Daha önce de temas edildiği ve Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ifade ettiği üzere, bütün peygamberlerin tebliğ ve temsil ettiği İslâm, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin nihaî tecellilerine mazhar olup, bütün İlâhî hakikatleri nihaî sınırları veya sınırsızlıkları içinde bünyesinde taşır. Ayrıca, İlâhî İsimler’in bütün tecellileri ve bütün İlâhî hakikatler, onda tam bir denge halindedir. Bu, şu demektir:
İslâm, Kıyamet’e kadar her seviyede herkes için her şartta, her durumda, her zaman ve her mekânda geçerlidir ve İslâm, insanın ferdî ve içtimaî hayatı adına hiçbir şeyi eksik bırakmamış ve onun her meselesine cevap verecek düsturları bünyesine almıştır. Fakat bu demek değildir ki, Kıyamet’e kadar insanlığın fert ve toplumlar planında karşılaşacağı bütün meseleler ve onların cevapları, çözüm yolları, Kur’ân-ı Kerim’de tek tek zikredilmiştir. Hayır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, bu meselelerden bazılarını açıkça, bazılarını işareten, bazılarını ima yoluyla, bazılarını remzen, bazılarını da başka şekillerde zikrederken, bütün meselelere çözüm olabilecek düsturları vaz’etmiş, bu düsturlara dayalı olarak her meseleye nasıl cevap verileceği konusunda pek çok usule de zemin hazırlamış veya kapı açmıştır. Bu kapıdan giren büyük âlimler, bu zeminde meselâ Fıkıh’ta İçtihad, Kıyas, İcmâ, İstihsan, İstishab, Mesali-i Mürsele gibi prensipler ortaya koymuş, bunların yanısıra, meselâ İslâm Fıkıh geleneğinin son şaheserlerinden olan Mecelle’nin ilk 99 maddesi gibi, ‘kavaid-i külliye’, yani küllî, en kapsamlı kaideler adı altında kaideler vaz’etmişlerdir. Dolayısıyla, düşüncede, inançta, ferdî ve sosyal hayatın bütün şubelerinde İslâm’ın dışarıdan herhangi bir şey ödünç almasına ihtiyacı yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bu gerçek “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan razı oldum.” âyetiyle ifade buyurulmaktadır. İslâm’ın haricindeki dinler veya sistemlerle ilgili okumalardan ancak İslâm’ı anlamada faydalanılabilir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, İslâm’a ona ters olarak hariçten her ilave bid’at olarak değerlendirilmiş ve hadis-i şerifte “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” buyurulmuştur. Hz. Bediüzzaman, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “‘Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim’ ve “Her bid’at dalâlettir ve her dalâlet Ateş’tedir.” sırrı ile, Şeriat-ı Garrâ’nın kaidelerini ve Sünnet-i Seniyye’nin düsturları tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni îcatlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, eksik ve kusurlu görmek hissini veren bid’atları îcat etmek, dalâlettir, ateştir.”
Yalnız burada şu hususu vurgulamak gerekir ki, bazı yanlış anlamalar ve vaktiyle bazı Müslümanların yanlış takdimleri neticesinde teknoloji veya ilmî keşifler Din’e zıt ve bid’at gibi gösterilmiş ve bundan dolayı İslâm, ilmî gelişmelere karşıymış gibi tenkit ve suçlamalara maruz kalmıştır. Böyle bir iddia da, böyle bir suçlama da, Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamamak manâsına gelir. Yerinde temas edildiği üzere, kâinat ve insan, Cenab-ı Allah’ın İrade ve Kudret sıfatları’ndan gelen ve Kelâm sıfatı’ndan kaynaklanan Kur’ân’ın bir başka malzemeyle yazılmış iki kitaptır. Dolayısıyla, Allah için olmak kaydıyla onları, yani kâinat ve insan kitaplarını çalışmak da, Kur’ân’ı okuyup incelemek ve anlamaya çalışmak gibi bir ibadettir denebilir. İnsanın yeryüzünde halife kılınmış olması da kâinatı incelemeyi ve tanımayı gerektirir ve bu sahada kendisine verilen kapasite ve ilimden dolayı melekler insanlığın temsilcisi olan Hz. Âdem önünde secdeye çağrılmıştır. Ayrıca, hayat ve kâinat, Cenab-ı Allah’ın Şeriat-ı Tekvîniye denilen kanunlar mecmuasıdır. Kur’ân, kâinat ve insan kitaplarını okumayı teşvik, hattâ emir buyurur. Bunu İslâm’ın dışında zannetmek cehaletten ibaret olduğu gibi, kâinat ve insan mevzularında yapılan çalışmaları da bid’at telâkki etmek, yine İslâm’ı hem anlamamak, hem de sahasını daraltmak manâsına gelir.