Showing posts with label Yavuz Altın. Show all posts
Showing posts with label Yavuz Altın. Show all posts

Sunday, May 2, 2021

Orhan Pamuk okuma rehberi

 


    Bazı romanları iyi ki geç okumuşum dediğim oluyor. Çünkü iyi yazılmış bir roman, ilk okuyuşta anlatılandan çok daha fazlasını vaat eder. Kelimeleri uç uca birleştirdiğinizde ortaya çıkan hikâyeler bütünü, farklı katmanlarla genişler, boyut ve derinlik kazanır, nihayet size yepyeni bir dünya kurar.

    Bazı yazarlar bunu tuğla tuğla ördükleri bir yapı biçiminde okuyucuya sunar. Bazıları devasa bir tuvalin önünde her detayına özendikleri bir resim yapar gibi. Bazılarıysa bir heykel ustasının murç, çekiç ve madırgasıyla mermere ya da başka kıymetli taşlara şekil vermesine özenir. Bu türlü romanları geç okuduğuma seviniyorum çünkü hayata ve edebiyata dair bilgim arttıkça, bu romanlardan aldığım tat da başkalaşıyor.

    Orhan Pamuk, yer yer kendisinin de ifade ettiği üzere, bir ressam gibi yazar. Onu bazen Bob Ross’a benzetirim. Eline aldığı fırçayla, ekranları başındaki seyircilerle konuşarak ve bu arada resimdeki her bir unsura şefkat göstererek, sabırla saatlerce resim yapar.

    Pamuk’un külliyatını okuduğunuzda, onun en yakıcı meseleleri bile metanetle, hoşgörüyle ve şefkatle nasıl anlattığına şahit olabilirsiniz. En kötü karakterlere bile yeri gelir üzülür, anlayış gösterirsiniz. “Babacan” bir üslubu vardır. Ama bu onu tartışmalı alanlara girmekten, cesaret gerektiren meseleler açmaktan, karakterlerinin karanlık taraflarını fâş etmekten alıkoymaz.

    Herkesin sevmek zorunda olduğu bir yazar değil Pamuk. “Okumak isteyeceğim romanlar yazdım,” demişti bir röportajında. Zevkleriniz onunla yakınlaşıyorsa, onu okumayı sevmeniz daha muhtemel. Ama onun dünya edebiyat tarihinde önemli bir yeri var ve hep olacak.

    İlk kez Orhan Pamuk okuyacaklara ya da son romanı Veba Geceleri’ne başlayacaklara ya da bir vakit burun kıvırıp şimdilerde “Acaba okusam mı?” diye tereddüde düşenlere bir Orhan Pamuk okuma rehberi hazırladım. Umarım işinize yarar…

    BİR

    Orhan Pamuk salt bir hikâye anlatıcısı değildir. O hikâyeyi nasıl anlatacağı üzerine de uzun uzun kafa patlatır. (Post)modern romanın en büyük numarası da budur zaten. Romandaki hikâyeyi kimin anlatacağı, biz okuyucuların hadiseleri kim(ler)in gözünden göreceğimiz, bu arada hikâye anlatmanın kısıtlarının neler olacağı onun sanatının hiç de es geçilmeyecek bir cüzüdür.

    Bunun da ötesinde romanın okuyucusunun kim olacağını dâhi düşünür. Okuyucuyla oyunlar oynar, muziptir. Cümlelerinin “kırıklığı” ya da Türkçesinin “düzgün olmayışı” çokça gündeme gelir ama bunlar onun özgünleşme hamleleridir esasında. Dener, yanılır, yine dener. Ve evet, Batılı okuru da hesaba katar yazarken.

    Bu sebeple belki de, roman sanatı hakkında bir miktar malumat sahibi olmak, Pamuk romanlarından daha büyük keyif almanın ön koşuludur bana kalırsa. Tıpkı resimler gibi. Bir miktar sanat tarihi okumakla, sanat galerilerinden yahut müzelerden daha çok istifade etmeye başladığınızı sizler de hissetmişsinizdir.

    Pamuk’un romanları referans aldıkları (hatta bazen geniş geniş aşırdıkları) başka metinlerle birlikte düşünüldüğünde daha geniş bir dünyanın parçası olarak görülebilir. Sıkı edebiyat okurları, özellikle de modern romanların müdavimleri, Pamuk’un kimlerle diyaloga geçtiğini daha iyi kavrayacaktır.

    İKİ

    Isaiah Berlin, yazarları ikiye ayırır: Tilki ve kirpi. Yola çıktığı söz de şudur: “Tilki pek çok şey bilir, ama kirpi büyük, tek bir şey bilir.”

    Tilki olan yazarlar, size devasa bir dünya sunar, incik boncuk her şeyden bahsettikleri, sanki sizi oraya götürür gibi ustalıkla kurdukları bir dünyayı ve o dünya içindeki karakterleri anlatır. Kirpiler ise tek bir konudaki vukufiyeti ile öne çıkarlar. O kadar derinlikle bahsederler ki o konudan, dipsiz bir kuyuya baktığınızı hissedersiniz. Tolstoy, tilkidir mesela; Dostoyevski ise kirpi.

    Orhan Pamuk, çok evvelden Dostoyevski tarzı bir yazar olmadığını söylemişti. Bir kitabında, Tolstoy’un karakterlerin ruh dünyasına pek değinmeden, tamamen dışarıdan gözlemlenebilen hareketleri, tavırları, jest ve mimikleriyle onların duygu durumlarını aktarabilmesini çok sevdiğini de anlatmıştı. Elbette Tolstoy’un karakterlerdeki (dışsal) detaycılığı kadar yaşadıkları çağın alelade günlük detaylarına dair uzun uzun yazması da Pamuk’a benzer.

    Tıpkı Tolstoy gibi Pamuk da, anlattığı hikâyeyi dışarıdan seyrederek tasvir eder. Onun romanıyla “bakış” ve “manzara” arasında sıkı ilişkiler vardır. Ondan, “uzun ruh tahlilleri” ya da “zihnin derinliklerinde gezinen düşünceleri” bekleyen okuyucular hayal kırıklığına uğrayacaktır. Onun hitap ettiği yer gözdür. Gözümüzle görebileceğimizi anlatır. Hikâyelerini de bu esasa göre kurgular. Materyal (objektifçe anlaşılabilir) dünyayı anlatmayı, metafizik (sübjektif biçimde hissedilen) dünyaya tercih eder.

    Elbette her okuyucu bundan hoşlanmayacaktır.

    ÜÇ

    Peki ne anlatır Orhan Pamuk? Galiba en çok üzerinde durduğu mesele Doğu’yla Batı’nın karşılaşmasıdır. Bunu İstanbullu kimliği ile örtüştürür, bir zenginlik kaynağı olarak görür.

    Osmanlı’nın Batılılaşma tarihi, Batılıların Doğu’yu nasıl gördükleri, Doğuluların Batı’ya nasıl baktıkları, bu ikisinin karşılaşmasının ortaya çıkardığı meseleler, kimlik problemleri, yeni ile eski arasındaki çatışma ve bağlanma… Hepsinden bir tutam bulmak mümkündür romanlarında. Hatta çoğu zaman bu arkaplan, görünürdeki hikâyenin de önüne geçer, karakterlerin başlarına gelenlerden çok, o karakterlerin içine doğdukları kültürel evreni anlatır.

    Doğu-Batı meselesinin Osmanlı’nın son dönemindeki meşhur Tanzimat romanının da başlıca konularından olduğunu bilenler için, Pamuk’u bir Türkiye edebiyatı silsilesinin son ucuna eklemek mümkün. Ama bunu daha önce hiçbirinin yapmadığı kadar alaycılıkla ve yer yer sinizme de varan bir nihilizmle yaptığını düşünürsek, burada farklı bir damar olduğunu söyleyebiliriz.

    Konuşmalarında ya da bazı düz yazılarında bazı şeylere kıymet verdiğini ısrarla vurgulasa da, bana kalırsa Orhan Pamuk edebiyatı, var olan bütün değerleri, inanışları, romantizmleri, gizemleri, idealleri, ideolojileri düzleyen ve gerçek hayatın rastgeleliğini, sıradanlığını ve sıkıcılığını surata çarpan bir edebiyattır.

    Bu gerçeklik, geri kalmışlığın, hayallere ulaşamamanın, ideallerdeki hayat için yeterli olamamanın doğurduğu bir melankoli ve hüzne eşlik eder karakterlerin hayatlarında.

    DÖRT

    Müthiş detaycıdır. Bazen bir paragraf yazmak için en az iki üç kitap okumuş olduğunu hissedersiniz. Ağabeyi ünlü tarihçi Şevket Pamuk’a özenir gibi, akademik bir araştırmacılık hassasiyetiyle, ele alacağı konuya dair ne var ne yok tüketir. Sonra da buradan elde ettiği detayları romanın sayfalarına serpiştirir.

    Bu durum ortalama okur için sıkıcı gelebilir. Anlatımın uzayıp sündüğü hissine kapılmak mümkündür. Aynı zamanda ağır ağır, sindire sindire okursanız daha çok lezzet alacağınız anlamına da gelir.

    Pamuk’un özellikle tarihî romanlarını şuna benzetiyorum: Çok eski, zengince detaylı ve büyük bir resmi seyrederken bir anda tablodaki her şeyin hareketlendiğini, o tabloda dondurulmuş hayatın akmaya başladığını düşünün. İşte Orhan Pamuk, gerçekten de tarih kitaplarının, eski tasvirlerin, kıyıda köşede kalmış eski kitapların bize kesitler hâlinde sunduğu o bilgiyi alıp oradan bir hayat canlandırmaya girişir.

    Hatta yukarıda değindiğim “şefkatli anlatıcı” tavrı, tarihî romanlarda daha çok karşımıza çıkar ve eski zamanlarda yaşamış karakterlerin bugünden bakınca akılsızca gelebilecek davranışları üzerinde ısrarla durur. Sanki bir minyatürdeki küçük adamların ve kadınların gerçekten de hayatla baş edemeyecek kadar küçük ve yetersiz olduğunu düşündürür.

    Pamuk, büyük kahramanlıkları ya da idealistçe prensipli davranışları değil, insanların küçük çıkarcılıklarını, şark kurnazlıklarını, basitliklerini ve budalalıklarını anlatmayı daha çok sever.

    BEŞ

    Romanlarını Nobel öncesi ve Nobel sonrası olarak ayırmak mümkündür. Nobel öncesinde daha “sanatsal” romanlar yazmaktaydı. Birinci maddede bahsettiğim “romanın yapısı” meselesine daha çok kafa patlatıyordu. Ancak Nobel’den sonra, bir röportajında da bahsettiği üzere, hikâyeye daha çok ağırlık verdi ve daha da detaycı, daha da takıntılı hâle geldi. Hâliyle romanlarının hacmi de arttı.

    İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı ayrı bir yere koymak lazım. Zira orada 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki modern romanlara benzer bir aile hikâyesi anlatmış, bunu da alabildiğine sadelikle ve “kitabına uygun” (bildungsroman) biçimde yapmıştı.

    Sonrasında sırasıyla yazdığı, Sessiz EvBeyaz KaleKara KitapYeni HayatBenim Adım Kırmızı ve Kar romanları, anlattıkları konuların yanı sıra dilde ve roman sanatında farklı teknik arayışlarla da öne çıkar.

    Nobel’den sonra yayımladığı romanları, Masumiyet MüzesiKafamda Bir TuhaflıkKırmızı Saçlı Kadın ve son olarak Veba Geceleri’nde ise tabiri caizse daha “basitçe” hikâyesini anlatmayı tercih etmiş, elbette yine bazı yapısal-teknik yenilikleri gündeme getirmiş fakat ilk dönem romanları kadar “artistik” kaygılara düşmemiştir.

    Bu sebeple eğer ilk kez Pamuk okuyacaksanız, Nobel sonrası romanlarla başlamanız belki daha iyidir.

    ALTI

    Orhan Pamuk aynı zamanda çok güzel makalelerin de yazarıdır. Bunları Öteki Renkler ve Manzaradan Parçalar gibi derleme kitaplarından okuyabilirsiniz. Ayrıca Saf ve Düşünceli Romancı isimli, yazarlık sanatıyla ilgili ABD’de verdiği derslerden oluşan kitabı da, yazmakla ilgileniyorsanız eğer, şahanedir.


    Yavuz Altun


    Saturday, January 26, 2019

    İyi Liderler Tarih Kitaplarına Giremiyor




    Abdülnasır’ın Mısır’ı birçok yönden bugünün Türkiye’sine benziyor. Devrin Mısır cumhurbaşkanı, kendinden önceki iktidarı devirip yeni bir rejim kuruyor. İlk yıllarında “daha güçlü bir Mısır” sözü veriyor. Bir zamanlar iç içe olduğu Müslüman Kardeşler’i rakip olarak gördüğü için, kendisine yönelik bir suikast bahanesiyle, bütün üyelerine karşı baskı uygulatıyor. (Bu suikast girişiminin düzmece olabileceğine dair iddialar var. Ama o dönemki Müslüman Kardeşler içinde, hareketin lideri Hasan el-Benna’ya rağmen şiddeti, suikastları savunan bir ekip de var.)
    Daha sonra Abdülnasır kendini “Arapların lideri” olarak konumluyor ve bölgede bu yönde çalışmalar yapıyor. O dönemlerde Arap dünyasında yaygın olan anti-emperyalist dalgayı kullanıyor. Milliyetçiliği körüklüyor. 1958’de Suriye ile anlaşıp sadece üç yıl yaşayacak olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuruyor. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği ile çalışıyor. Bu sırada İsrail’e bir saldırı düzenliyor ve buradan paçayı kurtarabilince hem popülaritesi artıyor hem de daha da radikalleşiyor.
    1970’teki Altı Gün Savaşları’nda bu gerilimin onun için kötü bittiğini hatırlatalım. Hatta Abdülnasır’ın yardımcılığını da yapan Enver Sedat, tamamen aksi yönde bir dış politika gütmek durumunda kaldı ve İsrail’i devlet olarak tanıma yolunu seçti. Elbette bu durum ona 1978’de bir Nobel Barış Ödülü (devrin İsrail Başbakanı Menahem Begin’le birlikte) kazandıracaktı.
    Ama Abdülnasır’ın güçlü liderlik modeli, aynı yıllarda Suriye’de Hafız Esad’la ve Cezayir’de Huari Bumedyen ile de benzer nitelikler taşıyor. Bu liderler, hızlı ve güçlü bir şekilde toplumu kontrol altına almayı, iç ve dış politikada geleneksel çizgileri bozmayı ve “millîleşmeyi” önemsiyor. Politikaları hep büyük şeyler başarmak üzerine kurulu. Council on Foreign Relations’tan (CFR) Steven A. Cook’a göre bu liderlerin kurduğu yönetim modelleri, başlangıçtaki “icraat” odaklı enerji, kısa zaman içerisinde ivmesini kaybediyor ve zamanla kendi vatandaşlarıyla uğraşan rejimlere dönüşüyor.
    Cook, güçlü ve otokrat liderlerle çalışmaya daha hevesli Batılı politikacılara bir uyarı yaparken özellikle şu noktanın altını çiziyor: Singapur, Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük, zengin ve kendine has coğrafi konuma sahip ülkelerde bu türlü bir yönetimden “reform” beklemek mümkün fakat büyük ve karmaşık toplumlarda doğru reformların yapılması için konsensüse, yani demokrasiye ihtiyaç var.
    **
    İşin bir diğer boyutu da şu: “Güçlü lider” dediğimiz politikacılar gerçekten de etkin, gelecek kuşaklara alan açan, toplumların eğitim ve refah seviyelerini arttıran kimseler midir?
    Aslında tam tersine çoğunlukla diktatörler, otokratlar ya da müstebit politikacılar – ki bunlar etkisi altına aldıkları toplulukları “güçlü lider” olduklarına ikna ediyorlar – ya iktidarda oldukları zamanlarda ülkelerini krizlere açık hâle getiriyor ya da kendilerinden sonra içinden çıkılmaz problemlerin toplumda yerleşmesine yol açıyor. Tarih, bunun örnekleriyle dolu.
    İngiliz siyaset bilimci Archie Brown The Myth of the Strong Leader (Güçlü Lider Miti) isimli kitabında, bu sebeple toplumları gerçekten dönüştürme ve nesiller süren etkilere sahip olma konusunda kafası karışık, zayıf liderlerin daha fazla iş başardığı görüşünde.
    Brown, “iyi” liderlerin tarih kitaplarında pek yer kaplamadığına da dikkat çekiyor. Kişisel favorilerinden biri ABD’nin 33. Başkanı Henry Truman. “Truman’ın tarzının alamet-i farikası, başkanlığının en sıradışı dış politika başarısının, Truman Planı değil, Marshall Planı olarak bilinmesidir.” (Marshall, Truman’ın yardımcılarından birinin soyadıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yeniden imarı için geliştirilmişti ve ülke tarihinin en önemli dış politika başarılarından biri olarak görüldü.)
    Brown, Truman’ı tereddütlü olduğu için övüyor. Bulunduğu makamın gücünü abartmayan, başka insanların öne çıkıp sorumluluk alması konusunda açık olan, dediğim dedik tavırlardan uzak duran bir profil çiziyor onun için. Gelgelelim, iyi liderlerin seçmenin ilgisini pek çekemediğinden de yakınıyor. Nitekim Truman’ın Beyaz Saray’daki son günlerinde toplumda kabul görme oranı yüzde 20’lere kadar düşmüştü.
    Güçlü liderlerin oluşturduğu bir diğer tehlike, iç meselelerden uzaklaşıp dış politika ve çoğunlukla askerî konuların cazibesine kapılmaları. İngiltere’yi Irak Savaşı’na sokan Tony Blair’in son günlerinde, kabinedeki bakanlar iç meselelere de askerî terminolojiyle yaklaştığını fark etmişler sözgelimi. Tahammül sınırları düşmüş, her şeyin bir an evvel olması gerektiğini düşünmeye başlamış. Ama bir gazetecinin dediği gibi: “Bağdat’ı yarın bombalayabilirsin ama eğitimin kalitesini arttırmak çok daha uzun süre alacaktır.”
    Diğer yandan “güçlü liderler” biraz da gündemi ellerinde tutmak için sıradışı hamlelere muhtaçlar.

    Şöyle düşünün. Adolf Hitler hükümetinin 1933’te hâli hazırda yüzde 30 işsizliğe sahip Alman ekonomisini savaşa hazırlayacak şekilde yürütmesi, dünyanın en ahmakça planıydı. İlk iki yılında askerî harcamaları yüzde 1’den yüzde 10’a çıkarmıştı. 1944’te, savaşın son günlerinde bu oran yüzde 75’e kadar tırmandı. Nazi Almanya’sının kısa zamanda muazzam bir güç elde etmesi, “devletin verimliliği” konusunda bazı zihinlere ilgi çekici gelse de, “mutlak gücün mutlak yozlaşmaya yol açacağı” hâlâ geçerliliğini koruyan bir ilke.
    (Ama Hitler iktidarının güçlü olduğu yıllarda Avrupa’nın pek çok ülkesinde, İngiltere’de ve Amerika’da bile Nazizm hakkında olumlu düşünceleri, yönetim kademelerinde bulmak, görmek mümkündü. The Crown isimli diziyi seyredenler ya da tarih meraklıları hatırlar, İngiltere’nin tahttan vazgeçen eski kralı Sekizinci Edward, Nazi Almanya’sını 1937’de ziyaret etmiş, savaşın sonuna kadar Hitler’in yakın çevresiyle ilişkilerini sürdürmüştü. Hitler savaşı kaybettikten sonra yerin dibine sokulsa da, öncesinde özenilen bir “güçlü lider”di.)
    Güç illüzyonu temelde, bu liderlerin karar alma mekanizmalarını bypass ederek, alabildiğine hızlı “icracılar” olmasından kaynaklanıyor. Kısa zamanda, çok sayıda icraat yapmak, bu arada muhalefeti (itirazları) susturmak, uzun vadeli diplomatik ilişkileri kesip atmak ya da tek karar verici olarak ülkedeki her kurumu aynı hizada tutmak büyük marifet olarak görülüyor. Liderin kişiselleştirdiği dış politika, orta ve uzun vadede kurumları yok ediyor, ikincil aktörleri silikleştiriyor.
    Halbuki iyi liderler, karar alma mekanizmalarını çeşitlendiren, çok sayıda fikrin kararlar alınmadan önce duyulmasını sağlayan ve bu arada toplumsal mutabakat için çalışan kimselerdir. Çünkü “hız” doğru kararların düşmanıdır. Karmaşık meseleler, hızlı bir biçimde anlaşılıp çözüme kavuşturulamaz. Hız, belki yalnızca savaş gibi aciliyet gerektiren durumlarda karar vericilerin sahip olması elzem bir özelliktir. Politikada ise yavaşlık, uzun süreli tartışma ve geniş katılım aranması gerekenlerdir.

    Wednesday, October 24, 2018

    Türk Oblomov'u



    Yavuz Altın, tr724.com
    Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
    Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
    Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
    Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
    Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
    Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
    Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
    Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
    Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
    Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
    Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
    Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
    Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
    Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
    Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
    Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
    Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.