nin intihar bombacılarına verdiği fetvaları hatırlayın. Taliban’ın yıktığı Buda heykelleri, 11 Eylül Amerika, 7 Temmuz Londra, 11 Mart Madrid saldırıları, IŞİD’in masum sivil insanları boğazlayarak öldürmesi ve alt alta sıralayabileceğimiz onlarca-yüzlerce vakıanın altında hep bu tür fetvalar vardır.

 Ahmet Kurucan, tr724 , Ocak 2022

Saturday, November 10, 2018

Baskıcı yönetimlerin “fıkhi temeli”


Geleneksel fıkhımızın tarih içinde teşekkül eden hamulesiyle bugünkü sosyo-ekonomik sorunlarımızı çözemeyeceğimiz gibi, esasında uzun yüzyıllardan beri herhangi bir gelişme gösteremeyen kelam’la da bugünkü entelektüel sorunlarımıza cevap bulamayız. Bunun sebeplerinden biri geleneksel fıkıh ve kelamın teşekkülünde nassların yanlış kullanımının oynadığı rol kadar, daha fazlası, tarih görüşümüz ve içtihatların teşekkül ettiği zamanın sosyo-politik şartların belirleyici konumda rol oynamasıdır.
Fıkıh usulünün belirli kurallarından biri, içtihadi bir meselenin mutlaka kaynağını nasstan almasıdır. Bu doğrudur, fakat hukukun kaynakları arasında Sünnet sayıldığında sahih olanı ile olmayanı dikkatlice birbirinden ayrılmadığında ve özellikle sahabelerin içtihat ve tatbikatları “nass seviyesi”nde kullanıldığında önemli problemler doğmaktadır. Kur’an ve Sahih Sünnet seviyesinde olmayan her metin “nass” değil, ancak “dogma” hükmündedir. Yazık ki fıkıh külliyatımız “nasslar” yanında çok sayıda “dogma”yı da bağlayıcı kaynaklar arasında saymış ve içtihatlarda kullanmıştır.
Bugün İslam dünyasının neredeyse tamamında baskı rejimleri, yolsuzluklar, gelir bölüşümünde adaletsizlikler, sosyal çürüme, ahlaki yozlaşma vb. sorunlar hükmünü icra ediyorsa bunun sebeplerinden birisi budur. Bu sebep bugüne devralıp ısrarla korumaya çalıştığımız öylesine kuvvetli bir mirastan beslenmektedir ki, siyasetten sosyal hayatın hemen hemen her alanına nüfuz etmiş bulunuyor.
Bugünden geçmişe baktığımızda Muaviye’nin bir ihtilal ile yönetimi ele geçirdiğinden beri yönetimlerin meşru bir temele dayanmadığını, politika üretir ve tatbik ederken İslam’ın belirgin hükümlerine riayet etmediğini hepimiz söylüyoruz, ama kaynakları üzerinde yeterince kritik yapmaya yanaşmıyoruz. Fıkıh kitaplarımızda yöneticilerin meşruiyeti ele alınırken baş vurulan deliller bu konuda hayli açıklayıcıdır.
Bu yazıda bir örnek vereceğim. Vereceğim örnek doğrudan yönetim ve  siyaset felsefesiyle ilgilidir. Geleneksel fakihlere göre  devlet başkanlığı dört yolla sübut bulur:
1) Fıkıh bilenlerin, başka bir deyişle ulemanın oluşturduğu Ehlü’l hal ve’l akd’in seçtiği kişi. Fakihler bunun şer’i dayanağını Hz. Peygamber (s.a.)’in irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir’i halife seçen heyette bulmaktadırlar.
2) Bir önceki halifenin kendisinden sonra bir kişiyi devlet başkanlığına işaret etmesi. Bunun dayanağı Hz. Ebu Bekir’in kendisinden sonra Hz. Ömer’i tavsiyesi etmesidir. Hatta bu bir “tavsiye” veya bir “temenni”den çok, bağlayıcı bir “vasiyet” hükmünü taşır. Bir bakıma “ta’yin”dir. Bazı fakihler bu modelden hareketle devlet başkanının kendi çocuğunu veliaht tayin edebileceğini söylemişlerdir; örnek olarak Muaviye’nin kendinden sonra Yezid’i veliaht olarak tayin etmesini delil göstermişlerdir (Bkz. Abdülkadir Udeh, “Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk” Çev. Ali Şafak, 1991-Ankara IV, 328.) Sanki sorun siyasi ve idari sistemi yapısal bir çürümeye uğratacak kötü sıfatlara sahip Yezid değil, Muaviye’nin yasal ve mülk üzerinde hak sahibi bir yetkili olarak oğlunu veliaht ilan etmesiyle çözülmüştür.
3) Üçüncü modele göre halife, kendisinden sonra iş başına gelecek olan kişiyi belirleme işini belli bir topluluğa bırakabilir. Hz. Osman, kendisinden sonra halife olacak kişiyi altı kişilik bir heyetin kararına bırakmıştı.
4) En dikkat çekici olanı halifenin silah/güç kullanarak başa gelmesini “meşru” gören modeldir. Silah zoruyla -yani darbe veya ihtilal yaparak- iş başına gelen teb’ayı kendine itaat etmeye zorlar, halk ona itaat etmeyi kabullenir. Böylece güç kullanarak iş başına gelenin halifeliği sübut bulmuş olur. Müslümanların zorbalıkla yönetimi ele geçiren ve istibdatla yöneten halifeye biat ve itaat etmeleri vaciptir. Bu modelin dayanağı Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın ona başkaldıran Abdullah bin Zübeyr’i şehid edip hilafet makamına gelmesidir. Halk isteyerek veya istemeyerek Mervan’ın oğluna biat etti, hükmü altında yaşamayı kabullendi.
Fakihler, bu dört yoldan biriyle devlet başkanlığına gelen kişiye biat ve itaati vacip görmüş, ona karşı gelmeyi “bağy fiili” saymışlardır. İlginçtir, “sahabe” olması hasebiyle Muaviye’nin Hz. Ali’ye başkaldırması ve onbinlerce Müslümanın kanının dökülmesine yol açması fiilini “bağy” kategorisine sokmamışlardır.
Fakihlerimiz başka model üzerinde durmamış, mesela iktidarın şiddet kullanılmadan ve belli aralıklarla seçim yoluyla el değiştirme yöntemi üzerinde imal-i fikr etmemişlerdir. Bu konu üzerinde yeterince imal-ı fikr etmedikleri gibi tek kişinin veya bir hanedanın yönetimini pekiştirici unsurları da fıkıh ve kelam kitaplarına geçirmişlerdir. Şöyle ki:
1.   Fakihler, şu veya bu yolla seçilen halifenin hayat boyu bu makamda kalabileceğine hükmetmişlerdir. Kayd-ı hayat tarihte ve bugün İslam ülkelerinde son nefeslerine kadar iktidarı bırakmayan yöneticilerin meşruiyet kaynağını oluşturur. Dini monarşiler ve diktatörlükler büyük ölçüde bu mirastan beslenmektedirler.

2.   Kur’an ve Sünnet bakış açısından yönetim teorisinin temelini teşkil eden “şura” fiilen geçersiz hale gelirken fakihler, şura’yı halkın; tabii temsilcileri, kanaat önderleri ve itibar ettiği alimler aracılığıyla karar mekanizmaları ve karar süreçleri üzerinde etkili olma enstrümanı olarak tarif etmemiş, ücret ve ihsanlarla tutulan kişilerin yöneticileri her karar ve icraatında tasdiklerinden ibaret görmüşlerdir.


3.   Hz. Ebu Bekir’den başlamak üzere iktidarın kutsanması, ilahi meşruiyete dayandırılması cihetine gidilmiş. Hz. Ebu Bekir kendisine “Allah’ın halifesi” diyenlere “Ben Allah’ın halifesi değilim, Resulü’nün halifesiyim” demek suretiyle muhtemel bir teokrasinin önüne geçmişse de, evini kuşatan isyancılara Hz. Osman ‘Bu cübbeyi bana Allah giydirdi, ancak O çıkarır” demek suretiyle hilafeti ilahi/aşkın bir kaynağa dayandırmanın kapısını aralamış, daha sonraları Emevi halifeleri kendilerine “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi veya Allah’ın halifesi” ünvanını vermişlerdir. Fıkıh ve Kelam kitaplarında yazık ki yeterince bu konu üzerinde durulmamış, zamanla Bizans ve Sasani etkisinde halife ve sultanlar, şahlar ve padişahlar yönettikleri memleketleri kendi mülkleri, teb’ayı da kulları saymışlardır.

4.   Diğer önemli ve belki de en vahim olanı, Kur’an ve Sünnet yönetimin meşruiyetini, sebeb-i hikmetini adaletin tesisi, başka bir deyişle hukuka riayeti şartına bağlarken, fakihler güvenliği, toplumsal istikrarı esas alıp, yöneticinin hukukun dışına çıksa bile ona itaatin gerektiğini açık-seçik savunmuşlardır. Sünni dört mezhebe ve Zeydilere göre “imam facir ve fasık olsa bile ona karşı çıkmak haramdır.” Zahirilere göre ise, zulmeden halifeye onun zulmünün misliyle veya daha hafifiyle karşı çıkılıyorsa, yine de zalim halifenin yanında yer almak gerekir; çünkü baştakinin kötülüğüne karşı mücadele edilirken daha büyük bir kötülüğün ortaya çıkması muhtemeldir.

5.   Bununla da yetinmeyen fakihler “ta’zir” adı altında devlet başkanına öylesine yetkiler tanımışlardır ki, Kur’an ve Sünnet’in öngörmediği “ölüm cezaları”nı fıkha sokmuş, yöneticinin -yani devletin- kendi gerekli gördüğü bazı suç fiillerine ölüm cezası verebileceğine hükmetmişlerdir. Bazıları ise -Fatih Sultan Mehmed’in aldığı fetvada zikredildiği üzere “ekser-i ulema”- Şer’i Hukuk yanında Cengiz töresinden mülhem Örfi Hukuk icat etmiş, böylelikle devlet başkanına “Siyaseten katl” yoluyla muhaliflerini kolayca ortadan kaldırmaya cevaz vermişlerdir.


Bağy, ta’zir, irtidat (dinden dönme) ve siyaseten katl tarihimizde Hz. Ali’nin şehadetinden bu yana hükmünü sürdüren istibdat ve zulüm yönetimlerinin “sözde meşruiyet” temelini oluşturmuştur. Başka faktörler yanında bugün İslam dünyasının geneli baskı rejimleri altında ise, baskıların beslendiği en önemli kaynaklardan biri bizim fıkıh ve kelam kitaplarında karşılık bulan söz konusu tarihi mirastır. (8 Kasım 2018.)


Ali Bulaç

Tuesday, April 17, 2018

Azınlık Fıkhı


Önce “azınlık” kavramının tarifi üzerinde anlaşalım. Azınlık, bir ülkenin içinde nüfus hâkimiyetine sahip çoğunluğa nispetle din, dil, ırk ve kültür farklılığına sahip topluluklara verilen isimdir. Kavram bu manada 16. asırdan beri kullanılmaktadır. Çatışma kültürü üzerine kurulu bir medeniyet anlayışına sahip olan kara ve kıta Avrupası’nda, Katolik krallıklardaki protestanların veya protestan hâkimiyetindeki yerlerde Katoliklerin haklarını devlete karşı korumak için ortaya çıkan dinî gruplara ilk defa bu isim verilmiştir. Yalnız başlangıçta dinî ayrıcalığı ifade eden bu kavram, sonraları millî azınlık şeklinde daha farklı ve daha büyük alanda ayrımlarda da isim olarak kullanılmıştır. Günümüzde azınlık kavramı “dinî azınlık, kültürel azınlık vb.” kavramlarında görülebileceği gibi zaman, mekân ve insan faktörlerine bağlı olarak pek çok anlamda kullanılmaktadır.

İslâm tarihi açısından bakıldığında azınlık kelimesi, dinî farklılığı ifade için kullanılmış ve bunlara “zimmi” denmiştir. Günümüzden farklı olarak İslâm tarihinde azınlık/zimmi sadece dinî farklılığı ifade eden bir kavram olagelmiştir. Bir başka ifadeyle zimmî, Müslümanlar arasında anlaşmalı ve barış içerisinde yaşayan ve Müslümanlarla aynı haklara sahip olan gayrimüslimlere verilen isim olmuştur. Nitekim Osmanlılar dönemi dâhil İslâm tarihi boyunca, devletin gayrimüslim vatandaşlarını toptan ifade için “azınlık/zimmi’ demesi de bunu göstermektedir. Dolayısıyla bugün gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar azınlıktır. Yalnız hemen ifade edelim; ne Efendimiz döneminde kullanılan “zimmî”, ne bugün kullanılan “azınlık” tanımlamaları ilgili kişi ve grupları ikinci sınıf vatandaş yapar. Efendimizin “Bir zimmiye eziyet eden bana eziyet etmiştir.’’ hadisi bunun en büyük delilidir. Bu en azından teorik temeller itibarıyla öyledir. Pratikteki sapmalar ise insan unsurunun olduğu her yerde vardı ve var olmaya devam edecektir.


Buraya kadar yazılanlar istikametinde azınlık kavramının anlam çerçevesi iyi çizilebildiyse, “azınlık fıkhı” ile anlatılmak istenen şeyin de anlaşılmış olacağını umuyorum. Azınlık fıkhı, gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanların zaman ve mekân, örf ve âdet, ihtiyaç ve zaruret vb. faktörlere bağlı olarak içtihada açık meselelerde ortaya konan fıkhî görüşlerin bütünüdür. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar bugün öyle problemlerle karşı karşıyadır ki bunların tarihte örneğini göstermek mümkün değildir. Tarihte örneğini gösteremeyince bu problemlerin ne müçtehit imamlar zamanında ne de daha sonraki dönemlerde verilmiş cevaplarını bulabiliyorsunuz.


Tarihte örneğinin görülmemesinin temel sebeplerinden bir tanesi yaşanılan zaman ve mekân.

İkincisi; mülkiyet ve hâkimiyet unsurları farklı. Gayrimüslim ülkeler, adı üzerinde mülkiyet açısından onlara ait. Hâkimiyete gelince -ki siyasî hâkimiyeti kastediyoruz- siyasî ve idari sistemleri de farklı. İşte bu farklılık bizim klasik fıkıh kitaplarımızda gördüğümüz ahkâmın ne aynen ne de kısmen günümüze taşınmasını mümkün kılar. Onun için içinde yaşanılan ülke şartlarına bağlı olarak ibadet hayatından muameleler dünyasına kadar hayatın hemen her alanında Müslümanca yaşayabilmek için yeni içtihadî yaklaşımlara ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaçları cevaplayan ahkâmın toplamına azınlık fıkhı/fıkhu’l-ekalliyât denmektedir.

Bir başka açıdan; günümüzde azınlık fıkhına çok şiddetli bir ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bugün ABD ve Avrupa gibi yerlerde üçüncü, dördüncü nesil Müslümanlar var. Müslüman bir geçmişe sahip olan bu kişiler, gayrimüslim bir atmosferde doğmuş, büyümüş ve eğitimlerini almışlar. Hane içinde Müslüman ama okulda, çarşıda, pazarda yaşadığı ülkenin kültürel kodlarına göre hayatlarını sürdüren bu nesiller üzerinde sosyal ve kültürel çevrenin etkisi katiyen tartışılamaz. Aile dayanışması, din, dil ve kültür beraberliği olan çevre ile münasebetin sıklığından oluşan gruplaşmanın getirdiği faydalar sonucu, kendi dini, milli ve kültürel kodlarına da sahip olan bu çocuklar, muhatabı bulunduğu okul, mahalle ve iş hayatındaki kişilere kendilerini anlatırken mecburen onların dillerini ve kültürlerine göre konuşacaktır. Dolayısıyla içtihada açık yanlarıyla siyasi, kültürel, ekonomik, ahlâkî ve demografik çevre itibarıyla farklı dönemlere ait olan İslâmî yorumların bugüne aynıyla taşınması, bir anlamda onları çağın dışına itmekte ve kendi değerlerini bırakın başkalarına anlatmayı bizzat kendileri tatmin olmadıkları için sorgulamaya başlamaktadırlar. O hâlde önce kendimizin Müslümanca yaşamı için problemlerimize, aslî esaslara bağlı olarak cevaplar üretmeli, ondan sonra bu nesillerden inancını, kültürünü koruması, yaşaması ve başkalarına anlatmasını beklemek zorundayız.


Pekâlâ problem ne? Neden alabildiğine makul gözüken bu isimlendirmenin gereği üzerinde duruluyor denecek olursa; bazı kişiler bizim kısaca ifade etmeye çalıştığımız problemlerin çeşitliliğinin, çevre ve arka plan şartlarının farklı oluşunu kabullenmekle beraber azınlık fıkhı isimlendirmesinin doğru olmadığını söylemekte ve bu düşüncelerini şöyle temellendirmektedirler; “İslâm ahkâmı mekâna göre değişmez; bunun tek istisnası hadlerin ikâmesi gibi siyaset-i şer’iye konularıdır. Böyle bir isimlendirme yabancı ülkelere mahsus, özel ve farklı bir fıkıh varmış gibi bir intiba vermektedir. Hâlbuki İslâm’ın hükümleri her yerde aynıdır ancak zarûretler fıkhından söz etmek mümkündür ki o da sadece yabancı ülkelere mahsus değildir. Elimizde zaruretler fıkhı gibi bir sermayemiz varken “azınlıklar fıkhı” gibi arayışlara girmek beyhudedir.”


Dile getirilen düşünceleri dikkatle okuyacak olduğunuzda aslında meselenin tamamıyla zaruret fıkhı mı, azınlık fıkhı mı ismi üzerinde döndüğünü görürsünüz. Yoksa yapılacak şeyde bir değişiklik yok.


Kanaatimize göre azınlık fıkhı isimlendirmesi, zaruret fıkhına nispetle daha isabetli bir tercihtir. Şöyle ki usul ve füru kitaplarında ferdî ve içtimaî şeklinde ikiye ayrılarak verilen örneklerle çerçevesi çizilen zaruret hâliyle, gayrimüslim ülkelerde yaşayan azınlık Müslümanların yaşadıkları hâl arasında ciddi farklılıklar var. Orada geçici bir durum söz konusu iken, burada daimi bir durum söz konusu. Orada zaruret durumuna düşmede gayr-i iradi şartlar ağırlıklı olarak rol oynarken,  burada o şartları iradi olarak kabullenme var. Orada hayatını idame ettirebilecek kadar zaruret hükümlerinden istifadeye cevaz verilirken, burada böyle bir şart hayatı yaşanmaz kılar. Hepsinden önemlisi neyin zaruret olduğunun tespitindeki zorluktur. Hayatını idame ettirebilecek kadar bir maaşla çalışan Müslüman ile milyarlarca dolara, euroya hükmeden bir iş yeri sahibi için zaruret elbette farklı olacaktır. Ama bu farklılığı kim belirleyecektir? Zaruretin çerçevesi ister istemez subjektif yorumlarla belirlenecek ve bu da ayrı bir kafa karışıklığına sebebiyet verecektir. İş, belki Müslümanların birbirlerinin dinî değerlerini hafife almaya kadar uzayacak ve içtimaî ahenk sarsılacaktır.


Aynı şeyler azınlık fıkhı kapsamında da yapılacak denirse; burada mevcut durumun istisnai değil daimi bir hâl olduğu kabulü üzerine yapılacaktır. Bu da yeni düşüncelerin, yaklaşımların üretilmesinde kaynaklara müracaat usulünden, çıkacak sonuçlara kadar farklılığa sebebiyet verecektir. Ayrıca sahasında otorite olan insanlar bunu yapacak, şahısların vicdanlarına havale etmeyecek, “Zaruret hâli midir, değil midir, sen kendin belirle!” gibi bir tercih hakkını onlara vermeyecektir.


Son bir husus; azınlık fıkhı ahkâmı yabancı ülkelerde din değiştiren mühtedi Müslümanlar için de çok büyük ehemmiyet arz etmektedir. Onlar ilgili ülkenin yerlisi olan kişilerdir. Kendi vatanlarında, yeni dinlerine uygun biçimde yaşamaları onlar için fıkhî anlamda zaruret değil aksine tabiî bir durumdur. Şimdi bu kişilere kendi ülkelerinde dinlerini yaşamaları konusunda ve hemen her meselede İslâm hukukunda istisnai olan zaruret ahkâmını öne sürmek çok doğru bir yol olmasa gerek. Dolayısıyla bu ülkelerde Müslümanca yaşamın kurallarının mevcut şartlar çerçevesinde belirlenmesi gerekir. İşte azınlık fıkhı, bu kurallar bütününe verilen isimdir. 

Sunday, April 15, 2018

Fıkıh Mutlak Çözüm Aracı mıdır?


Çeşitli vesilelerle ifade edilen fıkhî soruların bizde oluşturduğu kanaat “Kaleme alınan problemlerin nihai, kesin ve net çözümü fıkıhta var. Bu manada fıkıh, mutlak ve her türlü problemin yegâne çözüm kaynağı.” şeklinde. 

En son söylenecek sözü isterseniz hemen söyleyelim. Bu yaklaşım neresinden bakarsanız bakın yanlış. Neden? Çünkü hayat bir bütündür. En kâmil manada din yani İslâm, bu bütünü kucaklayan emirler, yasaklar, tavsiyeler mecmuundan ibaret olsa da her meselede nihai kararı söyleyen bir olgu değildir.

Hemen herkesin bildiği gibi insan aklının yol bulmakta zorlanacağı taabbudî meselelerde son karar Allah ve Resûlü’ne aittir ki buna kimsenin itirazı olamaz. Ama dinde sadece genel ilkelerin verildiği o kadar çok saha var ki işte buralarda nihai çözüm bu genel ilkelerden hareketle ehliyet sahibi insanlara aittir.

İktisadî ve ticarî meselelerde sunacağımız basit bir misalle açalım bu hususu. Bugün tarım toplumu şartlarında yaşamıyoruz. Sanayi ya da sanayi ötesi bilgi ve teknoloji çağındayız. Gündemimize giren nice meseleler var ki bunlar ne Efendimiz ne de sonrasındaki dönemlerde yaşayan ulemanın dilinden bire bir cevaplarını bulmuş değil. Dünyayı bir pazar olarak kabullenen borsayı ele alalım mesela. Dünya borsalarına açılmış bu şirketlerden hisse alıp-almama veya dünya ile entegrasyon içinde şirketini borsaya açma zorunluluğunu hisseden Müslümanları düşünün. Kazancının helal olmasını isteyen bu Müslüman ne yapacak? Tabiî ki günümüz âlimine müracaat edecek.

Burada içtihat ehliyetine sahip bir insanın görüşünün yeterli olup olmayacağı sorulursa tabiî ki yeterli olmadığı net bir şekilde ifade edilmelidir. Çünkü borsa sadece bir örnek ve bugün organ naklinden hücre ve doku nakline, tüp bebekten kök hücre çalışmalarına kadar uzanan, yüzlerce hüküm bekleyen hadise var. Söz konusu vakaların hiç birinde her hangi bir İslâm âlimi tek başına karar vermez veya vermemelidir. Zira meseleler öylesine girift ki. Böyle durumlarda nihai cevap, konuyu bütün yönleri ile ihata eden uzman görüşlerine müracaatı gerektirir. Fert ve toplum psikolojisinden, sosyolojisine; ekonomisinden, ulusal ve uluslararası siyasete; sistemin teorisyeni olan  akademisyenlerden, bizzat sistemin içinde yaşayanlara kadar çok geniş bir uzman heyeti olmalı bu. Bir başka ifadeyle kolektif içtihat denilen metotla çözülmeli bu problemler.

Şu an itibarıyla İslâm âlemi çapında böylesi bir heyete sahip olmayışımız ve olamayışımız bizleri ümitsizliğe sevk etmemeli. Şunu unutmamalı ki bu durum, İslâm’ın yetersizliğinden değil, bizim yetersizliğimizden, çağımızı iyi okuyamamadan, iktisadî, siyasî, hukukî, kültürel, tıbbî gelişmeleri zamanında takip edememizden kaynaklanıyor. Bununla beraber Allah’a hamd olsun; bizim bir cümle ile ifade etmeye çalıştığımız ve geriye doğru bakınca başlangıcı asırlar öncesine dayanan bu problem, bir vaka olarak kabullenilmiştir bugün. İslâm dünyasının pek çok yerinde gerek üniversiteler, gerek sivil inisiyatiflerin kurdukları uzmanlardan oluşan heyetler tehiri telafi edercesine hızla çalışmalarına devam ediyorlar.”


Wednesday, January 3, 2018

Hadis ve Re'y Ekolü


“Gelişme dönemi İslâm hukukunun en önemli özelliği hadis ve re’y ekolünün ortaya çıkışıdır. Medine ve Kûfe bu iki ekolun merkezleridir. Fıkıh literatüründe Hicaz ve Irak ekolü de denilen birbirinden bağımsız gibi görünen bu iki anlayış, bilinen şekliyle hadise veya re’y’e daha fazla önem vermelerinden dolayı bu ismi almışlardır. Hadis ve re’y ekolü tasnifine gerekçe olarak söylenen düşünce budur ama gerçek böyle midir? Re’y ekolü hadise olması gerektiği kadar önem vermemiş midir? Hadis ekolü aklı bütün bütün ihmal mi etmiştir? Bu soruların cevaplarını ilerleyen sayfalarda arayacağız. Şimdilik şu tarihî bilgileri zihnimizin bir yerine kaydedelim: Irak ekolü menşe itibarıyla Kûfe’ye intikal eden Abdullah b. Mes’ud, Hz. Ali, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Musa el-Eş’arî, Ammâr b. Yâsir gibi sahabilere dayanır. Bu ekolün tâbiîn neslinden temsilcileri ise Alkame b. Kays, Mesrûk b. Ecda, İbrahim en-Nehaî, Saîd b. Cübeyr ve Hammâd b. Ebî Süleyman gibi kimselerdir.”

“Hicaz/Medine ekolü ise İslâm devletinin başşehrinin Kûfe’ye taşınmasına rağmen, Medine’de kalmayı tercih eden sahabilere dayanır. Bunlar sahabeden Zeyd b. Sabît, Hz. Âişe, Ümmü Seleme, Abdullah b. Ömer, Übey b. Kâ’b, Ebû Hureyre, Abdurrahmân b. Avf, Talha b. Ubeydillah, tâbiînden ise Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kâsım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdirrahman, Süleyman b. Yesâr, Hârice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe’dir. Ebû Hanîfe, İmam-ı Şâfîî, İmam-ı Malik, Ahmed b. Hanbel, Leys b. Sa’d, Abdurrahmân el-Evzaî, İmam-ı Taberî gibi şahıslar kendi içtihadî usulleriyle fıkıh dünyası içinde yer alınca, bahsini ettiğimiz ekoller çok daha netleşmiştir. Daha doğru bir tabirle, bunların tam anlamıyla bir ekol hâline gelişi, bu son kategoride saydığımız isimlerle olmuştur.

Bu arada Mısır, Basra, Mekke, Şam gibi İslâmî merkezlerin de İslâm hukukunun oluşum ve gelişimine katkıda bulunduğunu belirtmek isterim. Bunlar arasında özellikle Mısır’ın ayrı bir önemi var. Mısır, önemini İmam-ı Şâfiî’nin ömrünün sonlarına doğru bir kısmını orada geçirmesine borçludur.”

İslam Fıkhında Sahabe Dönemi Özellikleri


“İfrat derecede muhabbet, menfaat ve çıkar kaygısı, cahiliye âdetlerine geri dönüş, makam-mevki düşkünlüğü, kabile taassubu vb. şeylerle bütünleşerek yapılan içtihadlar bir kenara bırakılacak olursa, dönemin içtihat özelliklerine ait şunlar söylenebilir:


1) Ashabın bütünü içtihat yapmıyordu. Bunu Kur’ân ve sünneti bilme, anlama ve yorum kabiliyeti eksikliğine bağlamak mümkün olduğu gibi mesuliyet şuuruyla böylesi önemli bir sorumluluğun altına girmeme düşüncesine de bağlamak mümkündür. Bir başka ifadeyle içtihat yapmayan sahabe, ihtimal kendilerini bu işe ehil görmüyorlardı. Yıllarca Allah Resûlü’nün beraberinde bulunmuş olmasına rağmen, bir elin parmak sayısını geçmeyecek ölçüde görüş beyan eden insanın varlığı sahabenin ne kadarının böyle düşündüğünü göstermesi açısından önemlidir. Tarih en çok içtihat yapan yedi sahabenin isminden söz etmektedir. Bunlar, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Âişe’dir.


2) İçtihat teşvik gören bir ameliye idi. Şûrâ usulüyle içtihat yapma ya da yapılan içtihatları şûrânın tasdikine sunma kabul görmüş bir uygulamaydı. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in sırf bu gaye ile Medine’de bir heyet bulundurduğu bilinen bir gerçektir. Hatta heyetin fütuhât ordularına katılma istekleri, her defasında geri çevrilmiştir. Zira istişarî kurulda bulunma işi, daha önemlidir. Bu kurulda yer alan sahabenin sıradan insanlar olmadığını bilmem söylemeye gerek var mı? Bunlar Allah Resûlü’ne yakınlığı ile bilinen, Kur’ân ve sünnete hakkıyla vâkıf olan ve yorumlama kabiliyetleriyle temayüz etmiş kişilerdi.


Bu kurul Hz. Osman döneminde dağılmıştır. İhtimal İslâmî heyecanı doruk noktada olan bu insanlar, fütuhât orduları içinde bulunma isteklerini tekrarlamış, halim bir fıtrata sahip olan, Hz. Osman da bu istekleri geri çevirememiştir. Yalnız, burada şu hususu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum; bazı tarih yazarları, Hz. Osman’ın bu heyetin dağılmasına izin vermesini, o dönemde cereyan eden menfî olayların büyümesinde bir sebep olarak zikrederler.


3) Nazarî içtihadın genelde yapılmaması, bu dönem içtihat faaliyetlerinin bir diğer özelliğidir. Yapılan içtihadlar, mutlaka fiilî olarak var olan bir probleme çözüm bulma isteğine dayanıyordu. Bir diğer ifadeyle daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan “Şöyle olursa, hüküm şudur.” kabilinden içtihatlara bu dönemde pek rastlanmaz. Aksine bu türden görüş beyan edenler, tevbih edilir. Pekâlâ böyle bir yaklaşım tarzı normal midir? Kur’ân’ın nüzulüne şahit olan, Hz. Peygamberle arkadaşlık yapmış bulunan ashâb açısından meseleye bakacak olursak, bunu normal kabul etmek zorunda kalırız. Zira büyük çoğunluğu itibarıyla gerek Kur’ân ayetlerinin nüzulu, gerekse Nebiler Serveri’nin beyanları hep bu istikamette olmuştur. Onlar toplumda fiilen var olan bir problemi çözüme kavuşturmuşlardır.


4) Sahabe dönemi içtihat faaliyetlerinin en önemli özelliği, başta hulefâ-yı râşidîn olmak üzere, içtihat yapan hemen her sahabî, hükmün illetinin (sebebinin) değişmesine paralel olarak, Hz. Peygamber’in verdiği hükmü değiştirmiş olmalarıdır. İşte sahabenin bu faaliyeti, günümüze kadar uzayan tarihi süreç içinde, İslâm hukuku ve hukukçusunun önünü açmış, onun statik değil, dinamik bir yapıya sahip olduğunun en büyük göstergesi olmuştur.


Bu konuda Hz. Ebû Bekir’in Kur’ân’ı cem etmesini, Hz. Ömer’in müellefe-i kulûba zekât vermemesini, Sevâd arazisini gazilere dağıtmamasını, talâk-ı selâse’yi talâk-ı selâse olarak kabul etmesini, teravih namazının cemaatle kılınmasını emretmesini, Hz. Osman’ın ahlâkî yozlaşma sebebiyle kayıp develerin tutulmasını, Hz. Ali’nin teaddî ve taksir hâlinde emanetlerin tazmin edilmesini istemesini örnek olarak zikredebiliriz. Sahabenin içtihadî meselelerin bütününde ittifak ettiklerini söylemek mümkün değildir. Bunlar çeşitli sebeplere binaen bazı meselelerde ihtilaf etmişler ve farklı sonuçlara ulaşmışlardır. Onları farklı sonuçlara ulaştıran sebepler adına Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi kitabında şunları söylüyor:


1) Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medine’den uzakta bulunan sahabenin, kendileri yok iken vahyedilen nassları bilmemeleri

2) Hadisi sağlam bir kaynaktan elde etmemiş olmak
3) Nassları farklı anlamaları
4) Yanılma veya unutmaları
5) Birbirlerine aykırı görünen nass ve hükümleri çeşitli şekillerde telif etmeleri.”

  

İslam Fıkhı


“İslâm fıkhı, İslâm tarihinin, toplumunun ve medeniyetinin en yüksek düşünsel formlarından birisidir. Müslüman toplum üzerinde tarih boyunca bu denli etkili ve belirleyici olmuş başka bir müessese yoktur. O, düşünce ile eylem arasında Müslüman toplumu içeriden yöneten en önemli fikrî ve felsefî faaliyeti temsil eder.

Fıkıh, Müslüman toplumların kendi tarihsel ve toplumsal iç dönüşüm ve dinamiklerinin bir mahsulüdür. Oldukça özgün toplumsal ve kültürel şartlarda neşet etmesine rağmen bu derece sistematik ve farklı vaka ve değişim taleplerini karşılayabilecek vüs'atte evrensel bir başka hukuk nizamı yoktur. Şüphesiz fıkıh, fikrî, felsefî ve beşerî bir üretimdir. Müslümanlara özgü İslâmî hukuk ve düşünce üretme yol ve yöntemidir. Bir başka açıdan Müslümanların tarihsel, toplumsal ve beşerî meydan okuyuşlara karşı verdikleri cevapları ifade eder. Fıkıh, Müslüman toplumların kendi tarih ve kaderlerini yaşadıkları, başka toplum ve kültürlerin tesir ve şartlarında var olmadıklarının en belirgin tezahürüdür. Fıkıh, kendi iç ve öz dinamikleriyle şekillenip gelişen bir hukuk sistemi olarak ne Grek ve Yunan, ne Bizans ve Roma, ne de İran’ın etkisinde kalmıştır.”

**
İslâm fıkhı, batı düşüncesinde felsefenin yaptığı şeyi İslâm kültüründe yapmıştır. Nasıl ki felsefe, batı düşüncesinin en özgün ve üretken akıl ve akletme faaliyetini ifade ediyorsa, fıkıh ve usulü de İslâm medeniyetinin ve kültürünün en özgün ve üretken akletme biçimini ifade eder.”

**
“Günümüzde küresel düzeyde ve oldukça geniş ölçekli bir baskı ve hukuksuzluk problemi yaşandığı için hukukî, felsefî ve siyasî düşünce de daha çok özgürlük ve hak arayışı etrafında yoğunlaşmıştır. Oysa hiç kimse hukukun diğer alanlardaki yüksek amaçları da sağlamadıkça herhangi bir toplumun hayatiyetini devam ettirebileceğini iddia edemez. İslâm fıkhı en genel anlamıyla beş küllî prensibin korunması ve geliştirilmesini esas alır. Can, mal, akıl, nesil ve din. Bunlar içtihadî olarak İslâmî nassların gözettiği genel amaçlardan çıkarılmıştır. Elbette bu küllî ilkeleri artırmak mümkündür. Ancak denebilir ki insanlık tarihi bir bakıma bu ilkelerin mücadelesinin tarihidir. Hukuk sistemleri bu küllî ilkeleri takip etmedikçe yeryüzünde güven ve istikrarı, adalet ve düzeni sağlamaları mümkün olmaz.”

İslam Fıkhı ve Tedricilik


“Tedric: Hukukî öğretilerin belli bir zaman dilimi içine yayılarak tamamlanması anlamına gelir. Genel çerçevede geçerli olan bu husus, özel yani tek tek meseleler için de geçerlidir. Nitekim zekâtın farz, içki ve faizin haram kılınışı hep bu şekilde olmuştur. Burada gerek insan, gerekse toplum psikolojisi nazara alınmıştır. Hz. Âişe validemizin şu sözü, konumuzla ilgisi olması açısından çok önemlidir: “Eğer içki bir defada haram kılınmış olsaydı, bu emri çokları dinlemezdi.”

**
“Burada vuzuha kavuşturulması gereken husus, kolaylığın İslâm hukuku öğretilerinin yapısında mı, yoksa hukukun tedvîn aşamasında mı olduğudur. Kanaatimiz her ikisinde de aynı ilkenin gözetildiği merkezindedir. Bilindiği gibi İslâm, hiçbir hukukî norm gözetmeyen veya adı üzerinde cahiliyye anlayışına sahip insanların yaşadığı coğrafyada gün yüzüne çıkmış bir dindir. Onun ortaya koyduğu imanî, ahlâkî ve hukukî yaptırımlar ferdî ve içtimaî planda birden bire tatbikat alanına konulmamış, konulamamıştır. Zaten bu tür bir uygulamaya gidilmesi eşyanın tabiatına terstir. Onun için İslâm hukukunun topluma mal edilmesinde tedricilik ilkesi gözetilmiş ve bunda kolaylık esas alınmıştır. Hukukî öğretilerin yapısındaki kolaylığa gelince, bu pratiğe yönelik bir husustur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir anlamda subjektif olan bu mesele, sair hukuk sistemleri ile yapılacak mukayeselerde daha net bir şekilde açığa çıkabilir.”

İslam Fıkhı


“İslâm fıkhı, İslâm tarihinin, toplumunun ve medeniyetinin en yüksek düşünsel formlarından birisidir. Müslüman toplum üzerinde tarih boyunca bu denli etkili ve belirleyici olmuş başka bir müessese yoktur. O, düşünce ile eylem arasında Müslüman toplumu içeriden yöneten en önemli fikrî ve felsefî faaliyeti temsil eder.

Fıkıh, Müslüman toplumların kendi tarihsel ve toplumsal iç dönüşüm ve dinamiklerinin bir mahsulüdür. Oldukça özgün toplumsal ve kültürel şartlarda neşet etmesine rağmen bu derece sistematik ve farklı vaka ve değişim taleplerini karşılayabilecek vüs'atte evrensel bir başka hukuk nizamı yoktur. Şüphesiz fıkıh, fikrî, felsefî ve beşerî bir üretimdir. Müslümanlara özgü İslâmî hukuk ve düşünce üretme yol ve yöntemidir. Bir başka açıdan Müslümanların tarihsel, toplumsal ve beşerî meydan okuyuşlara karşı verdikleri cevapları ifade eder. Fıkıh, Müslüman toplumların kendi tarih ve kaderlerini yaşadıkları, başka toplum ve kültürlerin tesir ve şartlarında var olmadıklarının en belirgin tezahürüdür. Fıkıh, kendi iç ve öz dinamikleriyle şekillenip gelişen bir hukuk sistemi olarak ne Grek ve Yunan, ne Bizans ve Roma, ne de İran’ın etkisinde kalmıştır.”

**
İslâm fıkhı, batı düşüncesinde felsefenin yaptığı şeyi İslâm kültüründe yapmıştır. Nasıl ki felsefe, batı düşüncesinin en özgün ve üretken akıl ve akletme faaliyetini ifade ediyorsa, fıkıh ve usulü de İslâm medeniyetinin ve kültürünün en özgün ve üretken akletme biçimini ifade eder.”

**
“Günümüzde küresel düzeyde ve oldukça geniş ölçekli bir baskı ve hukuksuzluk problemi yaşandığı için hukukî, felsefî ve siyasî düşünce de daha çok özgürlük ve hak arayışı etrafında yoğunlaşmıştır. Oysa hiç kimse hukukun diğer alanlardaki yüksek amaçları da sağlamadıkça herhangi bir toplumun hayatiyetini devam ettirebileceğini iddia edemez. İslâm fıkhı en genel anlamıyla beş küllî prensibin korunması ve geliştirilmesini esas alır. Can, mal, akıl, nesil ve din. Bunlar içtihadî olarak İslâmî nassların gözettiği genel amaçlardan çıkarılmıştır. Elbette bu küllî ilkeleri artırmak mümkündür. Ancak denebilir ki insanlık tarihi bir bakıma bu ilkelerin mücadelesinin tarihidir. Hukuk sistemleri bu küllî ilkeleri takip etmedikçe yeryüzünde güven ve istikrarı, adalet ve düzeni sağlamaları mümkün olmaz.”

Friday, December 22, 2017

Zamanın Değişmesiyle Ahkâm Değişir


“Mecelleye giren kaideyle; zamanın değişmesiyle ahkâm değişir. Bir meselenin bu yanı var. Yani değişecek şey var… Os­manlı hukuk sisteminde bu örf, adet, anane hakkında nass bulunmayan hususlarda hatta Efendimiz’den, sahabeden birşey rivayet edilmeyen hususlarda çoğunluk teşkil eder kararnameler vardır… O dönemdeki Şeyhülİslâmlar, büyük İslâm âlimleri tarafından ortaya konmuştur. Bunların içinde temel kaynaklardan neşet etmeyen şeylerin münakaşası yapılabilir.

Evet, ama diğeri öyle örf değildir, anane değildir ve İslâm bunları görmüşse biz başka bir milletten taşımışız sükût etmişizdir. Bunlar her zaman değişebilir. Bu cümleden olarak meselâ kılık-kıyafet. İlle de devr-i risalet penahideki gibi olması gerekmez. O toplumun gelenekleri öyleydi. Düğmesiz cübbeler giyiyorlardı. Göğüsleri açıktı. Bugün bizim giydiğimiz urbalar gibi urbalar yoktu. Bizim giydiğimiz pardisöler, sakolar gibi şeyler yoktu. İsteyen onları taklit edebilir. Bir mahzuru yok. Belki halis niyetiyle mükâfat da alabilir. Fakat bunlar da Müslümanlıktır diye bunları Müslümanlığın içine sokarsınız işi zorlaştırmış, tenfir etmiş olursunuz.

“Bunlara dinin füruatı bile denmez. Usul, temel meseleler şöyle dursun onlara teferru eden detaylar bile denemez zannediyorum onlar hakkında çok abartılı bir hüküm vermiş olursunuz. Bunlar adetlerdir, örflerdir. Hatta denebilir ki bazılarına göre, baştaki sarık bile öyledir. Meselâ sarık Müslümanlar arasında Efendimiz de sarık sarardı, asr-ı saadette de sarılırdı. Çok yaygın olmasına rağmen sarığın, Buhari, Müslim, Tirmizi gibi kitaplarda sarıkla alâkalı birşey yok. Ebu Davud’un Sünen’inde sarıkla alâkalı olan şey Mekke fethinde Efendimiz içeriye girerken Mihver’inin üzerinde sarık vardı. Maslahatı bilemeyiz bunun.

Belki bizim motosiklet binerken başlarımıza taktığımız kasklar gibi bir şeydir, o mülâhazayla yapılmıştır. Ve bazıları öyle olduğunu da söylüyor. Şimdi ille de müslüman olabilmek için bunlar lâzımdır derseniz meseleyi zorlaştırmış olursunuz. Te­fer­ruatı usulün önüne çıkarmış olursunuz. Kaldı ki Kur’an-ı Ke­rim’de Hacc Suresi’ndeki bir âyette buyuruluyor ki, ‘şeaire tazim kalbin takvasındandır.’ Yani Allah’ın büyüklüğü gördüğü şeyleri büyük görmek, kabullenmek, Allah’ın küçük gördüğü, zik­ret­mediği, zikrederken çok önem vermediği şeyleri de kendi çer­çeveleri içinde bırakmak lâzım. Yoksa sahib-i şeriat tarafından çok önemsenmemiş, öne çıkarılmamış meseleyi farzların önüne, imanın önüne çıkarırsanız hatta bu arada devleti meselâ inanmanın önüne çıkarırsanız, devleti ibadet-ü taatın önüne; namaz kılmanın, oruç tutmanın, zekât vermenin, hacca gitmenin, insanca davranmanın, insanları sevmenin, insanlara kucak açmanın önüne çıkarırsanız Allah’ın vazettiği dengeleri bozmuş olursunuz.

Ekolojik dengenin bozulması nasıl bir handikaptır, aynı zamanda insanlar arasında onların hayatlarını tanzimde dinin dengesinin bozulması da böyle bir handikaptır. Bu açıdan füruat, detay diyebileceğimiz meseleleri öne çıkarmak dindeki dengeyi, ahengi bozmak demektir. Buna fırsat verilmemeli. Te­fer­ruat teferruat olarak kalmalı, usul usul olarak benimsenmeli.

Dinin usulü; ‘Lailahe illallah muhammedürresulullah’tır. Dine göre bunu diyeni Ebu Hanife Fıkh-ı Ekber içine sokmuştur. Bu insan cennete girebilir, bitti artık. Hatta bir yönüyle belki Ma­tu­ridi akidesine göre bir yaratıcıya inanma, Eşari akidesine göre peygamber gönderilmemişse, sesi duyurulmamışsa, iyi anlatılmaşsa bu mesele, Allah dilerse, murad buyurursa, bu mahrum insanları da cennete koyar gibi bir enginlikle sunulmuştur. İnsanları mahkûm eden, mahkum edici bir muhakeme şeklinde hü­küm­ler vermektense bence, Allah’ın rahmetinin enginliği açısından meselelere yaklaşmak daha isabetli bir yol olsa gerek İs­lâm’a göre…”


Dini politize etmek, din düşmanlığı kadar zararlı
Demokrasi Henüz Kemâle Ermiş Değildir

Friday, February 12, 2016

İlahiyat/İlahiyatçı ve Bilim Sorunumuz

Gazetemizin değerli köşe yazarı Ali Ünal, geçen gün bir makale yayımladı. Bu makale ilgi çekti.
San Diego Eyalet Üniversitesi'nden ve kitapları Cambridge Üniversitesi'nce yayımlanan, makaleleri de dünyanın en muteber bilimsel dergilerinden biri olan World Policy Journal gibi yerlerde yayımlanan Dr. Ahmet Kuru gibi önemli sosyal bilimciler Ali Ünal'a tepki gösterdi.
Öncelikle şunu ifade etmek isterim: Tartışma, eleştiri İslam dünyasının kaybettiği büyük bir değerdir. Maalesef, İslam dünyasından eleştiri ve tartışma kültürü neredeyse tamamen yok olmuştur. O nedenle Ali Ünal olsun başka birisi olsun bir kimsenin düşünceleri etrafında tartışmanın ortaya çıkması çok hayırlı bir gelişmedir. İslam dünyası neredeyse bütün tarihini “kutsamıştır”. Osmanlı kutsaldır, Selçuklu kutsaldır, filan kutsaldır, falan kutsaldır… Bu “kutsanma” yetmemiş günümüze kadar gelmiştir. Halbuki bir insanın bir sorunu çözmesi yahut bir krizden çıkması için mevcut durumu eleştirmesi gerekir. İslam dünyasında bu “kutsanma hastalığı” neredeyse fiili olarak günümüz Müslüman aklını felç etmiştir. Halbuki bir kişi gidip Taberi, İbn Saad, Maverdi hatta Buhari gibi temel İslami klasikleri okusa İslam tarihinin üstelik önemli kişileri üzerine büyük bir eleştirel geleneğin var olduğunu görür! Sıkıntı, “çağdaş Müslüman'ın” kendi geleneğinin dahi kabul etmeyeceği biçimde “kutsamacı” bir refleks üretmesidir. Bugün neredeyse “kutsal alan” o kadar büyüdü ki Müslümanların düşünmesi, eleştirmesi imkânsız hale geldi. Şunu kabul edelim: Eleştiri yoksa düşünce de büyük ölçüde yoktur! Bir insan bir masayı eleştirmeden daha iyisini yapamaz. “Masa kusursuzdur” diyen, masanın benzerini üretmek yani taklit etmekten başka bir şey yapamaz.
Ben Ali Ünal'ın yazıları etrafında yapılan tartışmalara birkaç noktanın altını çizerek katılmak isterim. Birincisi, geleneksel dini disiplinler (fıkıh, hadis vb.) bir dünya yahut siyaset projesi kurgulamak için önemlidir ancak yeterli değillerdir. Bütün disiplinler ve meslekler önemlidir. Ayakkabıcılık ne kadar önemli ise siyaset bilimi de o kadar önemlidir. Ancak insanların sorunlarının sadece dini bilgiler ile çözüleceğine inanmak ne akla uygundur ne de İslam'ın bizzat kendisine! Türkiye'de çağdaş İslam düşüncesi sanki insanlığın bütün sorunlarına geleneksel “dini ilimlerle” çare üretileceği gibi absürd bir önerme üzerine kurulmuş halde. Kimse “hadis, fıkıh önemsizdir” dememeli, bu doğru ancak “bütün dertlerimize çare buradan bulunur” demek de yanlıştır.
İkincisi, fıkıh gibi geleneksel dini disiplinler ile söz gelimi sosyoloji veya fizik yahut tıp gibi diğer disiplinler arasında bir hiyerarşi söz konusu değildir. Yani tıp ve fıkıh aynı ölçüde muteberdir! 1503 yılında yayımlanan Gregor Reisch'in Margarita Philosophica adlı kitabında bir tabloda bilimler ast-üst ilişkisi içinde düzenlenmiş ve en üste “metafizik” bütün bilimlerin kraliçesi olarak resmedilmiştir! Bu tabloda matematik ve mantık gibi bilimler daha alttadır. Bu son derece Ortaçağ merkezli bir bilim anlayışıdır ve kanaatimce Türkiye'de halen geçerlidir! İnsanların yaptıkları işleri “en değerli” görmeleri güzeldir ancak bunu dayatmaları yanlıştır. Fıkıh ile biyoloji arasında bir eşitlik anlayışı olmadan ise ne bir eğitim modeli kurgulamak mümkündür ne de İslam dünyasının bugünkü bulunduğu sorun kümesinden çıkması imkânı vardır! O nedenle fıkıh, fizikten üstün değildir!
Üçüncüsü, Müslümanlar “alim” kavramını yeniden kurgulamalıdır. Böbrek hastalarının tedavisini sağlayan tıbbi araçları bulanlar, Mars'ta su arayan robotu icat edenler, türlü aşıları bulanlar… Bütün bunlar da “alimdirler”. Alim kavramını sadece fıkıh ve benzeri alanlara sıkıştırmak son derece yanlıştır. Newton da bir alimdi, yakın zamanda Nobel Kimya ödülünü alan Aziz Sancar da bir alimdir.   Alim kavramını neredeyse Hıristiyanlıktaki Azizlik gibi kutsal bir statüye dönüştürmek Müslümanlara büyük zarar vermiştir! Bütün Batı dünyasını etkileyen büyük Müslüman düşünürlerin neredeyse yüzde 99'u fıkıhçı, hadisçi değildiler! Aksine İbn-ül Heysem, Cahız, İbn Rüşd, İbn Haldun gibi esasen dini olmayan bilim dallarında ürün ortaya koyan kişilerdi. Bir Fransız bilim adamı özel ilgi alanı yoksa neden Şafii ile ilgilensin ki? Ancak İbn-ül Heysem'in optik konusundaki görüşleri din farkı gözetmeksizin bütün herkesi etkilemiştir. Bugün Müslümanlar bütün insanlığa fıkıhçılar üzerinden mesaj verebiliyor mu? Eğer İslamiyet, 11. ve 12. yüzyıldaki gibi tekrar bütün dünyanın seçkin zihinleri için tekrar ilham kaynağı olmak istiyorsa mutlaka fizikçiler, filozoflar, dil bilimciler, siyaset bilimciler medeniyetin vitrinine konulmak zorundadır!
Zaman Gazetesi, 9 Şubat 2016

Sunday, November 22, 2015

Fıkıh


Fıkıh kitapları ibadetleri bir kenara bırakacak olursanız, dünya hayatının hemen her alanına ait hukuki hükümlerin, görüşlerin, kanaatlerin yer aldığı hukuk manzumeleridir. Usullerdeki değişiklik ve içinde yaşanılan siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. şartların farklılığı hükümlerde farklılığı beraberinde getirmiştir. Bu da karşımıza fıkıh mezhepleri ya da hukuk ekollerini çıkarmıştır. Bu ekollerin ortaya koymuş olduğu hükümler ebede kadar geçerli olan hükümler değildir. Fakat İslam tarihinde tam aksi istikamette yaklaşımların olduğu da bilinen bir husustur.

Ahmet Kurucan, Zaman 21 Kasim