Showing posts with label film. Show all posts
Showing posts with label film. Show all posts
Tuesday, April 20, 2021
Saturday, October 17, 2020
We all come from somewhere
Commander Saru by Doug Jones
"We all come from somewhere. We carry that place with us where ever we go. That never leaves our hearts. Not entirely. But none of us can predict where our voyage will lead. We may suffer losses along the way. But we can hope to learn and grow from those experiences and from those who accompany us through our journey."
Saru, Star Trek Discovery
Tuesday, April 7, 2020
Covid-19 ve Faşizm
İrfan Aktan - Gazete Duvar
1918’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ve sadece bir buçuk yıl içinde 50 milyonu aşkın insanı öldüren İspanyol gribi, korona virüsünden farklı olarak yaşlıları değil, gençleri vurmuştu. (Salgına İspanyol gribi denmesinin nedeni, hastalığın İspanya’dan çıkması değildi. Hastalık ABD’de çıkmıştı ama o dönemin otoriter rejimleri bu konuda yazılıp-çizilmesini yasakladıkları için, salgına karşı sansürün devreye konmadığı tek ülke olan İspanya’da mesele tartışıldı ve hastalık bu ülkeyle anılır oldu.)
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdürülemez hale gelmesinde önemli bir etkenin, İspanyol gribinin gençleri vurması olduğu söylenir. Zira salgın ordulara sıçramış ve sayısız asker, birbirlerini yok edemeden, grip tarafından öldürülmüştü.
Peki sonrasında nasıl oldu da insanlık, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip ederek milyonlarca insanın daha hayatını kaybetmesine yol açan İspanyol gribi deneyimiyle mutlak bir barış ve tüm insanlığı kapsayacak geniş bir halk sağlığı sisteminde ortaklaşamadı?
2004 tarihinde yayınladığı Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl, savaş ve salgın hastalıklar sırasında artan kaygının, toplumları otoriter iktidarlara sarılmaya ittiğini tarihsel örneklere yaslanarak aktarıyor.
Salecl, Birinci Dünya Savaşı’ndaki “askeri krizin” daha sonra yerini ekonomik ve “zihinsel” krize bıraktığını, bunun da toplumsal kaygıyı beslediğini vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa’nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa’da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. (…) Tabii ki en son kaygı çağı, 1990’larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirminci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle -terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle- meşgul oluşumuzla ilgilidir…”
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.
Hitler’in “ari ırk” hedefi sadece Yahudileri, eşcinselleri, çingeneleri değil, aynı zamanda sakatları, “işe yaramaz” yaşlıları da yok etmeye odaklıydı. Eylül 1939’da devreye konan politikaya göre hastalar, sakatlar, “işe yaramazlar”, doktorlar tarafından tedavi edilmeyerek, aç bırakılarak ölüme terk edilecekti. Büyük tepkiler sonrası rafa kaldırıldığı söylense de, Nazilerin bu politikayı 1945 yılına kadar sürdürdüğü ve 200 bine yakın engelliyi bu şekilde öldürdüğü söylenir.
Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşan kitlesel kaygının yücelttiği Nazizmin, kapitalizmle uyumlu bir vahşet uyguladığı ve “gereksiz yük” olarak görülen sakatları, “işe yaramazları” da hedef aldığı görülüyor.
Korona virüsü de kapitalizmin artık sömüremediklerini, kâr elde edemediklerini, yoksullaştırarak bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına yol açtıklarını aramızdan alıyor. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in açıktan söylediğini dünya liderleri zaten kabullenmiş görünüyor.
Bakın, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin Los Angeles kentinde, korona virüsü teşhisi konan ama sigortası olmadığı için evine yollanan 17 yaşındaki bir genç, hayatını kaybetmiş.
O halde karşımızdaki esas düşman virüsten ziyade kapitalizm. Üstelik vahşi kapitalizmin, virüsü işlevsel bir silaha dönüştürmesi son derece olası: Faşizmin bir alt uygulaması olarak yaşizm.
İtalyan doktorların, yoğun bakım ünitelerinde hangi hastayı gözden çıkarabilecekleri konusundaki mecburi tercih sırasında yaptıkları da bu kapsamda. Düşünsenize, korona virüsünden yoğun bakımda tutulan iki hasta ama tek bir solunum cihazı var. Sağlık personeli bir tercih yapmak zorunda ve bunun da kriteri yaş. İhtiyarın ağzındaki solunum cihazını alıp gence takıyorlar… Bu, ne yazık ki evrensel bir ahlaki sorunsal olarak karşımızda duruyor.
Genci yaşlıya tercih eden aslında doktorlar değil, böylesi bir salgının her an kapımızı çalabileceğine ilişkin güçlü delil ve emarelere rağmen olağanüstü dönemde devreye girecek şekilde acil durum sistemi inşa etmeyi fazladan maliyet olarak gören kapitalizmin kendisi. Silaha, savaşa, şatafata, tüketime ayrılan payın yüzde biri sağlığa ayrılsa, insanların plastikten farkı olmayan ucuz tüketim maddeleriyle değil sağlıklı gıdayla beslenmesi sağlansa, önleyici aşı araştırmalarına ağırlık verilse, muhtemelen İtalyan doktorlar yaşlının solunum cihazını söküp gence takmak gibi travmatik, korkunç bir tercihi yapmak zorunda kalmayacaklardı.
**
Ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere. Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.
Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.
Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.
Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.
Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.
YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ
Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!
Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?
Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.
Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.
Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”
Sunday, June 18, 2017
War Machine
General McMahon: You do whatever you can to stimulate the local economy.
Soldier: Heroin is the only thing bringign money in. Not that i like to think where the money is going to, exactly, but the money keeps the people happy, so we're rolling with that.
General McMahon: Can’t they grow something else?
Soldier: Mmm-hmm. Yeah, they could grow cotton. Cotton would grow here.
General McMahon: Why don’t they grow cotton, then?
Soldier: Because the United States Congress will not allow any United States aid and development funds to be directed towards the cultivation of a crop that will end up on the world market in competition with US farmers.
General McMahon: Oh.
Soldier: Which pretty much rules out cotton.
General McMahon: Sure.
Soldier: So we are growing heroin instead.
General McMahon: Right.
Sunday, January 1, 2017
Friday, January 22, 2016
Jediler ve Öğrenciler
Dünyada yüz milyonlarca hayranı olan Star Wars filmleri, birçoğumuz için oldukça ilginç dersler içeriyor.
Öncelikle insan yetiştirme konusunda filmin öyküsündeki uygulamalar, bizim dünyadaki uygulamalarımızdan bir hayli farklı. Tipik bir öğrenci, okula gider gelir ve hayatta kendi yolunu bulması beklenir. İş hayatı da bundan çok farklı değildir. İşyerinde sınıf eğitimleri ve kurslar olsa da çalışan sonunda iş macerasının içinde yalnızdır. Star Wars'taki Jedi-Padawan ilişkisi ise oldukça farklı. Dünya karşılığı olarak usta-çırak ilişkisi olarak tanımlayabileceğimiz Jedi-Padawan ilişkisi, Padawan açısından bakıldığında oldukça yol gösterici.
Bir üniversite öğrencisi, kendisine yol gösterecek bir Jedi-bir usta bulmalıdır. Bu usta, iş dünyasından profesyonel bir yönetici veya bir girişimci olabilir. Ustalık bilgelikten çok, tecrübeyle ilgilidir. Bir işi yapmayı öğrenmiş olmak, bilgelik değildir ama bir başkasına yol göstermek için yeterlidir. Bir üniversite öğrencisi bir iş insanını kendine usta olarak seçerse, onun profesyonel yeteneklerine odaklanmalıdır.
Star Wars'un usta-çırak ilişkisinde en çok öne çıkan şey, usta ve çırağın neredeyse mümkün olan tüm zamanlarda birlikte olmalarıdır. Usta, çırağının önünde tam bir örnek oluşturmaktadır. Çırak da ustaya gerektiği zaman işlerini hızlandırma konusunda destek olur. Ustanın en önemli işlevlerinden biri çırağa hem kendi hem de çırağın eylemleri hakkında bilgi vermek ve analizler yapmaktır. Ustaların çırağı bulduklarında ukala bir tavırla, sürekli nasihat vermeleri çırağı rahatsız edebilir. İşin nasihat veya öğretmenlik kısmı yeri geldiğinde yapılmalıdır. İlişkide belirli bir olgunlaşmadan sonra çırak da ustasına, ustasının eylemleri hakkında nezaket sınırları içinde geri bildirim verebilir.
Ustanın çırağın yetişmesine katkıda bulunmak için mümkün olan her fırsatı kullanması gereklidir. Dışarıda yemek yemek, spor yapmak, uygun olan seyahatler, sunumlar ve benzeri toplantılar çırağın gelişmesine fırsat verecektir.
Çırakların en önemli değerlerinden biri eylem insanı olmalarıdır. Söylenen şeyi hemen yapmaları, onları kıymetli yapar. Bu anlamda bu yazıyı okuyan bir üniversite öğrencisi olsaydım, bu yazıyı hemen keser, aklımdaki bir yöneticiye gidip yazıyı gösterir ve çırağı olmak istediğimi söylerdim.
Friday, November 27, 2015
Memleketin Hali
Ben Türkiye’yi daha çok Quentin Tarantino filmlerine benzetiyorum. Adamın filmlerinde gözüne soka soka, öyle bir dehşet vardır ki ilk kafa koptuğunda şok olursun, sonra birinin kolu kopar, ürperirsin. Sonra ötekinin gözü çıktığında, bir için titrer. Sonra alışırsın; kopan bacaklardan koyu kanlar fışkırırken sen pipetten aynı renkteki colayı çekersin; kadın adamın parmaklarını kanlarıyla dilimlerken sen finger patates menünü ketçaba banarak yersin. Sonra filmin devamında alışır, daha kötüsü, daha fazlasını istersin. Ülkede olanlar korkunç değil, bizim alışmış olmamız korkunç. 1950’lerde Türk filmi gibi olan bir ülkeydik. Bak o filmlerde kim kötü kim iyi öyle bellidir ki. Şimdi belli değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğu belli değil. Kimin aslında iyilik, kimin kötülük yaptığını da anlayamazsın. Tarantino filmlerindeki gibi sürüyle uzun diyalog ve anlamsızlık var. Bir de ucunun nereye gideceği belli olmayan bir şiddet.
Bak yanına ben oturdum. Bildiğim için sana tıp ve ilaç dünyasının % 1’ini anlattım. Gözüm kapalı bir fili tarif edecek kadar bilgiliyim. Yanına oturan hemşerin gümrükçü olsaydı, gümrüklerdeki pisliği anlatacaktı. Milletvekili olsa devlet yönetimindeki, hâkim olsa hukuktaki, iş adamı olsa iş hayatındaki, sporcu olsa spordaki, subay olsa ordudaki, öğretmen olsa eğitimdeki, gazeteci olsa basındakini... Sen hepsini böyle gözlerin fal taşı gibi dinleyecektin.
– Ya baba, bütün gün “Semra Hanım’ı; yok penaltıydı, değildi diyen adamları; şunla şu boşandı mı?”yı dinliyoruz bunlardan niye haberimiz yok?
Sunday, October 18, 2015
Sunday, December 28, 2014
White and Black Alike
Bass: The law says you have the right to hold a nigger, but begging the law's pardon... it lies. Is everything right because the law allows it? Suppose they'd pass a law taking away your liberty and making you a slave?
Edwin Epps: Ha!
Bass: Suppose!
Edwin Epps: That ain't a supposable case.
Bass: Because the law states that your liberties are undeniable? Because society deems it so? Laws change. Social systems crumble. Universal truths are constant. It is a fact, it is a plain fact that what is true and right is true and right for all. White and black alike.
Wednesday, January 1, 2014
Swish-Swoosh
Ginty: [while seeing her father shave] Why do you do that?
Travers Goff: For you my dear!
[He flicks the blade in the air like a swordsman]
Travers Goff: Swish! Which kind of kisses do you prefer, Gintamina? Swoosh! Scratchy ones or silky ones?
Ginty: [thinks] Silky ones.
Travers Goff: A man must shave for to spare his daughter's cheeks! Swish!
Monday, December 30, 2013
The Ox-Bow Incident
Donald Martin: Why do ya keep asking me all these questions? You don't believe anything I tell you.
Major Tetley: There's truth in lies too, if you can get enough of them.
Major Tetley: There's truth in lies too, if you can get enough of them.
---
[Gil Carter reading Martin's letter]
Gil Carter: "My dear Wife, Mr. Davies will tell you what's happening here tonight. He's a good man and has done everything he can for me. I suppose there are some other good men here, too, only they don't seem to realise what they're doing. They're the ones I feel sorry for. 'Cause it'll be over for me in a little while, but they'll have to go on remembering for the rest of their lives. A man just naturally can't take the law into his own hands and hang people without hurtin' everybody in the world, 'cause then he's just not breaking one law but all laws. Law is a lot more than words you put in a book, or judges or lawyers or sheriffs you hire to carry it out. It's everything people ever have found out about justice and what's right and wrong. It's the very conscience of humanity. There can't be any such thing as civilization unless people have a conscience, because if people touch God anywhere, where is it except through their conscience? And what is anybody's conscience except a little piece of the conscience of all men that ever lived? I guess that's all I've got to say except kiss the babies for me and God bless you. Your husband, Donald."
Friday, November 22, 2013
Parazit Çeşitleri
State's Atty. Ilene Nathan: And what is your occupation?
Omar Little: Occupation?
State's Atty. Ilene Nathan: What exactly do you do for a living, Mr. Little?
Omar Little: I rip and run.
State's Atty. Ilene Nathan: You?
Omar Little: I robs drug dealers!
Maurice 'Maury' Levy: Why should we believe your testimony then? Why believe anything you say?
Omar Little: That's up to y'all, really.
Maurice 'Maury' Levy: You are feeding off the violence and the despair of the drug trade. You are stealing from those who themselves are stealing the lifeblood from our city. You are a parasite who leeches off the culture of drugs...
Omar Little: Just like you, man.
Maurice 'Maury' Levy: Excuse me? What?
Omar Little: I got the shotgun. You got the briefcase. It's all in the game though, right?
Friday, August 16, 2013
Expelled: No Intelligence Allowed
Richard Dawkins: Well... it could come about in the following way: it could be that uh, at some earlier time somewhere in the universe a civilization e-evolved... by probably by some kind of Darwinian means to a very very high level of technology and designed a form of life that they seeded onto... perhaps this... this planet. Um, now that is a possibility. And uh, an intriguing possibility. And I suppose it's possible that you might find evidence for that if you look at the um, at the detail... details of our chemistry molecular biology you might find a signature of some sort of designer.
Ben Stein: [voice over] Wait a second. Richard Dawkins thought intelligent design might be a legitimate pursuit?
Richard Dawkins: Um, and that designer could well be a higher intelligence from elsewhere in the universe. But that higher intelligence would itself would have to come about by some explicable or ultimately explicable process. It couldn't have just jumped into existence spontaneously. That's the point.
Ben Stein: [voice over] So professor Dawkins was not against intelligent design, just certain types of designers. Such as God.
**
Richard Dawkins: We know the sort of event that must have happened for the origin of life.
Ben Stein: And what was that?
Richard Dawkins: It was the origin of the first self replicating molecule.
Ben Stein: Right, and how did that happen?
Richard Dawkins: I've told you, we don't know.
Ben Stein: So you have no idea how it started.
Richard Dawkins: No, no. Nor has anyone
Subscribe to:
Posts (Atom)