Showing posts with label Kur'an. Show all posts
Showing posts with label Kur'an. Show all posts

Tuesday, December 29, 2020

Kur'ân'ın Tarih Üstü Oluşu vs Olaylar Üzerine İnen Kur'ân Ayetleri


 

İşin özü şudur; Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) 23 yıllık risalet hayatı boyunca öyle olaylar vukua gelmiştir ki Kur’ân aracılığıyla bu olaylar üzerinden doğrudan bir diyalektik kurulmuş, birçok dinî, insanî ve toplumsal sorun bu olayların bağlamları içerisinde çözüme bağlanmıştır.


Kur’ân âyetlerine genel bir bakış buraya kadar söylediğimiz şeyleri açıkça ortaya koyar. Kur’ân’da yer alan Bedir, Uhud ve Hendek savaşı ile alakalı nice anlatım, savaş esirlerine yapılacak muameleler, Hudeybiye anlaşması, Mekke fethi, Tebuk ve Mûte seferleri, köle ve cariye hukuku, savaşlarda namazın nasıl kılınacağı vb. onlarca hatta yüzlerce mesele hep bu tarihsel ve pratik toplumsal bağlama vurgu yapmaktadır. Meselâ Havle binti Sa’lebe, kocası Evs ibn Sâmit ile tartışmış ve gelip bu olayı Hz. Peygamber’e şikâyet etmiştir. Allah indirdiği âyet ile karı-koca arasındaki anlaşmazlığı çözmüştür.


İlâhî irade ile o toplumda yaşayan insanlar arasındaki diyalektik ilişki adına başka örnekler de verebiliriz. Nitekim Kur’ân doğrudan isim vererek Zeyd ibn Hârise’nin hanımı Zeynep’i boşaması ve Efendimiz ile nikâhının kıyılmasına yer veriyor sayfaları arasında. Ebû Leheb ismen, karısı Ümmü Cemîl de “onun karısı” işaretiyle neredeyse sarahaten nazara verilerek Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) olan düşmanca tutumları deşifre edilip ilan ediliyor. Sözün özü, insandan, yaşanan gerçekliklerden, en genel manada toplumsal hayattan bağımsız bir Kur’ân tasavvur etmek mümkün değildir.


Pekâlâ, problem nedir? Problem, söz konusu âyetlerin Kur’ân’da yer alması değil, bizim Müslümanlar olarak bu âyetlere bakış açımız ve yaklaşım keyfiyetimizdir. En genel manasıyla Kur’ân tasavvurumuz, âyetlere verdiğimiz mana ve hayata taşıma şeklimizdir. Elbette İlâhî hitap olan Kur’ân’ın tarih üstü özelliği vardır. Zaten tarih üstü olma genel olarak tüm vahye dayalı dinler için –az çok farklı telakkiler olsa da– geçerli teolojik bir ilkedir fakat İlâhî hitabın/vahyin/kelâmın kelâmî ve teolojik hakikati ile tarih ve toplum içinde, bireysel hadiselerle doğrudan diyelaktik içindeki tecellisi ve bunların okuma, anlama ve değerlendirme biçimi arasında sağlıklı bir ilişki kurulamadığı ve her kesimi ikna edecek bir yorum geliştirilemediği için konu, Müslüman düşünürler arasında sık sık tartışma sebebi olmuştur. Hâlbuki teknik olarak üretilen fikrî mirasa yani klasik tefsir ve özellikle de usul-i fıkıh metinlerine baktığımızda sözünü ettiğimiz diyelaktik ilişkinin nasıl kurulduğunu görürüz. Bu klasiklerde öyle sanıldığı gibi Kur’ân’a her şeyiyle evrenseldir, tarih üstüdür, tarihsel hiçbir bağlamı olmayan, hiçbir bireysel olayı merkeze alarak müdahalede bulunmayan, nüzûl sebebi olmayan, toplumsal ve beşerî hiçbir illeti (hukukî gerekçesi) bulunmayan bir metafizik buyruk gibi genel teolojik bir yaklaşım sergilenmediğini biliyoruz.


Sözün geldiği bu noktada açıkça ifade edelim ki İlâhî kelâm elbette Cenabı Hakk’ın aşkın ve müteâl hakikatine uygun olarak anlaşılmak, müzakere edilmek ve yorumlanmak zorundadır ama fıkıh ve ahkâm boyutu –bahsini ettiğimiz ilim mirasımız içindeki klasiklerde görüldüğü gibi– tamamen ve son derece rasyonel, aklî, beşerî, hukukî ve siyasî bağlamlarla tartışılmaktadır. Zaten aksi bir durum olsaydı ne fıkıh ve tefsir ne de diğer yorumsal gelenekler ve ilimler ortaya çıkardı. Bu yorumsal ve fikrî gelenekler sözünü ettiğimiz İlâhî hitabı, tarihsel ve toplumsal diyelaktik bağlamları içerisinde ele alıp tartışmışlardır.


**

Kur’ân âyetlerinin tarih üstü mesaj taşıdığı şeklindeki temellendirmelerin kelâm, hadis, fıkıh ve usul ilimleri çerçevesinde yapıldığını biliyoruz. Başka bir ifadeyle bu disiplinler sözünü ettiğimiz temellendirme sürecine kendi yöntem ve ilkeleri ile katılarak geniş bir fikri zemin inşa etmişlerdir. Ne var ki bugün dâhil meseleye hâlâ son nokta konulmuş değildir. Bunu kısaca “Müslümanlardan, herkesi ikna ve tatmin edecek yorum ve sistematik düşünme yöntem ve usulleri ortaya çıkmış değildir.” şeklinde ifade edebiliriz. Dolayısıyla bazı âyetlere yönelik uluslararası camiada saldırıların olması ya da farklı çağrıların yapılmasının ardında yatan sebeplerden biri de budur.


Bunun en son örneğini Nisan 2018’de Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, üç eski başbakan ve Fransa Yahudi ve Hristiyan kuruluşlarının liderlerinin de yer aldığı yaklaşık 300 imzalı bir oluşumun (collectif) “Yahudilerin, Hıristiyanların ve kâfirlerin öldürülmesi ve cezalandırılması” âyetlerinin kaldırılması için çağrıda bulundukları bildiride gördük. Bu çağrının dinî ve kutsal bir metne karşı yapılan saygısızca ve yakışıksız bir çağrı olduğu düşünülebilir. Zira kutsal bir metne karşı bu tür çağrılar o metnin ontolojik hakikatini tartışmaya davet etmek anlamına gelir ki bu son derece sağlıksız, tahrik edici ve yanlış bir yöntemdir. Üzerinden beş bin yıl geçmiş gnostik ve hermetik metinlere bile bu kadar usturupsuz ve tahrik edici bir üslupla yaklaşamazsınız. Bugün hem o tür metinleri hem de kutsal kitapları yorumlamanın oturmuş, sistematik ve metodolojik gelenekleri vardır. Her metni kendi yorum geleneği içerisinden hareketle yeni durumlara, toplumsal ve tarihsel gelişmelere uyarlamak, tatbik etmek ya da diyaloğa sokmak daha salim ve sahih bir netice verir. Bir bakteri kolonisi bile nesline yönelik bir tehdit algıladığında hızlı bir üreme sürecine girerek hayatta kalma mücadelesi verir. Dindarlar için vahiy, yalnızca bir inanç ve yaşama biçimi değildir; aksine o hayatlarının tüm anlamlarını belirler. O yüzden kutsal bir metin üzerinde ontolojik soruna yol açabilecek bu tür çağrılar inançlı kitleleri tahrik eder nitekim etmiştir de. Bu açıdan hem siyasîler hem uluslararası stratejistler hem de düşünürler böylesi mevzularda son derece temkinle ve mesuliyetle hareket etmelidirler. Aksi halde çözüme müspet katkıları olmadığı gibi, iyi niyetli okuma ve yorumların önünü de bloke etmiş olurlar. Hiçbir çağrı dışarıdan geldiği sürece içeride kılcallarda bir yansıma meydana getirmez. Bu nedenle Müslüman düşünürlere bugün daha çok mesuliyet düşmektedir.


Bunun yanında artık iletişim çağındayız. Her tür bilgi kirliliği, tahrik ve manipülatif beyanlar dünya genelinde süratle yayılmaktadır. Radikal örgütlerin beslenme kaynaklarının başında bu tür uluslararası tehdit savurularının geldiği herkesin malumudur. Oysa İslâm tarihinin kendi iç tecrübelerinden örnekler göstermektedir ki bu tür âyetleri, bugün radikal biçimde okuyan grupların fikrî ve geleneksel referansları o kadar güçlü değildir. Tam aksine İslâm devletlerinin en güçlü olduğu devir ve çağlarda bile söz konusu âyetler, bu radikal grupların anladığı ve algıladığı gibi uygulamaya sokulmamıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır. “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyetine bile bu gözle baksak hakikat bütün çıplaklığı ile ortada durmaktadır. Zira bu âyet, herhangi bir bağlamı ya da usul ilkesi göz önünde bulundurulmadan yorumlanmış olsaydı, İslâm tarihi yalnızca savaş ve öldürmeden ibaret bir tarih olarak sahnede var olurdu. Çünkü lafzî manasıyla âyet savaş kapsamı dışında da müşriklerin öldürülmesini emretmektedir. Oysa böyle bir şey tarihte asla vâki olmamıştır. Bu da göstermektedir ki “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyeti belli bir usul ve sistem içerisinde, diğer Kur’ân âyetleriyle birlikte ele alınıp yorumlanmıştır. Kur’ân’da “Öldürün!” formu beş yerde geçtiği halde tarih boyunca Müslümanlar, müşriklere karşı topyekûn bir savaş açmamışlardır. Üstelik “İnanmayanları öldürmek Kur’ân’da yer alan bir emir olduğuna göre onları öldürmeme her Müslümanı teker teker günahkâr yapar.” dememişlerdir. Eğer deselerdi, “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” âyetine mana veremezlerdi. Eğer deselerdi –hâşâ ve kellâ– Hz. Peygamber’i bu emre muhalefet eden baş günahkâr ilan etmeleri gerekirdi. Zira Efendimiz’in başkanlığını yaptığı Medine şehir site devletinde müşrikler de sözleşme temelinde Müslümanlarla birlikte yaşamışlardı.


**

Küçük bir grubun menfaatlerini ve şiddet eğilimlerini meşrulaştırmak ve tatmin etmek için onlarca âyetin hükmünü bloke etmekten dahi çekinmiyorlar. Mesela İŞİD terör örgütünün “seyf/kılıç âyeti” olarak bilinen Tevbe sûresinin 5. âyetinin, barışı emreden yüzlerce âyetin hükmünü ortadan kaldırdığını ilan etmeleri bu yaklaşıma verilebilecek en keskin ve net örnektir. Onlar böyle düşünüyor ve böyle inanıyorlar. Belki de ileri sürdükleri “nesih” yöntemini bir teori olarak bile algılamıyorlar, bunu ibadet neşvesi içinde Allah’ın açık bir emri ve beyanı olarak alıyorlar. Çünkü genellikle cihadcı yapıların Kur’ânî algıları herhangi bir fikrî sistematiği takip etmiyor. Arapların “hafiyyetu’n-nusûs” dedikleri aşırı şekilci ve lafızların yalnızca zahiri ve lügat anlamlarına abanan sığ, donuk, katı, hikmetten ve erdemden uzak bir kavrayıştır bu. Tarihin içine girmek, ders ve ibret almak yerine, tarihsel çinilerden fırlamış ve hortlamış heykeller gibi katı ve duygusuz bir insan profiline vücut veriyorlar. Bu yüzden savaş ve şiddetle beslenen insan kasaplarını ve vicdanlarını tamamen yitirmiş terminatörleri yetiştiriyorlar. Cephe yaşamlarında da yalnızca Kur’ân okuyup vakitlerinin çoğunu dövüş ve savaş filmi seyrederek geçiren gerilla yaşamını esas alıyorlar. Böyle bir yaşam içinde felsefe ve hikmet barınmaz. Böylelerinin elinde Kur’ân sadece el altında taşınan bir ant ve yemin kitabıdır. Bu kitle ellerini Kur’ân üzerine koyarak ölmeye, öldürmeye, yok etmeye ve yıkmaya ant içmiş bir gruptur. Cihad ve kıtâl âyetleri de onlar için adeta bir can simidi mesabesindedir.


Bu tarz bir nesih teorisi elbette onlar için bir izah tarzı, okuma ve yorumlama biçimi, zihin ve gönül rahatlığı, ondan öte pratik bir mücadeleyi örgütleyen bir manifesto görevi görüyordur kuşkusuz. Fakat bu tarz, Kur’ân’ın genel makâsıdından, tarihsel bağlamından ve diğer âyetlerle olan münasebetlerinden tecrid edilmiş lafzî ve şekli yorumlar, onlar ve Müslümanlar adına daha büyük çelişkileri ve daha büyük sorunları açığa çıkarmaktadır. Zira tutundukları nesih teorisi bile yüz yüze kaldıkları çelişki ve sorunları çözmeye yetmez. Nitekim bunun farkına varanlar, bu çelişki ve yorum sorunlarını aşmak için takyîd, tahsîs, ta’lîk, tercîh hatta makâsıd vb. kavramlarla çıkış yolu aramaya çalışmışlardır. Hâlbuki bunlar Allah’ın 610-632 yılları arasındaki tarihe ilk elden müdahalesi olarak ele alınsa, bağlamları katiyen nazardan dûr edilmese, gâî yorum veya makâsıd dediğimiz çizgiye daha fazla ağırlık verilse ve yorumlar bu eksen üzerinde yapılsa İlahi mesaj nüzûl gayesine daha çok hizmet eder diye düşünüyorum. Nitekim zahirî zihniyetin karşısında yerini alan ulemâ da bunu yapmıştır tarih boyunca. Yukarıda ifade ettiğim gibi usul kitapları bu tartışmalarla doludur. Ama ne yazık ki bu derin ve zengin metodolojik yöntem ve tecrübeler yeterince işletilemediği için geniş kitleler arasında “halk İslâm’ı” dediğimiz sığ ve şeklî dindarlık hükümferma olmaktadır. Bu da işte sözünü ettiğimiz radikal grupların ekmeğine yağ sürmektedir.


**

Fetih hareketleriyle gelen coğrafi ve sosyo-kültürel genişlemeye kadar bu ilk tecrübeler, –daha sonraları gerekli olan kompleks ve karmaşık yorum metodolojilerine ve fikrî araçlara gerek duymadan– kendi sosyal pratiklerinde karşılaştıkları her nevi fikrî/amelî ihtiyaçları karşılıyordu. Çünkü Müslüman toplum da henüz o kadar karmaşık mesâile sahip değildi. Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sonraki ardıllarının söz ve uygulamaları ile yeni karşılaşılan durumlar arasında uzun ve ciddi bir fikrî çabayı gerektirecek kadar bir ayrışma ve farklılışma olmuyordu. Başka bir ifadeyle nüzûl dönemi ve hemen sonrasında hayat şartlarında değişim yavaş sürdüğü için gerek bizatihi Kur’ân âyetleri gerekse Efendimiz’in kavlî, fiilî ve takrîrî beyanları, davranış ve kabulleri, bu değişimi karşılamada, yeni yorumlara ihtiyaç bırakmayacak ölçüde yeterli olmuştur. Ama sonraki dönemler için değil. Hızla gelişen fetih hareketleri ile yabancı kültürlere, dinî, idarî ve yeni ahlâkî sistemlere açılan İslâm toplumu, artık o ilk ve sade formunu koruyabilecek reflekslerle yetinemezdi, yetinmedi de. Gelişme ve büyüme o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki nüzûl dönemi toplumu bambaşka ve devasa bir hilafet devletine dönüşüyordu.


Yeri gelmişken şunu da ifade etmeden geçmeyelim. Sanayi inkılabı ve onu takip eden dönemlerde yaşanan büyük ve köklü değişimlere kıyasla, İslâm toplumunda fetih hareketleriyle yaşanan değişim bir hiç mesabesindedir. Çünkü bu dönemin insanları bile sanayi devrimi ile gelen kültürel ve sosyal altüst oluşları öngörememişlerdir. Bu altüst oluşlardan sosyoloji ve iktisat gibi birkaç farklı bilim doğmuş ve bu ilim dallarının her biri modern sanayi toplumunun yol açtığı devasa problemleri ve değişimi anlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır. Aynen bunun gibi tedvin döneminde ortaya çıkan İslâmî disiplinlerin birçoğu, işte o geniş fetih hareketleriyle gelen sosyo-kültürel toplum formundaki değişimi anlamak, yorumlamak ve meşruiyetini tartışmak ya da sağlamak ekseninde yapılanmıştı. İslâm düşünürleri bu köklü değişimi bir derece öngörmüşlerdi. Özellikle farazî fıkıh alanında karşılaşılması muhtemel, akla gelebilecek soru ve sorunlarla baş edebilecek teorik bir metedolojinin temellerini dahi atmış ve kurmuşlardı.


Başka bir ifadeyle tedvin dönemi âlimleri karşılaşmış oldukları sorunları yalnızca fikhî bir formda tartışmış da değildir, diyebiliriz. İslâm’ın diğer fikrî gelenekleri de kendi disiplinleri açısından aynı şeyi yapmışlardır. Onlar adeta yekvücut olarak İslâm toplumunun yeni meseleler karşısındaki refleksini öngörmeye çalışmışlar ve her bir ilim dalı kendi kulvarında toplumun yeniden inşasına yardımcı olacak argümanlar ortaya koymuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) sonrası ilk üç asra damgasını vuran tedvin döneminde yapılan ilmî faaliyetlerin toplamı bunun delilidir. Nitekim bu dönemde yapılanan İslâm fikrî gelenekleri, onu takip eden sekiz-on asır boyunca Müslüman toplumların karşılaşacağı dinî, siyasî, idarî, ahlâkî ve sosyal bütün problemlerle nasıl baş edebileceğinin fikrî, felsefî ve metedolojik çerçevesini oluşturmuştur.


Diğer taraftan bu fikrî gelenekler Müslüman toplumların reflekslerini yönlendirmede ve biçimlendirmede etkin bir rol üstlenmiş olsa da yeni meseleler karşısında her zaman tüm ihtiyacı karşıladıkları da söylenemezdi. Nitekim çok erken bir dönemde içtihadî faaliyetlerde aksamalar görüldüğü tarihsel bir gerçektir. Yani tüm uzun ve katı düşünsel geleneklerde olduğu ve yaşandığı gibi İslâm düşünsel geleneklerinde de tıkanmalar ve sorunlar yaşandı.


Hâsılı, erken dönemlerdeki İslam toplumları modern dönemlerde olduğu kadarıyla hızlı ve köklü dönüşümlere maruz kalmadılar. Dolayısıyla tedvin döneminde üretilen fikrî geleneklerin ve metedolojilerin yardımıyla yeni durumlar ve sorunlarla baş etmeye çalıştılar ve üstesinden de geldiler. Sorunlar giderek karmaşık hale gelip daha kompleks toplum formları ortaya çıkmaya başlasa da bu geleneksel metedolojik kalıplar uzun asırlar Müslüman toplumların dinî, ahlâkî ve sosyo-kültürel reflekslerini koordine etmeye yaradı. Başka bir ifadeyle zaman yine de sakin akıyordu. Bu yüzden değişim ve dönüşümün günümüzün aksine yıllar hatta asırlar aldığı o dönemlerde yaşanılan sorunlara âyetler ve hadisler zahirî manalarıyla dahi büyük oranda birebir çözüm üretiyordu. Bunun yeterli olmadığı yerlerde de ulema devreye girerek, kurdukları metolojik yorum ve içtihad yöntemleriyle yeni çözümler üretmeye çalışıyordu.


Erken dönem İslâm toplumunda yeni durumlar, toplumsal, kültürel ve yaşamsal gelişmeler karşısında iki farklı tavır ortaya çıktı; ehl-i hadis ve ehl-i re’y. Ehl-i hadis, Kur’ân ve hadis nasslarının yalnızca zahirî delâletlerini esas kabul edip, yeni gelişmeler ve durumlar karşısında daha muhafazakâr bir tutum sergilemeyi kendi dindarlık telakkileri açısından daha doğru ve daha güvenli gördü. Sadece metne bağımlı bir dindarlık sâikiyle hareket ederek hayatta boy gösteren ehl-i hadis, zamanla ekolleşti ama orada durmadı, duramadı. İlerleyen zaman dilimlerinde yeni durum ve gelişmeler karşısında tepkisel tutum alan bir geleneğe dönüştü.


Ehl-i re’y adını verdiğimiz ikinci grup ise daha çok Kûfe çevresinde ilmî ve içtihadî faaliyetler göstererek ortaya çıktı. Bu ekol daha ilk adımını atarken, nasslar ile sosyal çevre ve değişim arasında bir korelasyon kurdu. Metodolojisini de bu değişimi okuyup belli bir yoruma bağlayacak şekilde vaz’ etti. Zamanla diğer düşünce ekollerini de etkiledi. Hanefî mezhebinin ilk kurucu üstatlarıyla özdeşleşecek olan akıl ve içtihad ilkesini onların da metodolojilerine dâhil etmelerine katkı sağladı. Öyle ki aklın daha işlerlik kazandığı bu re’y, içtihad, maslahat ve makâsıd fıkhı zamanla daha da gelişerek

hem fıkhî faaliyetlerin hem de bazı itikadî mesâilin temelini oluşturdu.


Özetle, geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey şudur; ehl-i re’y dediğimiz sınıf içinde fıkhî alanda Hanefî ve Mâlikîler, itikadî sahada ise Mâturîdîler ve Mu’tezililer yerini almış ve bunlar içtihadî faaliyetlerinde aklı daha işlevsel kılmışlardır. Ehl-i hadis grubunda yer alan Şâfiîler, Hanbelîler ve Eş’arîler ise zahirî yaklaşımlara ağırlık vermişlerdir. Ehl-i re’y yeni gelişmeler karşında mevcut nassların zahirî anlam ve lafzî delâletlerinin yeterli olmayacağını görmüş, akla daha geniş kapılar açarak onu işlevsel kılmış; ehl-i hadis ise tam aksine yeni gelişmeler karşışında yeni yorum ve içtihadî tepkiler geliştirmek yerine mevcut nassların zahirî delâlet ve kapsamıyla sınırlı bir çözüme odaklanmışlardır.





Thursday, October 22, 2020

Kendine Bak

 

 


Bugün İslâm dünyası olarak ferdî ve içtimaî konumumuz itibarıyla istediğimiz yerden ve olmamız gereken noktadan uzakta bulunuyorsak, öncelikle bunun sebebini kendimizde aramalıyız ki çözüm adına isabetli adımlar atabilelim. Aksi takdirde geri kalmanın, itibarsızlaşmanın ve üst üste birikmiş problemlerin altında ezilmenin sebeplerini dışarıda aramak ve atf-ı cürümlerde bulunmak çözüm adına herhangi bir fayda sağlamayacaktır. 






Saturday, October 17, 2020

Quraysh and Romans

 


Muhammad’s forebears had negotiated a set of alliances and informal treaties with most tribes of the Hejaz and Transjordan, which allowed a modest cavalcade to wend its way through their territory and involved payoffs, sharing of trading profits, marriage alliances, and respect for the Kaaba sanctuary of God and for the Quraysh as its guardians. The Qur’an (106:1–4) later referred to this network of treaty obligations, seeing it as a divine bestowal: “Because of his benevolence toward the Quraysh they were enabled to undertake the winter and summer caravans. So let them worship the lord of this shrine, who provided them with food to stop their hunger and gave them security against fear.”


Muhammad’s great-grandfather Hashim ibn `Abd Manaf was said to have personally visited Roman authorities in Syria, likely in the early 490s, and negotiated tariff abatements and safe passage for the Meccan merchants who journeyed through the empire. He initiated the practice of bringing “bags of wheat” from Damascus. Meccans timed these annual treks north just after the summer grain harvest since they, wedged among obsidian lava beds and misshapen spatter cones, lacked that key dietary nutrient. Hejazis like Muhammad, who could not stand the cold of the Levant in December, instead went south to Yemen for winter wheat. Mecca, as a neutral


city-state, could bring Indian Ocean goods up from the port of Aden and then take them to the Roman Near East. Because by treaty Iran limited the cities that could trade with Rome and charged its enemies in Constantinople a 25 percent tariff on desirable Asian luxury goods, Hejazis could offer these commodities at a discount by acting as a third party.


The Quraysh brought back staples like grain as well as raisins, wine, and Damascene swords. The substantial expenses of overland caravan trade required carrying lightweight luxury items to make the voyage worthwhile. The Hejazis were known for their precious metals and called the mines near Medina the “Cradle of Gold.” The Roman Empire had to pay large sums of gold annually to Iran to keep the peace after losing several key campaigns, an obligation that may have increased the profitability of the nuggets provided by the caravan trade. They probably also traded in leather, high-quality dates, ivory from Ethiopia, and Asian goods such as silk via Yemen. Occasionally, they may have brought wealthy Jews from Yemen up to Palestine, transporting their deceased loved ones in an ossuary for burial in the Holy Land.

The soft power of the Qur’an’s spiritual message has typically been underestimated

 


The Qur’an, read judiciously alongside later histories, suggests that during Muhammad’s lifetime, Islam spread peacefully in the major cities of Western Arabia. The soft power of the Qur’an’s spiritual message has typically been underestimated in most treatments of this period. The image of Muhammad and very early Islam that emerges from a careful reading of the Qur’an on peace-related themes contradicts not only widely held Western views but even much of the later Muslim historiographical tradition. This finding should come as no surprise. Life in medieval feudal societies did not encourage pacific theologies, and Muslims in later empires lost touch with the realities of the early seventh century. What if we read Jesus’s life and thought only through the lens of Pope Urban II, who launched the sanguinary Crusades in the Holy Land with the cry, “God wills it!”.

Prophet of Peace

 


He repeatedly sued for peace with a bellicose Mecca, but when that failed he organized Medina for self-defense in the face of a determined pagan foe. The Qur’an insists that aggressive warfare is wrong and that if the enemy seeks an armistice, Muslims are bound to accept the entreaty. This disallowing of aggressive war and search for a resolution even in the midst of violent conflict justifies the title “prophet of peace,” even if Muhammad was occasionally forced into a defensive campaign. The Qur’an contains a doctrine of just war but not of holy war and does not use the word jihad with that latter connotation. It views war as an unfortunate necessity when innocents, and the freedom of conscience, are threatened. It strictly forbids vigilantism and equates premeditated killing of noncombatants with genocide, paraphrasing in this regard Jewish commentaries on the Bible in the Jerusalem Talmud.

Sunday, September 20, 2020

Siyer Felsefesi

 


Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.


Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim. 

Tuesday, July 21, 2020

Muhammad by Juan Cole


He repeatedly sued for peace with a bellicose Mecca, but when that failed he organized Medina for self-defense in the face of a determined pagan foe. The Qur’an insists that aggressive warfare is wrong and that if the enemy seeks an armistice, Muslims are bound to accept the entreaty. This disallowing of aggressive war and search for a resolution even in the midst of violent conflict justifies the title “prophet of peace,” even if Muhammad was occasionally forced into a defensive campaign. The Qur’an contains a doctrine of just war but not of holy war and does not use the word jihad with that latter connotation. It views war as an unfortunate necessity when innocents, and the freedom of conscience, are threatened. It strictly forbids vigilantism and equates premeditated killing of noncombatants with genocide, paraphrasing in this regard Jewish commentaries on the Bible in the Jerusalem Talmud.
**
The Qur’an, read judiciously alongside later histories, suggests that during Muhammad’s lifetime, Islam spread peacefully in the major cities of Western Arabia. The soft power of the Qur’an’s spiritual message has typically been underestimated in most treatments of this period. The image of Muhammad and very early Islam that emerges from a careful reading of the Qur’an on peace-related themes contradicts not only widely held Western views but even much of the later Muslim historiographical tradition. This finding should come as no surprise. Life in medieval feudal societies did not encourage pacific theologies, and Muslims in later empires lost touch with the realities of the early seventh century. What if we read Jesus’s life and thought only through the lens of Pope Urban II, who launched the sanguinary Crusades in the Holy Land with the cry, “God wills it!”

Sunday, July 19, 2020

Kureyş Suresi


Kur’an-tarih ilişkisi üst başlığı altında ele alabileceğimiz bir konuya giriş sadedinde, İslam öncesi Arap toplumunu bütün yönleri ile bilmenin gerekliliğine dair bazı düşünceler ileri sürmüş ve örnek olarak da Kureyş suresini vereceğimi yazmıştım bir önceki yazıda. 4 ayetlik bu kısa süreye verilen meallerden üç tanesini okuyarak başlayalım.
Bir: “Kureyş’i alıştırdığı için. Onları kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı için. Bu Ev’in (Kâbe) Rabbine kulluk etsinler. O ki, onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu.” Süleyman Ateş Meali…
İki: “Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler.” Diyanet İşleri Başkanlığı Eski Meali
Üç: “Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için onlar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.” Diyanet İşleri Başkanlığı Yeni Meali
Ne anlıyoruz bu meallerden? Size yardımcı olayım; sosyal arka plan bilgilerinden bağımsız olarak metin merkezli bir okuma yapıyor ve zihnimi zorlayarak hem tek tek ayetlere verilen manayı hem de aralarındaki irtibatı anlamaya çalışıyorum. Ancak zihnimde anlamlı bir manzara oluşmuyor. Bazı yerlerde takılıyorum. Mesela; alıştırmak, uzlaşmak, anlaşmak, kolaylaştırmak. Ayetin aslında geçen kelime “ilâf’ ama dört ayrı mana söz konusu. Ardından kış ve yaz yolculuğuna alıştırmak ya da kolaylaştırmak ne demek? Başta Kureyş denildiği için üçüncü ayette bahsedilen “onlar” ihtimal Kureyş kabilesi. Kış ve yaz alıştırılan ve kolaylaştırılan yolculuklar ticari yolculuklar olsa, “açlıktan koruma” bu yolculuklarda elde edilen kârlar ve Mekke’ye getirilen yiyecek malzemeleri olabilir. Pekâlâ “korkudan emin kılma” ne demek?
Bir önceki yazıda İslam öncesi Arap toplumunu ve özellikle Kur’an’ın nazil olduğu Mekke-Medine’yi bütün yönleri ile bilme, ayetlerin özgün ve orjinal manalarının anlaşılmasında başat role sahiptir demiştik. İsterseniz sizinle bu bağlamda maziye doğru bir yolculuk yapalım. Peygamber Efendimizin 4.kuşak dedesi Kusay’dır. Kusay’a kadar Kureyş kabilesi Mekke çevresinde dağınık bir biçimde yaşıyorlarmış. Hatta Kusay da uzun yıllar Suriye’de yaşamış. Belli bir zaman sonra ata yurdu Mekke’ye geri gelmiş ve Huzaa kabilesi lideri ve aynı zamanda Kâbe hizmetlerini elinde bulunduran Huleyl b. Hubsiyye’ni kızı Hubbâ ile evlenmiş. Abdümenâf, Abduddâr, Abdulüzzâ ve Abdukusay adlarından dört erkek, Hind adında bir kız çocuğu olmuş.
Kusay liderlik kabiliyeti olan bir kişiymiş. Kayınpederinin vefatından sonra Kabe’ye yönelik hizmetleri kendi tekeline almaya çalışınca Huzaa kabilesi ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmış. Başka kabilelerin de devreye girmesiyle oluşan gruplar arasında mücadele başlamış ve bu mücadele Ebtah savaşını netice vermiş. Her iki taraftan ölenlerin olduğu bu savaş sonucu hakemler devreye girmiş ve Kâbe hizmetleri Kusay ve onun şahsında Kureyş kabilesine geçmiş. Peşi sıra Kusay, en yakın akrabalarını “bitâh” denilen Kâbe etrafına ve Mekke içine, uzak akrabalarını da “zevâhir” adı verilen Mekke çevresine yerleştirmiş. Bunun sonucu Kusay’a, Kureyş’in dağınık halini ve gücünü birleştiren manasına gelen “mücemmi” denildiği de tarihen bilinen bir gerçektir.
Kusay, önce Kabe’yi tamir ile işe başlıyor. Cürhümlüler’in yerinden söküp gömdükleri Hacerü’l-Esved’i geri getirip yerine koyuyor. Kâbe’nin kuzeyine Mekke şehir  yönetimi ile alakalı kararların alındığı “Darün’n-Nedve” denilen toplantı yeri yaptırıyor. Kâbe hizmetleri ve hac menasiki ile alakalı yeni düzenlemelere gidiyor. Mekke’ye gelen hacılara verilecek hizmetlerin karşılıksız verilmesi için bütçe oluşturuyor ve Kureyş’e yıllık vergi tarh ediyor. Oluşturduğu bütçeyi bu istikamette harcıyor. Hacılara hac müddetince bedava su vermek için Mekke’nin çeşitli yerlerinde su kuyuları açtırıyor. Kuyulardan çıkartılan suları develerle Kâbe’nin etrafına deriden yapılmış havuzlara taşıyor ve hac zamanında hacıların su ihtiyacını buralardan karşılıyor. O devirde, Kâbe’den dolayı dini bir merkez olan Mekke’nin rakipleri de var. Bunlardan birincisi Tagut adlı büyük putun bulunduğu ve Mekke’ye 107 km uzaklıkta olan Taif, ikincisi ise  Mekke’ye 1081 km uzaklıkta olan San’a. Tabii Kusay’ın bu atılımları, Taif ve San’a’ya karşı Mekke’nin yıldızını parlatıyor ve insanlar hac ibadetini yapmak için Kabe’yi tercih eder hale geliyorlar.

Bu arada Kusay bir başka adım daha atarak, hacca gelen kabilelere kendilerine ait putları yanlarında getirebileceklerini ve Kâbe’nin içine daimi olarak koyabileceklerini söylüyor. Böylece yüzlerce kabile kendi putlarını Kabe’nin içine koyuyor. Mekke fethi esnasında Kâbe’nin içinde kırılan 360 adet putun varlık sebebinin başlangıcı işte bu karar ve uygulamadır. Bu uygulama haliyle Taif ve San’a’ya nispetle kabilelerin hac için Mekke’yi tercihlerinde ayrı bir rol oynamıştır.
Kusay bunlarla da iktifa etmiyor. Kâbe’nin rolünü sosyal hayatta daha belirgin hale getirip onu bir cazibe merkezi yapma adına sünnet, düğün vb. aktivitelerin de Kâbe’de yapılmasını teşvik ediyor. Kâbe’ye siyah örtüler törenle giydiriliyor. Bütün bu uygulamalar sonucu Kâbe’nin dini merkez olma hüviyeti, o dönemin şartlarında ulusal ve uluslararası düzlemde iyice pekişiyor.
Rivayetlere göre Kusay  480 yılında vefat edince, gerek liderlik gerekse Kâbe’ye yönelik işlerin deruhtesi konusunda çocukları arasında anlaşmazlıklar çıkmış. Kardeşler iki gruba ayrılmış. Başı çekenler Abduddar ve Abdümenaf olmuş. Aralarında savaşmaya kadar uzanan tartışmalar yaşanmış. Bir grup çok güzel kokular süründükleri için “mutayyebun”, diğeri de bu işi sonlandırana kadar savaşmaya yemin ettikleri için “ahlaf” adını almış. Fakat iki grup savaşa girmeden, son anda gerek Mekke idaresi gerekse Kâbe hizmetlerinin paylaşımında anlaşmışlar. Kâbe hizmetlerinde hicabe, liva Abduddar’da: rifade, imare, sikaye Abdümenaf’ta kalmış. Yönetim merkezi “Nedve” ile alakalı işleri de Abduddar üstlenmiş.
Tam da yeri geldiği için burada ek bir bilgi sunayım: Hz. Ebu Bekir Mutayyebun ittifakına bağlı Teym kabilesinden. Hz. Ömer Ahlaf denilen ittifaka bağlı Adiyy kabilesindendir. Peygamber Efendimizin vefatını müteakip yapılan halife seçimi esnasındaki tartışmalarda “kim daha iyi halifelik yapar?” sorusuna cevap aranırken Mutayyebun ve Ahlaf paktları çok sık dile getirilmiş. Dikkatinizi çekerim, bu hadisenin gerçekleştiği tarih 632. Kusay ise 480’de vefat ettiğine göre aradan geçen 152 yıla rağmen bu paktların hala gündemde oluşu, ikili gruplaşmanın zihinlerde ve pratik hayatta ne kadar derin yer ettiğini gösterir.
Devam edeyim; Kusay ve Abdümenaf döneminde Mekke hem ticari hem de dini merkez oluyor ama söz konusu olan iç ticaret. Bunun da elbette bir kapasitesi ve sınırı var. Meydana gelen tıkanıklığı açmak için Mekke’nin dış ticarete açılması gerekiyor. Bunu Abdümenaf’in evlatları yapıyor. Onun iki ayrı hanımdan 6 kız, 6 erkek toplam 12 çocuğu var. İsimlerini bildiğimiz ve tarihin şekillenmesinde rol oynayan erkek çocukları;
asıl adı Amr olan Haşim, Abdüşems, Muttalip ve Nevfel. Kardeşler Mekke’yi dış ticarete açmak için kendi aralarında anlaşarak Haşim Bizans’a, diğer üç kardeş de Habeşistan, Yemen, İran’a gidiyor. Bunlar yol güvenliği, kervanlara saldırmama, rahat ve serbest biçimde ticaretlerini yapabilme anlamına gelen “ilâf” anlaşmaları yapıyorlar. Daha sonra Bizans ve Gassaniler de aynı tür anlaşmalara imza atıyor. Neticede, Mekke’liler kışın Yemen ve Habeşistan’a, yazın da Suriye ve Anadolu içlerine kadar uzanarak rahatça ticaret yapar hale geliyorlar. 
Ticaret yol güzergahında bulunan kabilelere eskiden “hafara” denilen geçiş ücreti veriliyormuş ticaret kervanları tarafından. Anlaşmaya bunlar da dahil ediliyor. Anlaşmaya göre, kervana saldırmama garantisi ve buna bedel verilen “hafara” yerine bu kabileler kendi ürettikleri malları kendi topraklarından geçen kervanlara veriyor, mallar da onlar adına gidilen pazarlarda satılıyor. Böylece söz konusu kabileler daha çok gelir elde etmeye başlıyor. Bir manada, hep birlikte zengin olma modeli geliştirilmiş oluyor.
Mekke Haşim ve kardeşlerinin bu hamleleriyle dini merkez olmanın ötesinde, iç ve dış ticaret merkezi de olunca hizmet sektöründe ciddi değişiklikler ve çeşitlilikler baş göstermiş. Hamallık, kervan bakıcılığı, muhafızlık, gönül eğlendiricileri, okçular, kasaplar, marangozlar, semerciler vb. birçok yeni iş kolları ve hizmet sektörü devreye girmiş, ayrıca var olanların işleri çoğalmış. Mekke, San’a, Bahreyn, Habeşistan, Hire bu dönemin en parlak ticaret merkezleri haline gelmiş.

Bu arada dini merkez olma hüviyetini Mekke’ye kaptıran Taif, zaten var olagelen ticari rekabetlerini artırmaya çalışmış ve Mekke pazarında bunun için zemin arayışına girmiş. Bunu farkeden Mekke’liler Taif’lilere Mekke’de ticaret ambargosu uygulamaya başlamışlar. Daha sonra bu ambargoyu şartlı hale getirip demişler ki: “Eğer Taif’ten Mekke’lilere toprak/arazi satarsanız size ticaret için izin veririz.” Onlar da çaresiz bu teklifi kabul etmişler. Peygamber Efendimizin hayatını anlatan birçok kitapta gördüğümüz Taif’te Mekke’lilerin yazlık ev, bağ ve bahçelerinin olmasının kökeni de buraya dayanmaktadır.
Haşim’in vefatından devam edeceğim ama, Efendimiz sonrası İslam tarihinde var olan Emeviler ve Haşimiler çekişmesini anlama ve anlamlandırma adına faydalı olacağına inandığım ayırımın başlangıcı olan bir hususu daha belirtmek isterim. Haşim’in yönetimde göstermiş olduğu bu başarı, yeğeni Ümeyye tarafından kıskançlıkla karşılanıyor ve devrin adetlerine göre amcası Haşim’i “münafereye” davet ediyor. Münafere, nesep, şan, şeref ile övünme anlamına gelen karşılıklı atışma. Münaferede yenilen karşı tarafa 50 deve verecek ve Mekke’yi terkederek 10 yıl boyunca Şam’da gönüllü sürgün hayatı yaşayacak. Nitekim Ümeyye atışmayı kaybediyor ve Şam’a göç ediyor. 
Yeri gelmişken şu bilgiyi de sunalım: Abdümenaf’in dört oğlu vardı; Haşim, Abdüşems, Muttalip ve Nevfel. Haşim’in oğlu Peygamber Efendimizin dedesi Abdulmuttalip. Abdüşems’ın oğlunun adı ise Ümeyye. Haşimoğulları ve Ümeyyeoğulları ya da Emeviler ve Haşimiler ayırımının başlangıç noktası işte tam da burası. Kusay’dan başlayarak Efendimiz ve sonrasında her iki taraftan bilinen isimleri ilave ederek isterseniz şöyle bir çizelge ile bunu gösterebilirim. Haşimiler: Kusay-Abdümenaf-Haşim-Abdulmuttalip-Abdullah-Hz.Muhammed- Hz.Fatıma/Hz.Ali-Hz.Hasan-Hz.Hüseyin. Emeviler: Kusay-Abdümenaf-Abdüşems-Ümeyye-Harb-Ebu Süfyan-Muaviye-Yezid.
Geri dönüyorum; Haşim’in dört oğlu var. Asıl adı Şeybe olan Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip. Diğerleri Esed, Ebuseyf ve Nedve. Abdulmuttalip’ın diğer kardeşlerine nispetle ön planda olduğu muhakkak ama onun idaresi zamanında Kureyş’in güç kaybettiği de kayıtlarımız arasında yerini alıyor. Şöyle ki, Abdulmuttalip amcası Nevfel ile bir meselede tartışıyor. Mesele büyüyor ve savaşa kadar gidecek bir sürece giriliyor. Abdulmuttalip Medine’de bulunan dayısının kabilesi Neccaroğullarından yardım istiyor. Mekke’liler kendi aralarındaki bu tartışmaya dışarıdan yardım istenilmesini hoş karşılamıyor ve bu yardım isteği Abdulmuttalip’in aleyhine oluyor. Tam bu sırada, Abdulmuttalip’in Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe’ye “Kâbe’yi sahibi korur” deyip gasp edilen kendi mallarını konuşması hem onu hem de Kureyş kabilesini iyice yalnızlaştırıyor. Gözle görünen bu gerçeğin farkında olan Abdulmuttalip, dedesi Kusay zamanından beri düşmanlarından olan Huzaa kabilesi ile ittifak kurmaya çalışıyor. Hatta bazı tarihçilerin yorumlarına göre Ficar savaşlarından sonra yapılan ve Efendimizin de katıldığı “Faziletliler İttifakı” anlamına gelen “Hilfi’l fudul” anlaşması Kureyş’in ve Mutayyebun paktına tabii olan kabilelerinin güçlerini yenilemesi için yapılmıştır.
Şu da tarihi bir gerçek ki; Faziletliler İttifakı anlaşması hakkı yenenin hakkını zalimden alma ve bunu gerçekten tatbik etme, Mekke’nin iç ve dış ticaret merkezi olarak devam etmesinde büyük katkı sağlamıştır. Uluslararası Ukaz panayırlarının Mekke’de 30 km uzaklıkta bir yerde kurulması, insanların emniyet içinde ve haklarının yenmeyeceği garantisine sahip olmalarının etkisi büyüktür.
Gerek bu anlaşma gerekse Ebrehe’nin Mekke’de mağlup olması, Kureyş’in güç tazelemesine ve konumunu yeniden güçlendirmesine neden olmuştur. Kureyş bu ve benzeri hadiseleri bir propaganda vesilesi yaparak kendilerinin sair kabilelere nispetle daha üstün ve Mekke idaresi için vazgeçilmez olduğunu anlatmıştır. Nitekim, “Biz Humus ya da Ahmes ehliyiz” sözü bu döneme aittir. Hac vecibesi esnasında diğer kavimlerden ayrıcalıklı olarak Arafat, Mina ve Müzdelife’ye gitmeyenlere “Humus/Ahmes Ehli” diyorlardı ve bu imtiyaz Kureyş’e verilmişti. Ayrıca Kureyş “içinde hiç günah işlenmemiş yeni elbiselerle Kâbe tavaf edilmeli” diyor ve yeni elbise ticaretini kendi tekellerinde bulunduruyordu. Yeni elbise alma imkânı bulmayanlar Kabe’yi çıplak tavaf seçeneğini kabullenmek zorunda kalıyordu ki, bu durum bazı tarihçilere göre Mekke’de fuhuş sektörünün de hareketlenmesine vesile olmuştur.
Yazı çok uzadı ama bir türlü Kureyş süresine gelemediniz demiyorsunuzdur umarım. Yazının sonu burası. Kureyş süresine geldik ama dikkatli okuyucular yazının başına dönüp verdiğim mealleri yeniden okusalar ilk etapta zihinlerinde oluşan sorulara cevap bulmuş, anlam veremedikleri noktalar anlama kavuşmuştur diye düşünüyorum. Bununla beraber özetle sunduğumuz tarihi, sosyal, kültürel, ekonomik, ahlaki arka plan bilgileri zihnimizde canlı tutarak daha önceki bir yazımda ifade ettiğim tabirle Kureyş suresinin meal-i münifini bir de biz verelim. “Allah Kureyş’i bir araya getirdiği, aralarında anlaşma sağlandığı için onlar, kış ve yaz mevsimlerinde ticari seferlerine güven içinde devam etti. Şu halde Kureyş’liler de Kabe’yi güç ve servet kazanımları için istismar etmemeli, Kâbe’nin rabbi Allah’ı layıkıyla tanıyıp O’na kulluk/ibadet etmelidir. Zira Allah hac, ticaret ve yaptıkları yol güvenliği anlaşmaları vesilesiyle onları açlıktan ve haydut/eşkiya korkusundan korumuş, emin kılmıştır.”
Son sözüm; Kureyş suresi Kur’an’ın nüzulünden 14 asır sonra yaşayan bizler için ancak bu arka plan bilgileri ile birlikte ele alınırsa bir anlam ifade eder. Yoksa kelimelerin sözlük manaları ve o manaların cümle kalıbı içinde bir araya getirilmesi ile bırakın “Allah bu surede bize ne diyor ve ne demek istiyor?” sorularının cevabını bulmayı, lafzi manasını bile anlayamayız. Sadece Kureyş suresi mi? Elbette hayır. Kur’an’ın her bir ayeti için geçerli bu. Sanırım şimdi anlaşılmıştır, İslam Öncesi Arap toplumunu bilmenin müçtehidin vasıfları arasında yer almalı teklifimin nedeni. 
**
Muhammad and his band would have descended the escarpment, entering a field of dunes, the shadows in their slack like hyena stripes. When Muhammad and his band made camp long after midnight, they would have squatted around a campfire, its amber flames crackling in the stillness, cooking some supper. The Qur’an (The Event 56:71–73) later reminded its hearers among the Meccan caravanners, “Have you seen the fire that you made? Did you create the firewood or did we? We rendered it a reminder and a means of provisioning those strong enough to traverse the desert.” They would have unpacked their beasts of burden and piled up their goods in a circle as protection from a raid and then slept with their swords close at hand. The snarling of jackals and wild saluki hounds around the camp might have startled Muhammad awake occasionally.


Thursday, April 9, 2020

Oruç




Hazreti İsa (aleyhisselâm), havarilerine oruçla alâkalı şu tavsiyeleri yapar:

“Oruç tuttuğunuz zaman riyakârlar gibi mahzun çehreli olmayınız. Çünkü onlar, oruç tuttuklarını insanlara göstermek için yüzlerini asarlar. Doğrusu size derim ki onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sen oruç tuttuğun zaman, başına yağ sür ve yüzünü yıka. Ta ki (oruç tuttuğunu) insanlara değil ancak gizlide olana göstermelisin ve gizlide gören sana aşikâr olarak mükâfat verecektir.”



Saturday, November 9, 2019

Gayrimüslimlerle Dostluk



Gayrimüslimlerle nasıl ilişki kurulacağı ve onlarla dostluk yapılıp yapılamayacağı farklı zamanlarda farklı münasebetlerle sık sık dile getirilen bir konudur. Genellikle bu meseleyi dile getirenler, farklı din mensuplarıyla hoşgörü ve diyaloga dayalı bir ilişki içerisinde olmaya karşı çıkanlardır. Onlar, belirli ayetlerden hareketle Kur’ân’ın gayrimüslimleri “dost” edinmeyi yasakladığını iddia ederler. Çoğu zaman farklı din mensuplarına bakış sadece “dost edinmeme” sınırlarında kalmaz, onlara düşmanlık etmeye, nefretle bakmaya, mallarını boykot etmeye ve hatta terör faaliyetlerini tecviz etmeye kadar gider.

Kur’ân’a sathî ve lafızcı yaklaşımın, taassup ve bağnazlığın birer neticesi olan bu tür aşırı ve radikal fikirlerin daha başka aşırılıklara sebep olmaması düşünülemez. Genellikle bu tür ifratlar, tefritleri doğurur. Bu tür tartışmaların gündemde olduğu zamanlarda hemen tarihselci ve modernist yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu tür kişiler, konuyla ilgili hükümlerin Kur’ânî temellerini araştırmaya ve anlamaya ihtiyaç duymaksızın hemen bu tür hükümleri tarihselci bakış açısıyla değerlendirir ve reddederler.
Aslında “kimlerle”, “hangi münasebetlerin”, “niçin” yasaklandığı doğru anlaşılabilse pek çok itiraza mahal kalmadığı da görülmüş olacaktır.

Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân, manası anlaşılsın ve gereğiyle amel edilsin diye bütün insanlığa gönderilen ve hükümleri de kıyamete kadar baki kalacak olan evrensel bir kitaptır. Fakat onun doğru anlaşılabilmesi için bir kısım hususlara dikkat edilmesi gerekir. Kur’ân, beşer sözü değildir; ilâhî bir kelâmdır. Bu ilahî kelamın kendine has bir üslubu, tabiatı ve meseleleri ele alış tarzı vardır.

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir münasebeti vardır. Bu açıdan ayetler, siyak  (konteks, bağlam) bütünlüğü içinde anlaşılmalı ve parçası yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden cımbızlanarak alınan bir ayetle doğru hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir.

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği yoğun mana tabakaları vardır. Sathî nazarların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması gereken ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça dil kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Bunların yanında âyetlerin, dinin genel maksatları ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Gayrimüslimleri Dost Edinmeyle İlgili Ayetler

Onlarca ayet-i kerimede mü’minlerin kimleri dost edinip edinmeyecekleri; dost edinilmesi yasaklanan kimselerin vasıfları; gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerin niteliği üzerinde durulur. Esasında bütün bu ayetlere toplu olarak bakan kimse hangi gayrimüslimlerle ilgili ne tür davranışların niçin yasaklandığını rahatlıkla anlayabilir.

Âl-i İmran suresinde geçen âyet şu şekildedir: Mü’minler, mü’minleri bırakıp, kâfirleri veli edinmesinler! Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur.” (Âl-i İmran, 3/28)

Nisa sûresinde benzer yasak tekrarlanır: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Böyle yaparak Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 4/144)

Aynı surenin devamında kafirleri veli edinenlerin münafıklar olduğu vurgulanır: “Münafıklar mü’minlerin dışında kâfirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (Nisa, 4/139)

Yukarıdaki iki ayette kafirlerin veli edinilmesi yasaklanırken Mâide suresinde aynı yasak Ehl-i Kitap ile ilgili gelir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51)

Maide suresindeki şu ayette ise kafirler ve Ehl-i Kitap birlikte zikredilmiş fakat bunların bir kısım vasıflarına da yer verilmiştir: “Ey iman edenler! Dininizi alay ve eğlence konusu yapan ne Ehl-i Kitabı ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mü’min iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının.  (Maide, 5/57)

Şu âyet-i kerime ise mü’minlerin kendileri gibi küfre düşmesini arzu eden münafıkların veli edinilmesini yasaklamaktadır: “Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!” (Nisa, 4/88)

Tevbe suresindeki şu ayette ise “veli” yerine sırdaş ve gönüldaş kelimeleriyle karşılayabileceğimiz “velîce” kelimesi kullanılır: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)

Tevbe suresindeki diğer bir ayette ise bilinçli bir tercihle küfürde ısrar eden ve ona teşvikte bulunan kafirlerin veli edinilmesi yasaklanır: “Ey iman edenler! Eğer küfrü bilerek ve isteyerek imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)

Mücadele suresindeki şu ayette kendilerine karşı sevgi ve muhabbet beslenmesi yasaklanan kimseler olarak Allah ve Resûlü’nün düşmanları gösterilir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulü’nün karşısına çıkan (ve onlara düşmanlık yapan) kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22)

Mümtehine suresindeki şu ayette de veli edinilmesi yasaklanan kimselerin Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapan kimseler olduğu bildirilir: “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz (sır veriyorsunuz). Reslüllah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1)

Aynı surenin şu ayetinde ise sırf dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya buna destek olan kişilerin veli edinilmesi yasaklanır: “Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/9)

Yine bu surenin bir başka ayetinde veli edinilmesi yasaklanan kimseler olarak Allah’ın gazap ettiği ve ahiretten ümidini kesen kimseler karşımıza çıkar: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki ölüp kabre giren bir kâfir nasıl ahiret mutluluğundan ümidini kesmişse, kendileri de ahiretten öyle ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine, 60/13)

Âl-i İmran suresinde geçen şu ayette “veli” yerine “bitane” kelimesi kullanılır ve samimi dost edinilmemesi gererek kimselerin vasıfları oldukça detaylı zikredilir: “Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır.” (Al-i İmran, 3/118)

Sonraki iki ayette dost edinilmemesi gereken kimselerin özellikleriyle ilgili biraz daha tafsilata girilir: “İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi ‘Biz de inandık!’ derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalplerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar…” (Al-i İmran, 3/119-120)

Veli Kelimesinin Manası

Yukarıda da görüldüğü üzere pek çok ayet-i kerimede kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmıştır. Maalesef çoğu mealde bu kelime “dost” olarak tercüme edildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Halbuki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu manalardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelimeyi “tefviz-i umurda bulunma” olarak açıklamıştır ki bu oldukça önemlidir. Bunun manası işlerini bir başkasına bırakma, bütünüyle ona güvenme, onu hami, koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Dolayısıyla burada yasaklanan husus alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Aynı şekilde veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini devam ettirmeye de mani değildir. Bilakis burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına faş etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Kısaca mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir. Yani gayrimüslimlerin veli edinilmesinin yasaklanmasının temel maksadı, Kur’ân ve Sünnet’in korumayı hedeflediği maksatların başında yer alan “dinin korunmasıdır”.

Aynı şekilde diğer ayetlerde kullanılan “bitane” ve “velîce” kelimeleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden kelimelerdir. Bu kelimeler gönülden bağlılığı, aradan su sızmayacak ölçüde aşırı yakınlığı ifade eder. Dahası bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tür durumlarda ise başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Efendimiz’in şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Ebu Davud, Edeb 19)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” kaydının yer alması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” ifade edilmesi ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. Efendimiz (s.a.s) mü’minleri binadaki birbirine yaslanmış tuğlalara (Buhâri, Salât 88) veya birbirleri arasında sıkı irtibat bulunan bir vücudun uzuvlarına benzetirken (Buhârî, Edeb 27), Kur’an da bütün mü’minlerin kardeş olduğunu belirtmiştir. (Hucurat, 49/10) Dolayısıyla bu tür ayetlerin iman kardeşliğine ve imanın ehemmiyetine vurgu yaptığı, imanla küfrün arasındaki derin mesafeye dikkat çektiği, Allah için sevme ve Allah için buğzetme prensiplerini akla getirdiği, mü’minleri dine ve imana zarar vermekten menettiği de gözden kaçmamalıdır.

Sevilmesi veya Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Öte yandan bazı ayetlerde dost edinilmemesi gereken kimseler olarak mutlak manada Ehl-i Kitap ve kafirler zikredilmiş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Bu yüzden bütün gayrimüslimleri aynı kefeye koyup tamamına karşı aynı muameleyi yapmak doğru değildir. “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” (Al-i İmran, 3/113) ayeti de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

O halde ayet-i kerimelerde dost edinilmesi ve sevilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında yukarıya aldığımız ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları tafsilatlı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak Müslümanları aldatmaları, Müslümanlara zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Nitekim şu âyet-i kerime de bu gibi kötü vasıflara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) (Al-i İmran, 3/199) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (Mâide, 5/5) hem bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını hem de mutlak olmadığını ifade etmektedir. Zira pekala bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de misafir etmiş, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Hatta O, vefat ettiğinde bile zırhı, borcuna mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Efendimiz’in Yahudi ve müşriklerle bir arada yaşama adına imzaladığı Medine Vesikası, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Efendimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle sırf küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Mesela bir gün Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Efendimiz’e onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (Buhari, Edeb 529)

Yasağın İllet ve Sebebi

Öte yandan, “Hükmün müştaka ta’liki mehazi iştikakın illiyetini iktiza eder (Şayet dinî bir hüküm, türemiş bir kelime üzerine bina edilirse o kelimenin türediği kök, hükmün illetini gösterir).” şeklindeki usul kaidesi gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir. Şöyle ki ayetlerde dost edinme yasağını bildiren hükümler “Yahudiler, Hristiyanlar, kafirler, münafıklar” gibi lafızlar üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla buradaki yasağın asıl illeti bu kişilerin zikredilen vasıflarıdır.

Buna göre ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin demektir. O halde güzel olan başka fiillerinden ötürü bu tür insanlarla münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu kişilerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik gibi doğrudan dinlerine ait olmayan vasıfları sevilebilir, bunlardan istifade edilebilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler nehyin dışında kalmış olur.
Bu durumda böyle bir yasak “din temelli bir dostluğa” münhasır kalır. Onlar dinî inanç ve düşünceyi düşmanlık sebebi haline getirdikleri için Kur’an da bu konuda inananları uyarmıştır. Yani Kur’an’ın asıl tavrı şahıslara değil onların sahip oldukları vasıflara yöneliktir. Nitekim Müslümanlar da pek çok ayet-i kerimede bir kısım kötü sıfatlarından ötürü şiddetle ikaz edilmiş ve kınanmışlardır. Dolayısıyla güzel vasıflara ve insanî ilişkilere dayalı ilişkiler kurmakta bir engel yoktur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu izahlarıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çeker: 
“Asr-ı Saadet’te, İslâmiyet, din ve inanç sahasında muazzam ve muhteşem bir inkılap meydana getirmiş, bütün zihinleri din noktasına çevirmişti. Dostluklar ve düşmanlıklar bu daire içinde gerçekleşiyordu. Onun için Yahudi ve Hıristiyanlara o zaman birisinin dostluğu, inanç olarak değerlendirildiği için, münafıklık manasını akla getiriyordu. Ama artık şu asırda, dünya büyük bir değişiklik geçirmiş, akıl ve zihinler din ve inançtan ziyade medeniyete, ilerlemeye, ticarete ve dünya işlerine odaklanmıştır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine bağlı değillerdir. Onun için medeniyet, fen, teknik, ticaret ve sanat alanlarında irtibata geçmek için dostluk ve diyaloglar kurmamızın bir sakıncası yoktur.”

Günümüzde yaşanan değişimi ve bunun hükümlere olan etkisini anlama adına Bediüzzaman’ın bu izahları oldukça önemlidir. Zira yine onun tabiriyle en büyük müfessir olan zamanın ayetlerin yorumlanmasında çok önemli bir payı vardır. Ayetleri indiği zamanın sosyopolitik şartlarına göre anlamaya ve günümüzün sosyal gerçekliğine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen ayetlerin asıl maksadının dinin korunması olduğunu ifade etmiştik. Elbette Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tür ayetlerden hareketle bütün gayrimüslimleri “düşman” ilan etmek, onlarla kurulmaya çalışılan diyalog ve hoşgörü çalışmalarının karşısında durmak tek kelimeyle Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olduğu, İslam’ın şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamifobia’nın sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Özü sevgi, barış ve hoşgörü olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep verecektir. Müslümanlarla ilgili yanlış algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yürüten bir kısım odaklara da malzeme sağlayacaktır.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların arkasındaki en büyük motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Bütün dünya darulharp ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Hayata anlam veren, davranışları yönlendiren neredeyse tek değer dindi. Farklı devlet ve milletlerin arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. 

Müslümanların bağımsızlığının korunması, gayrimüslimlerden gelebilecek muhtemel bir kısım tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi adına, onlarla kurulacak ilişkiler oldukça önemliydi.

Günümüzde insanlık bilim ve teknikteki gelişmeler sayesinde önü alınamaz, değiştirilemez ve durdurulamaz bir değişim sürecine girmiştir. Artık insanların “dünya vatandaşı” olacağı bir döneme doğru gidilmektedir. İnsanlığın bu kadar iç içe girdiği, evrensel bir kısım değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ve hümanist felsefenin önem kazandığı bir dünyada Müslümanların düşüncelerini ve hareket tarzlarını bir kere daha gözden geçirmelerine; Kur’ân’ı yaşadıkları çağın ruhuna uygun olarak anlayıp tatbik etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Elbette yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Fakat  Müslümanların içine kapanması ve gayrimüslim dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Bilakis bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Farklı din ve kültürlerden insanlarla iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla diyalog faaliyetleri yürütmeye, işbirliği yapmaya ve ortak projeler geliştirmeye hazır olmalıdırlar.

Yüksel Çayıroğlu