Ben Türkiye’yi daha çok Quentin Tarantino filmlerine benzetiyorum. Adamın filmlerinde gözüne soka soka, öyle bir dehşet vardır ki ilk kafa koptuğunda şok olursun, sonra birinin kolu kopar, ürperirsin. Sonra ötekinin gözü çıktığında, bir için titrer. Sonra alışırsın; kopan bacaklardan koyu kanlar fışkırırken sen pipetten aynı renkteki colayı çekersin; kadın adamın parmaklarını kanlarıyla dilimlerken sen finger patates menünü ketçaba banarak yersin. Sonra filmin devamında alışır, daha kötüsü, daha fazlasını istersin. Ülkede olanlar korkunç değil, bizim alışmış olmamız korkunç. 1950’lerde Türk filmi gibi olan bir ülkeydik. Bak o filmlerde kim kötü kim iyi öyle bellidir ki. Şimdi belli değil. Neyin iyi, neyin kötü olduğu belli değil. Kimin aslında iyilik, kimin kötülük yaptığını da anlayamazsın. Tarantino filmlerindeki gibi sürüyle uzun diyalog ve anlamsızlık var. Bir de ucunun nereye gideceği belli olmayan bir şiddet.
Bak yanına ben oturdum. Bildiğim için sana tıp ve ilaç dünyasının % 1’ini anlattım. Gözüm kapalı bir fili tarif edecek kadar bilgiliyim. Yanına oturan hemşerin gümrükçü olsaydı, gümrüklerdeki pisliği anlatacaktı. Milletvekili olsa devlet yönetimindeki, hâkim olsa hukuktaki, iş adamı olsa iş hayatındaki, sporcu olsa spordaki, subay olsa ordudaki, öğretmen olsa eğitimdeki, gazeteci olsa basındakini... Sen hepsini böyle gözlerin fal taşı gibi dinleyecektin.
– Ya baba, bütün gün “Semra Hanım’ı; yok penaltıydı, değildi diyen adamları; şunla şu boşandı mı?”yı dinliyoruz bunlardan niye haberimiz yok?