Showing posts with label din. Show all posts
Showing posts with label din. Show all posts

Saturday, November 19, 2022

Deizm ve ateizmin en önemli nedeni


 

Veysel Ayhan, tr724

Bu aralar deizm-ateizm salgını revaçta. “Eyvah ne yapacağız?” “Benim oğlum deist oldu” “Benim kızım şunu bıraktı” … gibi yakınmalar veya feryatlar bayağı iç paralayıcı.


Peki ne oldu da eskiden olmayan şeyler şimdi ortaya çıktı?

Çok uzun bir mevzu. Müslüman kimliğiyle ‘piyasa yapan’ o kadar çok yolsuz, dolandırıcı ve sahtekâr türedi ki gençlerin dinden uzaklaşmasını normal karşılamak gerekir.

Namaz kılmak artık “emin bir insan” olmak anlamına gelmiyor.

Başı örtmek saygı ve ihtiram vesilesi olmuyor.

‘Müslüman’ manavda hangi meyveyi yoklasınız ya çürümüş veya kurtlanmış.

Hangi genç niye oradan alışveriş yapsın?

Hangisini yeseniz zehirlenirsiniz. 

⤵️

Şu an “Müslüman” etiketi taşıyıp da gençlere Müslümanlığı şirin gösterecek örnekler çok nadir.

Ve çoğu da artık rezil bir yaftayla anılıyor.

Biz kendi işimize bakalım. Bizdeki etkileri konuşmak daha rasyonel.

İnsanda genç yaşlarda (15-22) akıl ve mantıktan çok duygular ve psikolojik faktörler etkili olur. Eskiden Türkiye’de çocuklar-gençler kendilerini kurumsal aktivitelerle, sera benzeri korunaklı iklimlerde muhafaza edebiliyordu. Onları yönlendiren ve koruyan derin felsefi altyapıları yoktu. İtikadî olarak yetkin bir birikime sahip değillerdi. Ama düzeyli arkadaşlık ortamları kendini yetiştirmek, farklı donanımlar edinmek için bulunmaz fırsattı. Her ortaokul-lise öğrencisi kendisi için hüsn-ü misal büyükler bulabiliyordu. İyi ve güzel arkadaşlıklar kurabiliyor, yalnızlığa düşmüyordu.

Bu çevre faktörlerinin en önemli misyonu her çocuk ve genç için “sâlih amel”ler işleme imkânı vermesiydi.

Elimizde önemli bir denklem var: “İman” ve “amel-i sâlih”.

Bu iki kelime Kur’an’da 56 defa art arda zikrediliyor.

(Bakara 25, 82 ve 277, Âl-i İmrân 57, Nisâ 57, 122 ve 173, Maide 9 ve 93, A’raf 42, Yunus 4 ve 9, Hud 23, Ra’d 29,  İbrahim 23, Kehf  30, 88 ve 107, Meryem 60 ve 96, Tâ-Hâ 82, Hac 14, 23, 50 ve 56,  Fürkan 70, Şu’arâ 277,  Kasas 67 ve 80, Ankebut 7, 9 ve 58, Rûm 15 ve 45, Lokman 8 , Secde 19, Sebe’ 4, Fâtır 7, Sâd 24 ve 28, Mü’min 58, Fussilet 8, Şûrâ 22, 23 ve 26, Câsiye 21 ve 30, Muhammed 2 ve 12, Fetih 29, Talâk 11, İnşikâk 25, Bürûc 11, Tîn  6, Beyyine 7, Asr 3)

Deizm ve ateizm tartışmaları bu denklemin ilk kısmını hedef alıyor. İlk kısım olan “iman” ile ilgili ilmi çalışmalar, tartışmalar yapılmalı. İhmal edilmemeli. Tahkiki imana götürecek vesileler çoğaltılmalı.

Ama problemi “iman”dan ibaret görmek yanlış. Bence halen daha büyük tehlike “amel-i sâlih” eksikliği.

Sâlih amel geniş bir konu. Kur’an bu kadar önem atfedince üzerinde durmak lazım.

Önce bazı tanımları:

“Salah kelimesi Kur’an’da kimi zaman ‘fesad’ın zıddı, kimi zaman ‘Seyyie’nin zıddı olarak geçer. İnsanlar arasında nefreti gidermek, arayı düzeltmek ‘sâlih’ ameldir.” (Râgıb el-Isfahani, Müfredat)

“Sâlih kelimesi uzlaşmak, anlamında bir isim. Çekişmede taraflar arasında meydana gelen sulha denir.” (Seyyid Eş-Şerif Cürcani, Tarifat)

“Allah’ın rızasına, indirdiği hükümlerine uygun, hak ve hayır olduğuna inanarak yapılan insanların kendileri, aile, akraba, kavim ve insanlık için yaptıkları iyilik, sonu hayır ve menfaat olan işler” (Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an Dili)

En basit ama şumüllü tanımı şu:

“Kur’ân çizgisinde amele, amel-i sâlih denir.” (Fethullah Gülen, Prizma)

Sâlih amelin 4 hedefi vardır:

1- YARATICI. Allah’a ibadetlerle kulluk etmek, hamdetmek, şükretmek, nimetlerine nankörlük etmemek Yaratıcı’ya karşı sâlih ameldir. (Hz. Ali ve İbn-i Abbas tanımı)

2- KENDİMİZ. Allah’ın verdiği yetenekleri zayi etmemek. Aklın ve zekanın hakkını vermek. Vücut emanetini hor kullanmamak, fizyolojimize savaş açmamak insanın kendisine karşı sâlih amelidir.

3- DİĞER İNSANLAR. Emr bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker yapmak, kim olursa olsun her ihtiyaç sahibinin yardımına koşmak, onları zulümden korumak diğer insanlara karşı yapılabilecek sâlih ameldir.

4- ÇEVRE. Allah’ın narin ve nazenin bir şekilde yarattığı, sürekli tedvir ettiği, kuddüs ismiyle pırıl pırıl bir şekilde bize emanet ettiği yeryüzü ve yeryüzü zenginlikleri korumak, hayvan ve bitkilere zulmetmemek “çevre” kelimesinde ifadesini bulan yeryüzüne karşı amel-i sâlihtir.

Bu dört maddedeki eylemlerin bütününe sâlih amel diyebiliriz.

Tam 56 ayette bu tanımları içeren “amel-i sâlih” “iman” kelimesinin ardından zikredilir.

Yani sizde bunlardan sadece biri varsa yetmiyor. Tek kanatlı kuş gibi oluyorsunuz. Uçmanız mümkün değil. Birbirinin mütemmim cüzü yani ayrılmaz parçası.

Bunu; biri, diğeri olmadan ayakta kalamaz diye de anlayabiliriz. Veya bunlardan bir eksikse diğeri muhtemelen ya yoktur veya yok olma tehlikesi altındadır.

Gelelim günümüze. Temel kusurumuz çocuk ve gençleri “amel-i sâlih”e yönlendirmemek.

ORTA VE LİSE

Bu öğrenciler genel itibariyle maalesef rehberlikten yoksun. Oysa ya kendileri rehber olmalı veya kendilerine rehberlik yapılmalı. Görebildiğim kadarıyla tüm rehberlik haftalık bir saatlik ders mütalaasından ibaret. Bu kadarlık rehberlikten hiçbir şey olmaz.

Aklıma gelen ve üzerinde konuşulması gereken bazı “amel-i sâlih”kalemleri:

Aktivist olma kültürü kazandırmak. Her türlü zulmü önlemek, mazlumlara destek olmak ve çevre katliamlarını protesto etmek eylemlerine katılmak.

Barışçı olma, arayı bulma, barıştırma, kavgaları önleme…

Arkadaşlarına ders anlatma, birbirinin eksiğini takviye etme organizeleri…

Her türlü müze gezintisi, sanat faaliyetleri, bilgi ve görgü artırma gezileri…

Cömertlik alışkanlığı kazandırmak. Ayda 5 Euro bile olsa infak ettirmek. Yoksullara yardım götürmek, yaşlılara alışverişte yardım etmek.

Huzurevlerine ziyaretler yapıp çiçek, pasta götürmek. Onların gönlünü almak, yalnızlıklarına çare olmak. Kimsesiz hastaları bulup hastane ve ev ziyareti yapmak. Evlerini temizlemek.

Çevreyi koruma faaliyetleri. Ağaç dikmek, bahçe düzenlemek, çim biçmek…

“Yoldaki eziyet verici bir şeyi alıp kenara koymak” (Müslim) Birinin ayağına takılabilecek taşı kaldırmak, sokakta bir çöp görünce almak, çirkinliği gidermeye çalışmak, çöp ayrıştırma kültürü edindirmek.

Günahkâr bir kadının bir köpeğe su vermekle cenneti kazanması, bir kediyi aç bırakan insanın cehennemi hak etmesi… gibi hadislerin öğrettiği sâlih ameller. Sokak hayvanları ve diğer canlılara karşı şefkat duygusu telkin etmek, onlara yem vermek, gerektiğinde tedaviye götürmek, sahip çıkmak…

Evde sorumluluklar yüklemek, anne ve babaya veya kardeşlerine yardım etmelerini sağlamak. Onlara temizlik yaptırıp bulaşık yıkatmak.

Yazdığım maddeler birer deneme.

Bunlara daha pek çok sâlih amel örneği eklenebilir.

İman bilgi değildir. Bir nurdur. Amel-i sâlih’e terettüp eden bir lütuftur.

“İman”ın en büyük davetçisi ve payandası amel-i sâlihtir.

Tabiat boşluk kabul etmez. Amel-i sâlih yoksa onun yerini amel-i fasit alır. Amel-i fasit ise bir süre sonra “imanı” alır, götürür.

Eğer bir çocuk veya genç haftada en az 10 saat bu tür sâlih amellerle meşgul edilmiyorsa ne kimse rehberlik yaptığını söylesin ne de biz ‘çocuklarımız deist, ateist falan oluyor’ diye şikâyet edelim.

Saturday, June 11, 2022

DİN’İN KEMALİ VE İSLÂM’IN KIYAMET’E KADAR GEÇERLİLİĞİ



Daha önce de temas edildiği ve Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ve temsil ettiği İslâm, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin nihaî tecellilerine mazhar olup, bütün İlâhî hakikatleri nihaî sınırları veya sınırsızlıkları içinde bünyesinde taşır. Ayrıca, İlâhî İsimler’in bütün tecellileri ve bütün İlâhî hakikatler, onda tam bir denge halindedir. Bu, şu demektir:

 

İslâm, Kıyamet’e kadar her seviyede herkes için her şartta, her durumda, her zaman ve her mekânda geçerlidir ve İslâm, insanın ferdî ve içtimaî hayatı adına hiçbir şeyi eksik bırakmamış ve onun her meselesine cevap verecek düsturları bünyesine almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kıyamet’e kadar insanlığın fert ve toplumlar planında karşılaşacağı bütün meseleler ve onların cevapları, çözüm yolları, Kur’ân-ı Kerim’de tek tek zikredilmiştir. Hayır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu meselelerden bazılarını açıkça, bazılarını işareten, bazılarını ima yoluyla, bazılarını remzen, bazılarını da başka şekillerde zikrederken, bütün meselelere çözüm olabilecek düsturları vaz’etmiş, bu düsturlara dayalı olarak her meseleye nasıl cevap verileceği konusunda pek çok usule de zemin hazırlamış veya kapı açmıştır. Bu kapıdan giren büyük âlimler, bu zeminde meselâ Fıkıh’ta İçtihad, Kıyas, İcmâ, İstihsan, İstishab, Mesali-i Mürsele gibi prensipler ortaya koymuş, bunların yanısıra, meselâ İslâm Fıkıh geleneğinin son şaheserlerinden olan Mecelle’nin ilk 99 maddesi gibi, ‘kavaid-i külliye’, yani küllî, en kapsamlı kaideler adı altında kaideler vaz’etmişlerdir. Dolayısıyla, düşüncede, inançta, ferdî ve sosyal hayatın bütün şubelerinde İslâm’ın dışarıdan herhangi bir şey ödünç almasına ihtiyacı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” âyetiyle ifade buyurulmaktadır. İslâm’ın haricindeki dinler veya sistemlerle ilgili okumalardan ancak İslâm’ı anlamada faydalanılabilir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, İslâm’a ona ters olarak hariçten her ilave bid’at olarak değerlendirilmiş ve hadis-i şerifte “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” buyurulmuştur. Hz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim’ ve “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” sırrı ile, Şeriat-ı Garrâ’nın kaidelerini ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni îcatlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, eksik ve kusurlu görmek hissini veren bid’atları îcat etmek, dalâlettir, ateştir.”

 

Yalnız burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, bazı yanlış anlamalar ve vaktiyle bazı Müslümanların yanlış takdimleri neticesinde teknoloji veya ilmî keşifler Din’e zıt ve bid’at gibi gösterilmiş ve bundan dolayı İslâm, ilmî gelişmelere karşıymış gibi tenkit ve suçlamalara maruz kalmıştır. Böyle bir iddia da, böyle bir suçlama da, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamak manâsına gelir. Yerinde temas edildiği üzere, kâinat ve insan, Cenab-ı Allah’ın İrade ve Kudret sıfatları’ndan gelen ve Kelâm sıfatı’ndan kaynaklanan Kur’ân’ın bir başka malzemeyle yazılmış iki kitaptır. Dolayısıyla, Allah için olmak kaydıyla onları, yani kâinat ve insan kitaplarını çalışmak da, Kur’ân’ı okuyup incelemek ve anlamaya çalışmak gibi bir ibadettir denebilir. İnsanın yeryüzünde halife kılınmış olması da kâinatı incelemeyi ve tanımayı gerektirir ve bu sahada kendisine verilen kapasite ve ilimden dolayı melekler insanlığın temsilcisi olan Hz. Âdem önünde secdeye çağrılmıştır. Ayrıca, hayat ve kâinat, Cenab-ı Allah’ın Şeriat-ı Tekvîniye denilen kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân, kâinat ve insan kitaplarını okumayı teşvik, hattâ emir buyurur. Bunu İslâm’ın dışında zannetmek cehaletten ibaret olduğu gibi, kâinat ve insan mevzularında yapılan çalışmaları da bid’at telâkki etmek, yine İslâm’ı hem anlamamak, hem de sahasını daraltmak manâsına gelir.

 

Friday, March 4, 2022

Nicholas of Cusa and Theology in Math

 


The son of a fisherman, Nicholas rose to become a diplomat and counselor for the Church. “He was a member of the commission sent to Constantinople to negotiate with the Eastern church for reunion with Rome, which was temporarily effected at the Council of Florence (1439).” In 1448 he became cardinal and governor of Rome. 

Cusa was not a philosopher of mathematics. He was a philosopher whose thinking was imbued with mathematical images, so that he used mathematics to teach theology. He knew that there are different degrees of infinity. He said, amazingly, that the physical universe is finite but unbounded. He showed that a geometric figure can be both a maximum and a minimum, depending on how it’s parametrized. 

Again from the Encyclopedia, “According to Cusa, a man is wise only if he is aware of the limits of the mind in knowing the truth. . . . Knowledge is learned ignorance (docta ignorantia). Endowed with a natural desire for truth, man seeks it through rational inquiry, which is a movement of the reason from something presupposed as certain to a conclusion that is still in doubt. . . . As a polygon inscribed in a circle increases in number of sides but never becomes a circle, so the mind approximates to truth but never coincides with it. . . . Thus knowledge at best is conjecture (coniectura).” 

Cusa was a Platonist at a time when Aristotelians were dominant. “He constantly criticized the Aristotelians for insisting on the principle of noncontradiction and stubbornly refusing to admit the compatibility of contradictories in reality. It takes almost a miracle, he complained, to get them to admit this; and yet without this admission the ascent of mystical theology is impossible. . . . He constantly strove to see unity and simplicity where the Aristotelians could see only plurality and contradiction. 

“Cusa was most concerned with showing the coincidence of opposites in God. God is the absolute maximum or infinite being, in the sense that he has the fullness of perfection. There is nothing outside him to oppose him or to limit him. He is the all. He is also the maximum, but not in the sense of the supreme degree in a series. As infinite being he does not enter into relation or proportion with finite beings. As the absolute, he excludes all degrees. If we say he is the maximum, we can also say he is the minimum. He is at once all extremes. . . . The coincidence of the maximum and minimum in infinity is illustrated by mathematical figures. For example, imagine a circle with a finite diameter. As the size of the circle is increased, the curvature of the circumference decreases. When the diameter is infinite, the circumference is an absolutely straight line. Thus, in infinity the maximum of straightness is identical with the minimum of curvature. . . . 

Cusa denied that the universe is positively infinite; only God, in his view, could be described in these terms. But he asserted that the universe has no circumference, and consequently that it is boundless or undetermined—a revolutionary notion in cosmology. . . . Just as the universe has no circumference, said Cusa, so it has no fixed center. The earth is not at the center of the universe, nor is it absolutely at rest. Like everything else, it moves in space with a motion that is not absolute but is relative to the observer. . . . 

“Beneath the oppositions and contradictions of Christianity and other religions, he believed there is a fundamental unity and harmony, which, when it is recognized by all men, will be the basis of universal peace.”

Tuesday, July 21, 2020

Muhammad by Juan Cole


He repeatedly sued for peace with a bellicose Mecca, but when that failed he organized Medina for self-defense in the face of a determined pagan foe. The Qur’an insists that aggressive warfare is wrong and that if the enemy seeks an armistice, Muslims are bound to accept the entreaty. This disallowing of aggressive war and search for a resolution even in the midst of violent conflict justifies the title “prophet of peace,” even if Muhammad was occasionally forced into a defensive campaign. The Qur’an contains a doctrine of just war but not of holy war and does not use the word jihad with that latter connotation. It views war as an unfortunate necessity when innocents, and the freedom of conscience, are threatened. It strictly forbids vigilantism and equates premeditated killing of noncombatants with genocide, paraphrasing in this regard Jewish commentaries on the Bible in the Jerusalem Talmud.
**
The Qur’an, read judiciously alongside later histories, suggests that during Muhammad’s lifetime, Islam spread peacefully in the major cities of Western Arabia. The soft power of the Qur’an’s spiritual message has typically been underestimated in most treatments of this period. The image of Muhammad and very early Islam that emerges from a careful reading of the Qur’an on peace-related themes contradicts not only widely held Western views but even much of the later Muslim historiographical tradition. This finding should come as no surprise. Life in medieval feudal societies did not encourage pacific theologies, and Muslims in later empires lost touch with the realities of the early seventh century. What if we read Jesus’s life and thought only through the lens of Pope Urban II, who launched the sanguinary Crusades in the Holy Land with the cry, “God wills it!”

Monday, May 4, 2020

Hadislerle İslam Cilt 3: İhsan

“Kişinin değeri, işindeki ihsanıyla ölçülür.” (Hz. Ali)

**
İhsan, kişinin kulluk görevini yerine getirirken Allah"ın kendisini gördüğünü, davranışlarını gözetlediğini hissetmesidir. Bu şekilde ihsan ile hareket edenler, “Allah, her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden bile haberdardır.” duygularını taşıyacaklardır. İnsanlardan kimileri, sorumlu oldukları şeyleri sırf üzerlerinden sorumluluk gitsin diye yaparlar. Gerçek ihsana ulaşanlar ise yaptıkları her şeyi, Yüce Allah"ın kendilerini görüp murakabe ettiğinin farkında olarak samimi bir ruh ve ihlâsla yerine getirirler. “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” , “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah"ın bildiğini görmüyor musun?” gibi birçok âyette aynı şekilde Yüce Yaratıcı"nın murakabesi vurgulanmakta ve her şeyden haberdar olan, her zaman ve her yerde yapılanlara şahit olan Allah"a bilinçli bir şekilde ibadet edilmesi gereğine işaret edilmektedir. Nitekim Resûlullah da (sav) “ihsan”ı,“Allah"ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O"nu görmüyor olsan da O seni görmektedir.”  şeklinde tanımlayarak aynı gerekliliğe vurgu yapmaktadır.

**

Muhsinler her türlü iyi hasleti kendilerinde toplamak için çaba sarf eden, yaptıkları işleri de en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösteren kişilerdir. Çünkü en güzel olanı en güzel şekilde yapan Allah, aynı şekilde insanlardan da işlerini güzel yapanlara muhabbet besler, onlara sevgi ve merhametiyle muamele eder. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, “Allah"ım! Benim yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”  şeklinde dua etmiştir. Çünkü en güzel surette yaratılan insanın sorumluluklarını da en iyi şekilde yerine getirmesi sürekli ihsan ile karşılaşması için gereklidir.

**

Borç alıp verme, aile içi haklar ve boşanma gibi durumlarda da ilişkilerin adaletin ötesinde yani ihsan düzeyinde olması istenmiştir. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Bir adamın Peygamber Efendimizden genç bir deve alacağı vardı. Bu zât Peygamber Efendimize gelerek alacağını istedi. Hz. Peygamber de, "Bu adama devesini verin." buyurdu. Sahâbîler onun alacağına denk bir deve aradılarsa da bulamadılar. Ancak ondan daha değerli bir deve bulabildiler. Peygamber Efendimiz, "(Bulabildiğinizi) ona verin." buyurdu. Bunun üzerine bedevî, "Benim borcumu tastamam verdin, Allah da senin mükâfatını tastamam versin." dedi. Ardından Resûlullah da (sav), "Sizin en hayırlınız, borcunu ihsan ile (en güzel şekilde) ödeyeninizdir." buyurdu.” Bu şekilde de kişinin herhangi bir şarta bağlı olmaksızın borcundan fazlasını vermek suretiyle ihsanda bulunabileceği anlaşılmaktadır.

Hadislerle İslam Cilt 3: İhlâslı Amel ve Kalp Temizliği




İnsanların Allah katındaki kıymeti, dış görünüşlerine ve mal varlıklarına göre değil niyetlerinin samimiyetine ve işledikleri amellere göredir. Bu konuda Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” Niyetin samimiyeti, ihlâslı amelle, kalbin temizliği de dışa yansıyan samimi tutum ve davranışlarla belli olur. Amelin onaylamadığı bir kalp temizliği ve iyi niyet iddiası samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. Hayatı ve ölümü, hangimizin daha iyi amel yapacağını sınamak için yarattığını bildiren Cenâb-ı Hakk"ın bireysel ve toplumsal alanda sonucu görülmeyen soyut bir kalp temizliği iddiasına değer vermeyeceği açıktır.

İslâm, iyi niyet ve samimi tutuma verdiği önemden dolayı, niyet etmesine rağmen mazereti sebebiyle yerine getiremediği amelin sevabından bile kişiyi mahrum bırakmamıştır. Sevgili Peygamberimizin şu hadisi buna işaret etmektedir: “Her kim şehit olmayı Allah"tan samimiyetle isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.”

Hadislerle İslam Cilt 3: Kalbin Hastalıkları


Allah Resûlü, kalbin hastalıkları üzerinde çok fazla durmaktadır. Pek çok hadiste, insanlar bencillik, haset, kibir, başkalarına tepeden bakmak (ucb), sûizanda bulunmak, kin beslemek (hıkd), insanların başına gelen musibetten zevk almak (şematet), dostlara darılıp onları yüzüstü bırakmak (hecr), sözde durmamak (gadr), dünyaya karşı gözü doymamak (tûl-i emel) gibi kötü duygulara karşı uyarılmıştır.

Friday, March 27, 2020

Hadislerle İslam Cilt 2: Yatsı Namazı


Yüce dinimizin temel unsurlarından olan günlük beş vakit namazın son halkası, yatsı namazıdır. Akşam namazının vakti çıktıktan sonra yatsı namazının vakti girer ve sabah namazı vaktine kadar devam eder. Yatsı namazı, uyumadan önce günün son demlerinde Rabbin huzuruna durmayı, günü O"na ibadet ile sonlandırmayı ifade eder. Bu sebeple bir günün bitiminde yapılacak en son iş olması ve mümkün olduğunca geç kılınması tavsiye edilmiştir. Bununla ilgili olarak Muâz b. Cebel (ra) bir hatırasını şöyle anlatır: “Yatsı namazı için Resûlullah"ı bekledik. O kadar gecikti ki, artık gelmeyeceğini zannettik. İçimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." dedi. Bir müddet sonra Resûlullah (sav) çıkageldi. Kendisine: "Ey Allah"ın Resûlü! Senin gelmeyeceğini zannettik. Hatta içimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." bile dedi." deyince, Resûlullah şöyle buyurdu: "Bu namazı gece karanlığında kılın (geciktirin)! Bu namaz nedeniyle diğer ümmetlere üstün kılındınız, çünkü sizden önce bunu hiçbir ümmet kılmadı."” 

Bedevîlerin gece karanlığına kadar develeriyle meşgul olmalarından ötürü yatsı namazını “ateme (karanlık)” diye isimlendirmelerine karşı çıkan Yüce Peygamber (sav), bu namaza Allah"ın Kitabı"nda anıldığı üzere “ışâ” yani “ortalık kararınca kılınan namaz” denilmesini istemiştir. Münafık tabiatlı insanlara son derece zor gelen iki namazdan biri yatsı namazı, diğeri de sabah namazıdır. Böyle olunca da bu iki namaza devam etmek, kişinin Allah"a teslimiyetinin ve inancındaki samimiyetin bir göstergesi kabul edilebilir. Hatta yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kişinin, o gecenin tamamını namaz kılarak geçirmiş gibi ecir kazanacağı Peygamberimiz tarafından müjdelenmiştir. Bu kadar önemine ve faziletine rağmen yine de insanların değerlendiremedikleri bu nadide vakitler, Hz. Peygamber tarafından, aslında yerlerde sürünerek de olsa gidilip kaçırılmaması gereken namazlar olarak tanımlanmıştır.

Saturday, November 9, 2019

Gayrimüslimlerle Dostluk



Gayrimüslimlerle nasıl ilişki kurulacağı ve onlarla dostluk yapılıp yapılamayacağı farklı zamanlarda farklı münasebetlerle sık sık dile getirilen bir konudur. Genellikle bu meseleyi dile getirenler, farklı din mensuplarıyla hoşgörü ve diyaloga dayalı bir ilişki içerisinde olmaya karşı çıkanlardır. Onlar, belirli ayetlerden hareketle Kur’ân’ın gayrimüslimleri “dost” edinmeyi yasakladığını iddia ederler. Çoğu zaman farklı din mensuplarına bakış sadece “dost edinmeme” sınırlarında kalmaz, onlara düşmanlık etmeye, nefretle bakmaya, mallarını boykot etmeye ve hatta terör faaliyetlerini tecviz etmeye kadar gider.

Kur’ân’a sathî ve lafızcı yaklaşımın, taassup ve bağnazlığın birer neticesi olan bu tür aşırı ve radikal fikirlerin daha başka aşırılıklara sebep olmaması düşünülemez. Genellikle bu tür ifratlar, tefritleri doğurur. Bu tür tartışmaların gündemde olduğu zamanlarda hemen tarihselci ve modernist yaklaşımlar da kendini gösterir. Bu tür kişiler, konuyla ilgili hükümlerin Kur’ânî temellerini araştırmaya ve anlamaya ihtiyaç duymaksızın hemen bu tür hükümleri tarihselci bakış açısıyla değerlendirir ve reddederler.
Aslında “kimlerle”, “hangi münasebetlerin”, “niçin” yasaklandığı doğru anlaşılabilse pek çok itiraza mahal kalmadığı da görülmüş olacaktır.

Âyetlerin Yorum ve Tefsir Metodu

Kur’ân, manası anlaşılsın ve gereğiyle amel edilsin diye bütün insanlığa gönderilen ve hükümleri de kıyamete kadar baki kalacak olan evrensel bir kitaptır. Fakat onun doğru anlaşılabilmesi için bir kısım hususlara dikkat edilmesi gerekir. Kur’ân, beşer sözü değildir; ilâhî bir kelâmdır. Bu ilahî kelamın kendine has bir üslubu, tabiatı ve meseleleri ele alış tarzı vardır.

Kur’ân’daki her bir sure ve ayetin öncesi ve sonrasıyla sıkı bir münasebeti vardır. Bu açıdan ayetler, siyak  (konteks, bağlam) bütünlüğü içinde anlaşılmalı ve parçası yaklaşımlardan vazgeçilmelidir. Kur’ân’ın herhangi bir yerinden cımbızlanarak alınan bir ayetle doğru hükme ve neticeye ulaşmak mümkün değildir.

Kur’ân’ın her bir ayetinin, lafız ve tabirinin delalet ettiği yoğun mana tabakaları vardır. Sathî nazarların veya sadece lafza takılıp kalanların bu manalara açılması mümkün değildir. Yapılması gereken ayetlerin asıl maksatlarına inmeye çalışmaktır. Bunun için de Arapça dil kurallarının, belagat kaidelerinin, edebî sanatların, tefsir metodunun bilinmesi gerekir.

Bunların yanında âyetlerin, dinin genel maksatları ve külli ilkeleri içinde anlaşılması; sebeb-i nüzullerin ve âyetlerin nazil olduğu dönemin sosyopolitik özelliklerinin bilinmesi; Allah Resûlü’nün tatbik ve yorumlarına vâkıf olunması; ulemanın getirmiş olduğu tefsir ve izahların bilinmesi de âyetlerin doğru anlaşılması adına oldukça önemlidir.

Gayrimüslimleri Dost Edinmeyle İlgili Ayetler

Onlarca ayet-i kerimede mü’minlerin kimleri dost edinip edinmeyecekleri; dost edinilmesi yasaklanan kimselerin vasıfları; gayrimüslimlerle kurulacak ilişkilerin niteliği üzerinde durulur. Esasında bütün bu ayetlere toplu olarak bakan kimse hangi gayrimüslimlerle ilgili ne tür davranışların niçin yasaklandığını rahatlıkla anlayabilir.

Âl-i İmran suresinde geçen âyet şu şekildedir: Mü’minler, mü’minleri bırakıp, kâfirleri veli edinmesinler! Kim böyle yaparsa, Allah ile ilişiğini kesmiş olur.” (Âl-i İmran, 3/28)

Nisa sûresinde benzer yasak tekrarlanır: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri veli edinmeyin. Böyle yaparak Allah’a, aleyhinizde kesin bir belge mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 4/144)

Aynı surenin devamında kafirleri veli edinenlerin münafıklar olduğu vurgulanır: “Münafıklar mü’minlerin dışında kâfirleri dost edinirler. İzzet ve desteği onların yanında mı arıyorlar? Oysa bütün izzet ve kuvvet Allah’ındır.” (Nisa, 4/139)

Yukarıdaki iki ayette kafirlerin veli edinilmesi yasaklanırken Mâide suresinde aynı yasak Ehl-i Kitap ile ilgili gelir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.” (Mâide, 5/51)

Maide suresindeki şu ayette ise kafirler ve Ehl-i Kitap birlikte zikredilmiş fakat bunların bir kısım vasıflarına da yer verilmiştir: “Ey iman edenler! Dininizi alay ve eğlence konusu yapan ne Ehl-i Kitabı ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mü’min iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının.  (Maide, 5/57)

Şu âyet-i kerime ise mü’minlerin kendileri gibi küfre düşmesini arzu eden münafıkların veli edinilmesini yasaklamaktadır: “Ne çok isterler ki siz de kendileri gibi küfre düşesiniz de böylece kendileriyle aynı seviyede olasınız. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin!” (Nisa, 4/88)

Tevbe suresindeki şu ayette ise “veli” yerine sırdaş ve gönüldaş kelimeleriyle karşılayabileceğimiz “velîce” kelimesi kullanılır: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenlerle Allah’tan, Resulünden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadan, kendi halinize bırakılacağınızı mı zannettiniz? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)

Tevbe suresindeki diğer bir ayette ise bilinçli bir tercihle küfürde ısrar eden ve ona teşvikte bulunan kafirlerin veli edinilmesi yasaklanır: “Ey iman edenler! Eğer küfrü bilerek ve isteyerek imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden onları veli edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/23)

Mücadele suresindeki şu ayette kendilerine karşı sevgi ve muhabbet beslenmesi yasaklanan kimseler olarak Allah ve Resûlü’nün düşmanları gösterilir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Resulü’nün karşısına çıkan (ve onlara düşmanlık yapan) kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22)

Mümtehine suresindeki şu ayette de veli edinilmesi yasaklanan kimselerin Allah’a ve mü’minlere düşmanlık yapan kimseler olduğu bildirilir: “Ey iman edenler! Benim de sizin de düşmanlarınızı veli edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği reddettikleri halde, siz onlara sevgi sunuyorsunuz (sır veriyorsunuz). Reslüllah’ı ve sizi, sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için, vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine, 60/1)

Aynı surenin şu ayetinde ise sırf dinlerinden ötürü mü’minlerle savaşan, onları yurtlarından çıkaran veya buna destek olan kişilerin veli edinilmesi yasaklanır: “Allah sadece, dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri veli edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, 60/9)

Yine bu surenin bir başka ayetinde veli edinilmesi yasaklanan kimseler olarak Allah’ın gazap ettiği ve ahiretten ümidini kesen kimseler karşımıza çıkar: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir güruhu dost edinmeyin. Onlar ki ölüp kabre giren bir kâfir nasıl ahiret mutluluğundan ümidini kesmişse, kendileri de ahiretten öyle ümitlerini kesmişlerdir.” (Mümtehine, 60/13)

Âl-i İmran suresinde geçen şu ayette “veli” yerine “bitane” kelimesi kullanılır ve samimi dost edinilmemesi gererek kimselerin vasıfları oldukça detaylı zikredilir: “Ey iman edenler! Siz Müslümanlardan başkasını sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size şer ve fesat çıkarmada ellerinden geleni bırakmazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan düşmanlıkları, zaten ağızlarından taşıp meydana çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır.” (Al-i İmran, 3/118)

Sonraki iki ayette dost edinilmemesi gereken kimselerin özellikleriyle ilgili biraz daha tafsilata girilir: “İşte siz o kimselersiniz ki o düşmanlarınızı seversiniz. Halbuki siz bütün kitaplara iman ettiğiniz halde, onlar sizi sevmezler. Hem huzurunuza geldiler mi ‘Biz de inandık!’ derler. Aralarında baş başa kaldıkları vakit size duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle parmaklarını ısırırlar. De ki: “Geberin kininizle!” Allah bütün kalplerin künhünü bilir. Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar…” (Al-i İmran, 3/119-120)

Veli Kelimesinin Manası

Yukarıda da görüldüğü üzere pek çok ayet-i kerimede kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların ve Ehl-i Kitab’ın veli edinilmesi yasaklanmıştır. Maalesef çoğu mealde bu kelime “dost” olarak tercüme edildiği için yanlış anlaşılmaktadır. Halbuki “veli” ve “velayet” kelimeleri Arapça dilinde oldukça farklı ve geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Dost edinme bu manalardan sadece birisidir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelimeyi “tefviz-i umurda bulunma” olarak açıklamıştır ki bu oldukça önemlidir. Bunun manası işlerini bir başkasına bırakma, bütünüyle ona güvenme, onu hami, koruyucu ve yönetici edinme demektir.

Dolayısıyla burada yasaklanan husus alışveriş ve ticaret yapma, ziyaret etme, iyilik yapma, birlikte çalışma gibi beşeri münasebetler değildir. Aynı şekilde veli edinme yasağı, arkadaşlık, komşuluk ve akrabalık ilişkilerini devam ettirmeye de mani değildir. Bilakis burada siyasi ve stratejik ilişkiler ele alınmakta ve mü’minlerin sırtlarını başkalarına yaslamaları, iplerini tamamıyla onların ellerine vermeleri, tasarruf yetkilerini onlara devretmeleri yasaklanmakta; mü’minler dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı ihtiyatlı ve tedbirli olmaya çağrılmaktadır.

Mü’minlerin sırlarını başkalarına faş etme ve onların arkasından entrikalar çeviren düşmanlara destek olma, mü’minlere zarar verecek şekilde onlarla siyasi ve askeri ittifaka girme gibi fiilleri de bu çerçevede düşünebiliriz. Kısaca mü’minler, İslam’a ve İslam toplumuna zarar verecek bir kısım ilişkiler içine girmekten menedilmişlerdir. Yani gayrimüslimlerin veli edinilmesinin yasaklanmasının temel maksadı, Kur’ân ve Sünnet’in korumayı hedeflediği maksatların başında yer alan “dinin korunmasıdır”.

Aynı şekilde diğer ayetlerde kullanılan “bitane” ve “velîce” kelimeleri de sıradan bir arkadaşlıktan çok daha derin bir muhabbeti ve ilişkiyi ifade eden kelimelerdir. Bu kelimeler gönülden bağlılığı, aradan su sızmayacak ölçüde aşırı yakınlığı ifade eder. Dahası bu kelimelerde gönülden bağlanılan kimsenin hayat tarzını benimseme, ona yaranmaya çalışma, onu işlerinin iç yüzüne ve sırlarına muttali kılma ve çıkarların çatışması durumunda onu tercih etme manaları da mevcuttur. Bu tür durumlarda ise başkalarına benzeme, onları örnek alma, asimile olma, kimliği kaybetme, küfre rıza gösterme gibi riskler söz konusudur. Efendimiz’in şu hadisi de bunu hatırlatır: “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine baksın.” (Ebu Davud, Edeb 19)

Birkaç ayette “mü’minleri bırakıp” kaydının yer alması, “kâfirlerin birbirlerinin velileri olduğunun” ifade edilmesi ve birçok ayette mü’minlerin asıl velilerinin Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerin olduğunun vurgulanması da oldukça önemlidir. Efendimiz (s.a.s) mü’minleri binadaki birbirine yaslanmış tuğlalara (Buhâri, Salât 88) veya birbirleri arasında sıkı irtibat bulunan bir vücudun uzuvlarına benzetirken (Buhârî, Edeb 27), Kur’an da bütün mü’minlerin kardeş olduğunu belirtmiştir. (Hucurat, 49/10) Dolayısıyla bu tür ayetlerin iman kardeşliğine ve imanın ehemmiyetine vurgu yaptığı, imanla küfrün arasındaki derin mesafeye dikkat çektiği, Allah için sevme ve Allah için buğzetme prensiplerini akla getirdiği, mü’minleri dine ve imana zarar vermekten menettiği de gözden kaçmamalıdır.

Sevilmesi veya Dost Edinilmesi Yasaklananlar

Öte yandan bazı ayetlerde dost edinilmemesi gereken kimseler olarak mutlak manada Ehl-i Kitap ve kafirler zikredilmiş olsa da bu lafızlar teknik ifadeyle “amm” değil, “mutlaktır”. Dolayısıyla her ne kadar bu ayetlerin sübutu kati olsa da delaleti kati değildir. Yani bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda yaşayan gayrimüslimleri içine almaz; bilakis onların içinden belirli vasıflara sahip olan kişilere mahsustur. Bu yüzden bütün gayrimüslimleri aynı kefeye koyup tamamına karşı aynı muameleyi yapmak doğru değildir. “Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.” (Al-i İmran, 3/113) ayeti de onların tamamının aynı olmadığını gösterir.

O halde ayet-i kerimelerde dost edinilmesi ve sevilmesi yasaklanan gayrimüslimler kimlerdir? Esasında yukarıya aldığımız ayetlerin bir kısmında söz konusu kimselerin vasıfları tafsilatlı olarak zikredilmiştir. Bunların bazı ayırıcı vasıfları şunlardır: Allah’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmaları, dinlerinden ötürü Müslümanlarla savaşmaları, onları yurtlarından çıkarmaları veya buna yardım etmeleri, ikiyüzlülük yaparak Müslümanları aldatmaları, Müslümanlara zarar vermek için sürekli fırsat kollamaları, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için gayret etmeleri, İslam’ı alay ve eğlence konusu yapmaları.

Nitekim şu âyet-i kerime de bu gibi kötü vasıflara sahip olmayan gayrimüslimlerle iyi geçinilmesi gerektiğini açıkça beyan etmektedir: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)

Âyet-i kerimede Ehl-i Kitabın yiyeceklerinin (boğazladıkları hayvanların) (Al-i İmran, 3/199) ve onların kadınlarıyla evlenmenin mü’minlere helal kılındığının belirtilmesi de (Mâide, 5/5) hem bu yasağın bütün gayrimüslimleri içine almadığını hem de mutlak olmadığını ifade etmektedir. Zira pekala bir insan evlendiği eşini sevecek ve onunla güzel ilişkiler kuracaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) de Necran Hristiyanlarını Mescid-i Nebevi’de misafir etmiş, gayrimüslimlerin hasta ziyaretine gitmiş, bir Yahudi’nin davetine icabet ederek onun ikram ettiği koyundan yemiş, gayrimüslimlerle ticaret ilişkisine girmiştir. Hatta O, vefat ettiğinde bile zırhı, borcuna mukabil bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. Efendimiz’in Yahudi ve müşriklerle bir arada yaşama adına imzaladığı Medine Vesikası, Mekke döneminde eziyet gören Müslümanları Hristiyan yönetiminde olan Habeşistan’a göndermesi, müşriklerle yaptığı Hudeybiye sulhu, gayrimüslim kabilelere gönderdiği heyetler ve mektuplar, onlardan gelen hediyeleri kabul etmesi, ihtiyaç duyduklarında onlara malî yardımda bulunması gibi onlarla beşerî ilişkilerde bulunduğuna dair daha pek çok misal zikretmek mümkündür.

Efendimiz (s.a.s) kendisi kafir ve müşriklerle sırf küfür ve şirklerinden ötürü alakasını kesmediği gibi başkalarından da böyle bir talep ve istekte bulunmamıştır. Mesela bir gün Hz. Esma henüz Müslüman olmayan annesi ziyaretine geldiğinde Efendimiz’e onunla görüşüp görüşemeyeceğini sormuş ve şu cevabı almıştır: “Evet, hem de akrabalık ilişkilerini gözet ve ona iyi davran.” (Buhari, Edeb 529)

Yasağın İllet ve Sebebi

Öte yandan, “Hükmün müştaka ta’liki mehazi iştikakın illiyetini iktiza eder (Şayet dinî bir hüküm, türemiş bir kelime üzerine bina edilirse o kelimenin türediği kök, hükmün illetini gösterir).” şeklindeki usul kaidesi gayrimüslimlere dair getirilen yasakların mutlak olmadığını gösterir. Şöyle ki ayetlerde dost edinme yasağını bildiren hükümler “Yahudiler, Hristiyanlar, kafirler, münafıklar” gibi lafızlar üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla buradaki yasağın asıl illeti bu kişilerin zikredilen vasıflarıdır.

Buna göre ayetteki yasak, Yahudi ve Hristiyanları Yahudilik ve Hristiyanlıklarında, kafirleri küfründe, münafıkları da nifaklarında dost edinmeyin demektir. O halde güzel olan başka fiillerinden ötürü bu tür insanlarla münasebete geçmek ve onlarla dostluk kurmak mubah olur. Yani bu kişilerin doktorluk, mühendislik, mucitlik, yöneticilik gibi doğrudan dinlerine ait olmayan vasıfları sevilebilir, bunlardan istifade edilebilir. Zira yukarıdaki usul kuralı gereğince bu gibi nitelikler nehyin dışında kalmış olur.
Bu durumda böyle bir yasak “din temelli bir dostluğa” münhasır kalır. Onlar dinî inanç ve düşünceyi düşmanlık sebebi haline getirdikleri için Kur’an da bu konuda inananları uyarmıştır. Yani Kur’an’ın asıl tavrı şahıslara değil onların sahip oldukları vasıflara yöneliktir. Nitekim Müslümanlar da pek çok ayet-i kerimede bir kısım kötü sıfatlarından ötürü şiddetle ikaz edilmiş ve kınanmışlardır. Dolayısıyla güzel vasıflara ve insanî ilişkilere dayalı ilişkiler kurmakta bir engel yoktur.

Zamanın Tefsiri

Bediüzzaman Hazretleri şu izahlarıyla meselenin farklı bir boyutuna dikkat çeker: 
“Asr-ı Saadet’te, İslâmiyet, din ve inanç sahasında muazzam ve muhteşem bir inkılap meydana getirmiş, bütün zihinleri din noktasına çevirmişti. Dostluklar ve düşmanlıklar bu daire içinde gerçekleşiyordu. Onun için Yahudi ve Hıristiyanlara o zaman birisinin dostluğu, inanç olarak değerlendirildiği için, münafıklık manasını akla getiriyordu. Ama artık şu asırda, dünya büyük bir değişiklik geçirmiş, akıl ve zihinler din ve inançtan ziyade medeniyete, ilerlemeye, ticarete ve dünya işlerine odaklanmıştır. Zaten onların büyük çoğunluğu da dinlerine bağlı değillerdir. Onun için medeniyet, fen, teknik, ticaret ve sanat alanlarında irtibata geçmek için dostluk ve diyaloglar kurmamızın bir sakıncası yoktur.”

Günümüzde yaşanan değişimi ve bunun hükümlere olan etkisini anlama adına Bediüzzaman’ın bu izahları oldukça önemlidir. Zira yine onun tabiriyle en büyük müfessir olan zamanın ayetlerin yorumlanmasında çok önemli bir payı vardır. Ayetleri indiği zamanın sosyopolitik şartlarına göre anlamaya ve günümüzün sosyal gerçekliğine göre yorumlamaya çalışmanın doğrudan tarihselcilikle bir ilgisi olmadığını da burada belirtmekte fayda var.

Gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen ayetlerin asıl maksadının dinin korunması olduğunu ifade etmiştik. Elbette Müslümanlar, İslam’ı boğmak için fırsat bekleyen düşmanlara yardım etmemeli, destek olmamalı ve onlarla samimi dostluk ilişkilerine girmemelidirler. Fakat bu tür ayetlerden hareketle bütün gayrimüslimleri “düşman” ilan etmek, onlarla kurulmaya çalışılan diyalog ve hoşgörü çalışmalarının karşısında durmak tek kelimeyle Müslümanların kendi idam fermanlarına imza atmaları demektir.

Her geçen gün küreselleşen, toplumun her alanında çoğulculuğun hâkim olduğu, İslam’ın şiddet ve terörle özdeşleştirildiği, İslamifobia’nın sürekli tırmandığı/tırmandırıldığı bir dünyada bu tür katı ve radikal tavırlar, İslam’a ve Müslümanlara çok ciddi zarar verecektir. Özü sevgi, barış ve hoşgörü olan İslam’ın yanlış anlaşılmasına sebep verecektir. Müslümanlarla ilgili yanlış algıları daha da pekiştirecek, İslam aleyhine propaganda yürüten bir kısım odaklara da malzeme sağlayacaktır.

Geçmiş asırlarda devletler arası ilişkiler savaş kurallarına göre belirleniyordu. Savaşların arkasındaki en büyük motivasyon kaynağını da din oluşturuyordu. Bütün dünya darulharp ve darulislam şeklinde ikiye ayrılmıştı. Din, devlet ve siyasetle iç içeydi. Hayata anlam veren, davranışları yönlendiren neredeyse tek değer dindi. Farklı devlet ve milletlerin arasındaki sınırlar oldukça belirgindi. 

Müslümanların bağımsızlığının korunması, gayrimüslimlerden gelebilecek muhtemel bir kısım tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi adına, onlarla kurulacak ilişkiler oldukça önemliydi.

Günümüzde insanlık bilim ve teknikteki gelişmeler sayesinde önü alınamaz, değiştirilemez ve durdurulamaz bir değişim sürecine girmiştir. Artık insanların “dünya vatandaşı” olacağı bir döneme doğru gidilmektedir. İnsanlığın bu kadar iç içe girdiği, evrensel bir kısım değerlerin ortaya çıkmaya başladığı ve hümanist felsefenin önem kazandığı bir dünyada Müslümanların düşüncelerini ve hareket tarzlarını bir kere daha gözden geçirmelerine; Kur’ân’ı yaşadıkları çağın ruhuna uygun olarak anlayıp tatbik etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır.

Elbette yukarıda zikredilen bu Kur’ânî düsturlar, İslam aleyhine entrikalar çeviren, Müslümanlara düşmanlık yapan kötü niyetli kimselere karşı her zaman geçerlidir. Fakat  Müslümanların içine kapanması ve gayrimüslim dünyadan soyutlanması da hiçbir şekilde İslam’ın bir emri olamaz. Bilakis bu tarz yaklaşımlar İslam’ın ve zamanın ruhundan uzak kalmanın birer neticesidir.

Farklı din ve kültürlerden insanlarla iç içe yaşamak durumunda kalan günümüz Müslümanları, mutlaka İslam’ın şefkat, adalet, cömertlik, güvenilirlik, dürüstlük gibi değerlerini temsil etmeli, dünyanın daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline gelmesi ve insanlığın ortak problemlerinin halledilebilmesi adına farklı din mensuplarıyla diyalog faaliyetleri yürütmeye, işbirliği yapmaya ve ortak projeler geliştirmeye hazır olmalıdırlar.

Yüksel Çayıroğlu