Showing posts with label İngiltere. Show all posts
Showing posts with label İngiltere. Show all posts

Tuesday, November 17, 2020

Europe

 


THE MODERN WORLD, FOR BETTER OR WORSE, SPRINGS from Europe. This western outpost of the great Eurasian land mass gave birth to the Enlightenment, which led to the Industrial Revolution, which has resulted in what we now see around us every day. For that we can give thanks to, or blame, Europe’s location.

The climate, fed by the Gulf Stream, blessed the region with the right amount of rainfall to cultivate crops on a large scale, and the right type of soil for them to flourish in. This allowed for population growth in an area in which, for most, work was possible all year round, even in the heights of summer. Winter actually adds a bonus, with temperatures warm enough to work in but cold enough to kill off many of the germs which to this day plague huge parts of the rest of the world.


Good harvests mean surplus food that can be traded; this in turn builds up trading centres which become towns. It also allows people to think of more than just growing food and turn their attention to ideas and technology.


Western Europe has no real deserts, the frozen wastes are confined to a few areas in the far north, and earthquakes, volcanoes and massive flooding are rare. The rivers are long, flat, navigable and made for trade. As they empty into a variety of seas and oceans they flow into coastlines which are, west, north and south, abundant in natural harbours.


If you are reading this trapped in a snowstorm in the Alps, or waiting for flood waters to subside back into the Danube, then Europe’s geographical blessings may not seem too apparent; but, relative to many places, blessings they are. These are the factors which led to the Europeans creating the first industrialised nation states, which in turn led them to be the first to conduct industrial-scale war. 


**

Geographically, the Brits are in a good place. Good farmland, decent rivers, excellent access to the seas and their fish stocks, close enough to the European Continent to trade and yet protected by dint of being an island race – there have been times when the UK gave thanks for its geography as wars and revolutions swept over its neighbours.



The British losses in, and experience of, the world wars are not to be underestimated, but they are dwarfed by what happened in Continental Europe in the twentieth century and indeed before that. The British are at one remove from living with the historical collective memory of frequent invasions and border changes.


There is a theory that the relative security of the UK over the past few hundred years is why it has experienced more freedom and less despotism than the countries across the Channel. The theory goes that there were fewer requirements for ‘strong men’ or dictators, which, starting with Magna Carta (1215) and then the Provisions of Oxford (1258), led to forms of democracy years ahead of other countries.


It is a good talking point, albeit one not provable. What is undeniable is that the water around the island, the trees upon it which allowed a great navy to be built, and the economic conditions which sparked the Industrial Revolution all led to Great Britain controlling a global empire. Britain may be the biggest island in Europe, but it is not a large country. The expansion of its power across the globe in the eighteenth, nineteenth and twentieth centuries is remarkable, even if its position has since declined.


Saturday, November 9, 2019

British Slave Trade in Asante and Fante Land

Image result for asante slave trade"

James knew the British had been inciting tribal wars for years, knowing that whatever captives were taken from these wars would be sold to them for trade. His mother always said that the Gold Coast was like a pot of groundnut soup. Her people, the Asantes, were the broth, and his father’s people, the Fantes, were the groundnuts, and the many other nations that began at the edge of the Atlantic and moved up through the bushland into the North made up the meat and pepper and vegetables. This pot was already full to the brim before the white men came and added fire. Now it was all the Gold Coast people could do to keep from boiling over again and again and again. James wouldn’t be surprised if the British had killed his grandfather as a way to raise the heat. Ever since his mother had been stolen and married to his father, his village had been swelteringly hot.

**

“Is it true?” he asked. “The rumors about the British abolishing slavery soon?”

Quey shrugged his shoulders. “The year James was born, they told everyone in the Castle that the slave trade was abolished and that we could not sell our slaves to America anymore, but did that stop the tribes from selling? Did that make the British leave? Don’t you see this war the Asantes and the British are fighting now and will continue to fight for far longer than you or I or even James can live to see? There’s more at stake here than just slavery, my brother. It’s a question of who will own the land, the people, the power. You cannot stick a knife in a goat and then say, Now I will remove my knife slowly, so let things be easy and clean, let there be no mess. There will always be blood.

James had heard this speech or something like it many times before. The British were no longer selling slaves to America, but slavery had not ended, and his father did not seem to think that it would end. They would just trade one type of shackles for another, trade physical ones that wrapped around wrists and ankles for the invisible ones that wrapped around the mind. James hadn’t understood this when he was younger, when the legal slave exportation had ended and the illegal one had begun, but he understood now. The British had no intention of leaving Africa, even once the slave trade ended. They owned the Castle, and, though they had yet to speak it aloud, they intended to own the land as well.

Tuesday, December 4, 2018

Thomas More


Aziz Kamil Can, tr724

Ütopya’nın yazarı Thomas More’un (1478-1535) hayatına baktığımızda, Rönesans öncesi İngiltere’de yaşananlarla günümüz Türkiye’sinde yaşananların çok da farklı olmadığını görüyoruz.
Thomas More, 23 yaşında girmiş olduğu barodaki konuşmalarla herkesin dikkatini çekmişti. 25 yaşındayken parlamentoya giren More, VII. Henry’nin iplerini elinde tuttuğu diğer parlamenterlere benzemeyecekti. VII. Henry’nin, kızını evlendirmek bahanesiyle koymaya kalktığı ek vergi, More’un yaptığı konuşma sonrasında engellenmiş oldu. VIII. Henry’nin tahta geçmesiyle de bu ünü nedeniyle yargıçlığa atandı.
Desiderius Erasmus (1466-1536), yazdığı bir mektubunda, “hiçbir yargıcın More kadar dürüst olmadığını, onun kadar davayı karara bağlamadığını ve de bu kadar doğru kararlar vermediğini” söylemiştir. Yargıçlığı sırasında kimse ona rüşvet vermeyi göze alamazdı, çünkü en yakınlarını bile kayırmadığını herkes bilirdi.
VII. Henry’nin büyük oğlu Arthur, çocuk denilecek yaşta İspanya Prensesi Aragonlu Catherine ile nikahlandırılmış, bir yıl içinde de ölmüştü. VIII.Henry adıyla tahta geçen kardeşi, siyasi nedenlerden ötürü ağabeyinin dul eşiyle evlendirildi. Ancak günün birinde Anne Boleyn’e tutuldu. Yengesiyle evlenmesinin dinsel yasalara aykırı düştüğü bahanesiyle, boşanarak Anne Boleyn ile evlenmeyi aklına koydu. Bilindiği gibi, Katoliklerin boşanmaları, ancak Papanın nikahı bozmasıyla gerçekleşebilirdi.
Karısından kurtulmaya karar veren VIII. Henry, boşanmasının dinsel yasalara sözde uygun olduğu konusunda Oxford, Cambridge, Paris, Bruges, Bolonya, Padua üniversitelerinden bir çeşit ferman kopardı. Bu “fetva”ları parlamentoda okuttu. Sonra, hem papalığa fena halde öfkelendiği, hem de Katolik Klisesi’nin mallarına göz koyduğu için, “Act Of Supremacy” denilen yasayı çıkardı.
Thomas More, bu gelişmeler üzerine sağlık durumunu bahane ederek zaten zorla kabul ettiği Lord Chancellor’luktan çekildi.
VIII. Henry, kendini Kilise’nin başı yapan özel yasayı üyelere baskı yaparak parlamentodan geçirmekle yetinmemiş, ülkenin ileri gelenlerinin bu yasaya boyun eğecekleri konusunda açıkça ant içmelerini istemişti. Böyle bir ant ise, Katolik olan, dolayısıyla papayı tüm Hristiyan dünyasının başı sayan Katolik Thomas More’un vicdanına aykırıydı. More bu konuda hiçbir açıklama yapmamış ve düşündüklerini kimseyle paylaşmadığına göre bir suç işlemiş olamazdı. Ancak onun İngiltere’deki etkisini bilen VIII. Henry onun sessiz kalmasını kabul edemiyor, kendisine destek vermeye zorluyordu. Nihayet bu emeli gerçekleşmeyince Thomas More uydurma bir suçlamayla sorguya alındı.
Kral’ı İngiliz Kilisesi’nin başı saymaya yanaşmadığı için, More’u iyice sindirecek bir yol tutmaktan başka çare kalmamıştı artık. More, 1534 yılının Mart ayında, yakın arkadaşı Piskopos Fisher ve başka Katolikler ile birlikte Londra Kulesi’ne kapatıldı. On beş ay yani ölünceye kadar da burada hapis yattı.
More çekildikten sonra, onun yerine Lord Chancellor olan ve beş yıl sonra tıpkı More gibi ölüm cezasına çarptırılan Thomas Cromwell, More’u sorguya çekmiş, Kral’ın merhametli olduğunu, istenileni yapması halinde Kral’ın kendisini hapisten çıkartacağını iletmişti.
More, bu öneriyi nasıl karşıladığını şöyle anlatır: 
“Ant içip bu yasaya boyun eğenleri suçlamıyorum. Ama kendim aynı şeyi yaparsam, ruhumun sonsuza dek lanetleneceğine inanmaktayım… Bana tüm dünyayı bağışlasalar bile, dünya işlerine artık karışmayacağım… Artık aklım fikrim bu dünyadan kurtulmakta… Hiç kimseye kötülük etmiyorum, hiç kimse için kötü söylemiyorum, kötü düşünmüyorum herkesin iyiliğini istiyorum. Bir insanın yaşayabilmesi için bu yetmiyorsa yemin ederim ki yaşamakta gözüm yok… Onun için Kral, şu benim zavallı bedenime canının istediğini yapsın.”
Lord Chancellor’luktan çekildikten sonra, onun yoksul kalacağını bilen piskoposlar ve rahipler, Katolik Kilisesi’ni savunan yazılarını ödüllendirmek amacıyla 5000 İngiliz lirası toplamış, bunu More’a vermek istemişlerdi. Ama o, 16.yy’da büyük bir servet sayılan bu paranın meteliğine dokunmaya bile yanaşmamıştı. Oysa o sıralarda ailesi öylesine yoksuldu ki, odunları olmadığından Chelsea’deki evin bir tek odasında oturuyor ve bahçelerden topladıklarını yakarak ısınmaya çalışıyorlardı.
More, hapse girdiği ilk aylarda, Kral’ı İngiliz Kilisesi’nin başı yapan yasaya yemin etmeyi iki kez reddetti. İki ağzı da keskin bir kılıca benzetmişti bu yasayı: “İnsan buna evet derse, ruhunu;  hayır derse bedenini yitirecekti.” More ise, ruhunu yok etmektense, bedenini yok etmeye çoktan razıydı. Sorguya çekilirken, “Anlayın bunu” demişti “her yurttaşın, her şeyden önce kendi vicdanına, kendi ruhuna saygı göstermesi gerekir.”
Bu sessiz direniş karşısında, More’u mahkeme önüne çıkarmaktan başka çare kalmamıştı artık.  Thomas Cromwell’in elinde birer kukla olan yargıçlar, “Kralın Savcısı” Sir Richard Rich’i yalancı tanık olarak kullanmışlardı.
Roper’in anlattığına göre, Londra Kulesi’nde More’un kitapları bağlanıp götürülürken, Kral’ın resmi temsilcisi olan bu adam, More ile sözde dostça tartışmış, onu kandırmaya çalışmıştı. “Siz bilgili, akıllı bir adamsınız, ülkenin yasalarını da biliyorsunuz. Eğer parlamento beni kral ilan ederse, siz beni kral kabul eder misiniz?” diye sormuştu. More buna evet deyince, “Peki”demişti Rich, “ya parlamento beni papa ilan ederse, siz bunu kabul etmez misiniz?” More, bu soruya başka bir soruyla karşılık vermişti: “Tutalım ki, parlamento bir yasa çıkardı Tanrı Tanrı değildir diye. Siz Bay Rich, Tanrı’yı yok mu sayacaksınız o zaman?” Rich, böyle bir yasanın hiçbir parlamentodan geçmeyeceğini Söyleyince More, “Tanrı Tanrı değildir diyemeyen parlamento, Kral’ı da Hristiyan Kilisesi’nin başı yapamaz” demişti.
More‘un bu sözlerini gerçek amacından saptırıp bozarak anlatan bu yalancı tanığın yardımıyla yargıçlar, Thomas More’u ölüme götürecek olan yasal hileyi buldular. Onu, “kötü bir amaç uğruna haince ve şeytanca” davranmakla suçladılar. Jüri, sadece on beş dakika süren bir görüşmeden sonra More‘un suçlu olduğuna karar verince Başyargıç Audcley, onun ölüm cezasına çarptırıldığını bildirdi.
Sir Thomas More, ancak o zaman konuştu: “Beni mahkum etmeye karar verdiğinizi görüyorum. Onun için şimdi, vicdanıma uyarak, açıkça ve canımın istediği gibi konuşacağım”dedikten sonra, Kral’ın çıkardığı yasanın, Tanrı’nın da, Kilise’nin de yasalarına ters düştüğünü anlattı.
İngiltere’nin tüm parlamento üyelerinin, en dini bütün ve bilgili Katoliklerinin bu yasaya karşı koymadıkları ileri sürülmüştü. More gibi düşünenler, İngiltere’de azınlıktaydı belki. Ama More, Hristiyan dünyasını bir bütün olarak görüyordu ve vicdanını bir tek ülkenin verdiği karara bağlamak zorunda değildi. Tek başına Londra kenti, tüm İngiltere’de geçerli sayılabilecek bir yasa çıkaramayacağı gibi, İngiltere de yeryüzünde tüm Hristiyan ülkeleri adına bir yasa çıkaramazdı.
More bunları açıkladıktan sonra, kendisini yargılayanlara şunu da söyledi: “Sizler, Lord Hazretleri, yeryüzünde benim yargıçlarım olup beni ölüm cezasına çarptırdınız. Ama ben, gökyüzünde hepinizle sevinç içinde yeniden buluşabilmek için candan dua edeceğim yine de.”
Ölüm karşısındaki yiğitliğine, düşmanları bile hayran kalacaklardı. Bu düşmanlardan biri ve More’un çağdaşı olan tarihçi Edward Hall, More’un, “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez” dediğini aktarmış ve “Kellesi uçacağı sıradaki davranışı, bu söylediğine gerçekten inandığını kanıtlar” demişti.
Kimine göre bir bölümünü de Shakespeare’in kaleme aldığı Sir Thomas More oyununda, Katolik dini uğruna kendini kurban eden bir adamın, ölümünden yarım yüzyıl sonra, Protestanlığı artık tamamıyla benimsemiş bir ülkede böylesine yüceltilmesi, More’un büyük ününün kanıtıdır.
Ütopya’nın yeni bir çevirisini yapan Paul Turner’e göre More, söz ve düşünce özgürlüğünden yoksun bir İngiltere’de, düşüncenin bir suç sayılamayacağına inandığı için ölümü göze aldı.
More üstüne önemli bir kitap yazan R.W. Chambers’e göre ise, o yalnız Katolik Kilisesi’nin birliği uğruna değil, insanların inanmadıkları şeylere yalan yere yemin etmemeleri uğruna, yani vicdan özgürlüğü uğruna öldü.
Zorba Kral ve More ilişkisi, sanırım günümüz Türkiye’sini çok iyi resmediyor. Hukuk ve adaletten ayrılmayacağı düşünülen binlerce hakimin, zorbanın savcıları ve kukla hakimleri tarafından yine meslektaşları olan yalancı tanıkların ifadeleriyle keyfi olarak suçlanıp cezaevlerine alınması; vicdan, inanç ve ifade özgürlüğünden taviz vermeyen yüzbinlerce insanın More hikayesinde olduğu gibi vatan haini ilan edilmesi ve kimisinin öldürülmesi, 500 yıl sonra da zorba anlayışın devam ettiğini gösteriyor.
Fakat o gün hain ilan edilen More, bugün hem Protestan hem Katolik ve hem de Hristiyanlık dışındaki dünyada takdir görürken, zorbalar da lanet uygulamaları ile anılıyorlar. Değer miydi birkaç yıllık saltanat için onca zulme.
(Kaynak: Thomas MORE, Ütopya, Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi, Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Mine Urgan, İş Bankası Yayınları, 16.Basım).

Saturday, April 28, 2018

Wars, not just genius, fuelled Britain’s industrial revolution



Conventional wisdom says Britain’s transformation in the 18th century from an agrarian economy to an industrial one was largely midwifed by technological innovation and mechanisation, as symbolised by the steam engine and the cotton factories, respectively.

However, in a new book titled Empire of Guns, Priya Satia, a professor of British history at Stanford University, argues that this isn’t the whole story. In fact, it was war that fueled the industrial revolution, and specifically war in the colonies, including India.

While doing research on the history of the global arms trade, Satia stumbled upon the story of one Samuel Galton Jr, born in 1753, who presided over a Quaker family business in Birmingham that would go on to become the largest gun manufacturing firm in Britain and a key supplier to the East India Company (EIC). When asked in 1795 to defend his line of business to the critical Quaker church, Galton Jr maintained that guns were an instrument of civilisation, not just war, and that Britain was actually a military-industrial society.

For Satia, this was eye-opening since it suggested that rather than an emerging industrial economy, Britain was actually shaping up to be a military economy in the 18th century. In this context, the widely accepted idea of “unfettered geniuses,” rather than the warring British state, sparking economic transformation, seemed particularly misleading.

“For some reason when we talk about the invention of industrialism in the 18th century, it’s always a very pacific affair. It was about entrepreneurial genius, a culture of tinkering, some special cultural qualities in Britain, rather than the fact that Britain is always at war,” Satia told Quartz. This idea, she argues in the book, has in turn shaped the way the world has thought about stimulating development for over 200 years, even though it’s wrong.

Recognising the connection between war manufacturing and economic development, the British sought to suppress arms-making traditions in their colonies, especially India, to ensure that they stayed relatively underdeveloped. For instance, the EIC’s forces went on to capture and take over the arms-making facilities of Indian rulers like Tipu Sultan, at the same time selling British guns to the native princes.

 Source: Quartz

Thursday, August 3, 2017

"Ben seni anlamasam da, sen beni anlamak zorundasın!"



Çoğu zaman, kendi dilimizin hüküm sürmesini isteriz. "Ben seni anlamasam da, sen beni anlamak zorundasın," cümlesi, yüzyıllar boyunca sömürgecinin bayrağı haline gelmişti. Örneğin, İngiltere'nin ilk olarak 1169'da istila ettiği İrlanda, neredeyse dokuz yüz yılın ardından, sömürgecinin nazarında halen Barbardı. İngilizler için İrlanda (1849'da Carlyle'ın yazdığı gibi) "çirkin bir manzara; sıhhatsiz memleket; iç karartıcı bir mizaç; geriye dönüp bakması hiç de sevindirici olmayan bir şey" idi.

Şöyle devam ediyordu Carlyle: "Bütün ülke zihnimde eski püskü bir ceket, iri yapılı bir dilencinin yamasız ya da yamaya artık müsait olmayan gabardini olarak canlanıyor." Ne tam anlamıyla asimile edilmiş ne de bütünüyle boyunduruk altına alınmış olan İrlanda, İngilizler tarafından bir değil birkaç defa fethedildi, topraklarına tekrar tekrar el konularak yeniden paylaştırıldı ve nüfusu soyunun tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

İngiltere, eylemlerini meşrulaştırmak için, kendini azgın İrlanda'nın gereksinimini duyduğu hukuk ve düzen olarak ilan etti ve İrlandalIlardan bu hakikati kabul etmelerini istedi. İrlanda'nın İskoçya'dan kısmen daha az barbar topraklar olduğunu düşünen Dr. Johnson'un, İngiltere'nin varsayımları hakkında farklı fikirleri vardı. Birlik Yasası'nin 1801 yılında yürürlüğe girmesinden bir süre önce, Johnson İrlandalı bir beyefendiye birleşmenin gerçekleşmesine izin vermemeleri tavsiyesinde bulundu. Sert bir biçimde,
"Bizimle bir birlik kurmayın, Bayım," diye ısrar etti. "Sizinle birleşmemizin tek amacı sizi soymak olabilir. Şayet onlardan çalabileceğimiz herhangi bir şeye sahip olsalardı, İskoçları da soyardık."
Birlik Yasası'nin başlıca hedefi İrlandalılara destek olmak ya da onları kalkındırmak değil, dörtte üçü Katolik olan nüfusu Protestan Kilisesi'nin ve Kraliyet Tacının hâkimiyeti altına sokarak onları "tamamıyla boyunduruk altına almak" idi. Netice, bugün bildiğimiz üzere, XIX. yüzyılın ortalarında yaşanan Büyük Kıtlık esnasında çok sayıda insanı aç bırakarak ölüme sürükleyen iktisadi önlemlerin alınması, ardından iki milyondan fazla insanın, büyük çoğunluğu Amerika Birleşik Devletleri'ne olmak üzere göç etmesi ve İrlanda'nın 1920 yılında Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmesi oldu.
 

Wednesday, August 2, 2017

Kelimeler Şehri


Okumak belleğin bir işlevidir; okuduğumuz hikâyeler, başkalarının geçmiş deneyimlerinden, kendi başımızdan geçmişçesine tat alabilmemize olanak sağlar.


**


Bütün hikâyeler, aslen, yorumladığımız hikâyelerdir ve hiçbir okuma masum değildir. On dokuzuncu yüzyılda Ninive tabletlerini deşifre eden George Smith ve meslektaşları, Gılgamış Destanı'nı, Kitab-ı Mukaddes'in Batı toplumunun başlangıcına dair anlattıklarını tasdik eden bir metin olarak okumayı seçtiler. Destanın çekirdeğindeki hikâye, yani mutlak hükümdarın yetkilerinin sorgulanması, onlar için çok az önem taşıyordu. Kraliçe Viktorya'nın hüküm sürdüğü topraklarda, insanlığı vahşi bir ötekiden öğrenen ve onunla güçlü bir dostluk kuran bir kralın hikâyesi, insanlara neredeyse anlaşılmaz gelmiş olmalıdır. Rudyard Kipling, İngiliz yurttaşlarını Britanya İmparatorluğu'nun büyüklüğü ve çeşitliliği hakkında bilgilendirme çabası içinde şu soruyu yöneltmişti: "Yalnızca İngiltere'yi bilen biri, İngiltere hakkında ne bilebilir?" Sorusu sadece ironik değildi. Kipling, "Bak işte, dünkü ihtişamımızın tümü Ninive ve Sur'la bir!" diye uyarıyordu. Ancak Gılgamış'ın Ninive'si, aslında İngilizlerin kendilerini görmeyi seçtiği ayna değildi. Viktorya'nın tebaasının çoğu, "İngiliz olmayan" her şeyin ve herkesin dışlanması üzerine kurulu bir İngiltere tanımını kabul etmişti. Dickens'ın Our Mutual Friend [Ortak Arkadaşımız] adlı romanının karakterlerinden kendini beğenmiş Bay Podsnap, ne zaman anlamadığı bir şeyle karşılaşsa "İngiliz değil!" der ve tek bir kol hareketiyle, kendi küçük bilgi birikimi dışında kalan bütün dünyayı reddeder.


**


Canavarlar sonsuza dek canavar kalmazlar. Bu, hikâyelerin bize sunduğu esinlerden biridir. Toplum yasalarının hudutları dışında oldukları düşünülen canavarlar, kelimelere yakalanarak, kelimeler aracılığıyla aktarılarak ya da fikir ve diyalog için bir hareket noktası görevi üstlenmek üzere ileri sürülerek bir anda tüm trajik insaniyetleriyle görülebilirler. Böylelikle, bizden farklı olduklarından dolayı değil ama bize bir hayli benzedikleri ve bizimle aynı şeyleri yapmaya muktedir oldukları için korkunç eylemlere kalkışabilen yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar.


**


Her ne kadar hayıflansak da, yazılı dil, bundan beş bin yılı aşkın bir süre evvel ilk olarak ortaya çıktığı zaman, ozanlar değil muhasebeciler tarafından icat edilmişti, iktisadi nedenlerle, iktisadi vakaları, örneğin mülkleri, ticari alışverişleri ve alım satım anlaşmalarını kayıt altında tutma gayesiyle ortaya çıkmıştı. Yazılı dil, toplumsal ve iktisadi verimliliği artırmak için gelişmez ama bu artışa koşut olarak işler ve bir kez gelişti mi, kendi başına yeni uygarlıklar yaratmaktan ziyade, uygarlıkların, gelişmekte olan kimliklerinin farkına varmalarının yolunu açar. Bir uygarlık ve dili arasındaki ilişki simbiyotiktir: Belli türden bir toplum belli türden bir dili doğurur ve söz konusu dil de, karşılığında, söz konusu toplumun tahayyülünü ve tefekkürünü esinleyen, biçimlendiren ve daha sonra da aktaran hikâyeleri söyleyip yazdırır.
**
Soren Kirkegaard, 1843 yılında şu Kafkaesk gözlemi yapmıştı:
"Filozofların gerçeklik üzerine söyledikleri bitpazarında bulunan bir tabelada yazanlar kadar yanıltıcıdır: BURADA ÜTÜ YAPILIR. Çamaşırlarını getirirsin ve kandırıldığının farkına varırsın: Tabela, satılmak üzere oradadır."
 

Friday, July 21, 2017

'Boston Tea Party' nin Hikayesi

https://tr.wikipedia.org/wiki/Boston_Çay_Partisi#/media/File:Boston_Tea_Party_Currier_colored.jpg


Britanya kraliyeti, sömürgelerinden ödenmesi mümkün olmayan bir vergiyi ödemelerini talep etmişti. 1773 yılında, öfkeye kapılan Kuzey Amerika kolonları Londra’dan gelen kırk ton çayı limandaki gemiden körfezin sularına döktüler. Bu eylem komik bir şekilde Boston Tea Party diye adlandırıldı. Ve bu olay bağımsızlık savaşını başlattı.

Kahve, o topraklarda üretilen bir ürün olmamasına rağmen bir vatanseverlik amblemine dönüştü. Bu ürün kim bilir ne zaman, Etiyopya’nın bir dağında yetişen bir bitkinin kırmızı meyvelerini yiyen keçilerin bütün gece dans etmeleriyle keşfedilmiş ve asırlar süren bir yolculuğun ardından Karayip Denizi adalarına ulaşmıştı.

1776’da Boston kafeleri Britanya kraliyetine karşı komplo kurma merkezlerine dönüşmüşlerdi. Bağımsızlığın yeni ilan edildiği dönemde Başkan Washington bu görevini bir kafede yürütüyordu ve orada kölelerin yanı sıra Karayip Adaları’nda köleler tarafından üretilmiş kahve satılıyordu.

Bir asır sonra, Far West fatihleri çay değil, kamp ateşinde pişirdikleri kahvelerini içiyorlardı.



Sunday, September 25, 2016

England’s Forgotten Muslim History


Britain is divided as never before. The country has turned its back on Europe, and its female ruler has her sights set on trade with the East. As much as this sounds like Britain today, it also describes the country in the 16th century, during the golden age of its most famous monarch, Queen Elizabeth I.
One of the more surprising aspects of Elizabethan England is that its foreign and economic policy was driven by a close alliance with the Islamic world, a fact conveniently ignored today by those pushing the populist rhetoric of national sovereignty.
From the moment of her accession to the throne in 1558, Elizabeth began seeking diplomatic, commercial and military ties with Muslim rulers in Iran, Turkey and Morocco — and with good reasons. In 1570, when it became clear that Protestant England would not return to the Catholic faith, the pope excommunicated Elizabeth and called for her to be stripped of her crown. Soon, the might of Catholic Spain was against her, an invasion imminent. English merchants were prohibited from trading with the rich markets of the Spanish Netherlands. Economic and political isolation threatened to destroy the newly Protestant country.
Elizabeth responded by reaching out to the Islamic world. Spain’s only rival was the Ottoman Empire, ruled by Sultan Murad III, which stretched from North Africa through Eastern Europe to the Indian Ocean. The Ottomans had been fighting the Hapsburgs for decades, conquering parts of Hungary. Elizabeth hoped that an alliance with the sultan would provide much needed relief from Spanish military aggression, and enable her merchants to tap into the lucrative markets of the East. For good measure she also reached out to the Ottomans’ rivals, the shah of Persia and the ruler of Morocco.
The trouble was that the Muslim empires were far more powerful than Elizabeth’s little island nation floating in the soggy mists off Europe. Elizabeth wanted to explore new trade alliances, but couldn’t afford to finance them. Her response was to exploit an obscure commercial innovation — joint stock companies — introduced by her sister, Mary Tudor.
The companies were commercial associations jointly owned by shareholders. The capital was used to fund the costs of commercial voyages, and the profits — or losses — would also be shared. Elizabeth enthusiastically backed the Muscovy Company, which traded with Persia, and went on to inspire the formation of the Turkey Company, which traded with the Ottomans, and the East India Company, which would eventually conquer India.
In the 1580s she signed commercial agreements with the Ottomans that would last over 300 years, granting her merchants free commercial access to Ottoman lands. She made a similar alliance with Morocco, with the tacit promise of military support against Spain.
As money poured in, Elizabeth began writing letters to her Muslim counterparts, extolling the benefits of reciprocal trade. She wrote as a supplicant, calling Murad “the most mighty ruler of the kingdom of Turkey, sole and above all, and most sovereign monarch of the East Empire.” She also played on their mutual hostility to Catholicism, describing herself as “the most invincible and most mighty defender of the Christian faith against all kind of idolatries.” Like Muslims, Protestants rejected the worship of icons, and celebrated the unmediated word of God, while Catholics favored priestly intercession. She deftly exploited the Catholic conflation of Protestants and Muslims as two sides of the same heretical coin.
The ploy worked. Thousands of English traders crossed many of today’s no-go regions, like Aleppo in Syria, and Mosul in Iraq. They were far safer than they would have been on an equivalent journey through Catholic Europe, where they risked falling into the hands of the Inquisition.
The Ottoman authorities saw their ability to absorb people of all faiths as a sign of power, not weakness, and observed the Protestant-Catholic conflicts of the time with detached bemusement. Some Englishmen even converted to Islam. A few, like Samson Rowlie, a Norfolk merchant who became Hassan Aga, chief treasurer to Algiers, were forced. Others did so of their own volition, perhaps seeing Islam as a better bet than the precarious new Protestant faith.
English aristocrats delighted in the silks and spices of the east, but the Turks and Moroccans were decidedly less interested in English wool. What they needed were weapons. In a poignant act of religious retribution, Elizabeth stripped the metal from deconsecrated Catholic churches and melted their bells to make munitions that were then shipped out to Turkey, proving that shady Western arms sales go back much further than the Iran-contra affair. The queen encouraged similar deals with Morocco, selling weapons and buying saltpeter, the essential ingredient in gunpowder, and sugar, heralding a lasting craving and turning Elizabeth’s own teeth an infamous black.
The sugar, silks, carpets and spices transformed what the English ate, how they decorated their homes and how they dressed. Words such as “candy” and “turquoise” (from “Turkish stone”) became commonplace. Even Shakespeare got in on the act, writing “Othello” shortly after the first Moroccan ambassador’s six-month visit.
Despite the commercial success of the joint stock companies, the British economy was unable to sustain its reliance on far-flung trade. Immediately following Elizabeth’s death in 1603, the new king, James I, signed a peace treaty with Spain, ending England’s exile.
Elizabeth’s Islamic policy held off a Catholic invasion, transformed English taste and established a new model for joint stock investment that would eventually finance the Virginia Company, which founded the first permanent North American colony.
It turns out that Islam, in all its manifestations — imperial, military and commercial — played an important part in the story of England. Today, when anti-Muslim rhetoric inflames political discourse, it is useful to remember that our pasts are more entangled than is often appreciated.
http://www.nytimes.com/2016/09/18/opinion/sunday/englands-forgotten-muslim-history.html?partner=rss&emc=rss&_r=0

Wednesday, September 21, 2016

Elitlerin Kontrolünde Seçimler

Seçimlerin ne kapsayıcı ekonomik kurumlar ne de kapsayıcı siyasal kurumlar getirmesi Latin Amerika’da alışıldık bir durumdur. Kolombiya’da milisler ulusal seçimlerde oyların üçte birine hile karıştırabiliyorlardı. Tıpkı Arjantin gibi günümüz Venezuela’sında da demokratik seçimlerle işbaşı yapan Huge Chávez hükümeti rakiplerine saldırıyor, kamu sektöründeki işlerden kovuyor, yazarlarını beğenmediği gazeteleri kapatıyor ve mülke el koyuyor. Chávez 1720’lerin İngiltere’sinde Black Act’le John Huntridge’i mahkûm edemeyen Sir Robert Walpole’dan hem daha güçlü hem de yetkileri onunkilerden daha az sınırlı. Huntridge günümüz Venezuellası’nda çok daha fazla zorlanırdı.

Latin Amerika’da ortaya çıkan demokrasi prensip olarak elit idaresine taban tabana zıt olmasına ve hem retorikte hem de fiiliyatta hak ve fırsatları en azından bir kısım elitin elinden alıp yeniden bölüştürmeye çalışmasına rağmen, kökleri iki nedenden ötürü sıkı sıkıya sömürücü rejimlere dayalıdır. Birincisi, yüzlerce yıl süren sömürücü rejimlerin yarattığı eşitsizlikler seçmenlerin bu yeni yeni ortaya çıkan demokrasilerde aşırı politikalar savunan politikacıla“rın lehine oy kullanmasına neden oldu. Bunun nedeni Arjantinlilerin naif olmaları ve Juan Perón ya da daha yakın dönemden örnek vermek gerekirse Menem ya da Kirchnerler gibi Perónist siyasetçilerin özverili olup yalnızca halkın çıkarlarını gözettiklerini düşünmeleri ya da Venezuelalıların kurtuluşu Chávez’de görmeleri değildir. Aksine, çoğu Arjantinli ve Venezuelalı tüm diğer siyasetçilerin ve partilerin, uzun süredir yurttaşların taleplerini dile getirmeyi, yol ve eğitim gibi en temel kamu hizmetleri yerine getirmeyi ve onları yerel elitin sömürüsünden kurtarmayı başaramadıklarının farkındadır. Bugün pek çok Venezuelalı beraberinde yozlaşma ve israf getirse bile Chávez’in benimsediği politikaları destekliyor; tıpkı 70’lerde çoğu Arjantinlinin Perón’un politikalarını desteklediği gibi. İkincisi, uygulanabilir alternatifler üreten etkin bir parti sistemi yerine siyaseti Perón ve Chávez gibi diktatörler için bu kadar çekici kılan ve onların lehine olacak şekilde taraflı hale getiren, yine altta yatan sömürücü kurumlardır. Perón, Chávez ve Latina Amerika’daki başka düzinelerce diktatör yalnızca oligarşinin tunç yasasının başka bir veçhesidir ve adından da anlaşıldığı gibi, bu yasanın kökleri elitin kotrolündeki rejimlere dayanmaktadır.



Tuesday, September 13, 2016

Kısır Döngüler ve Oligarşinin Tunç Yasası


Kısır döngülerin ortaya çıkmasına neden olan bir başka mekanizma da, sömürücü kurumların denetimsiz güç ve büyük bir gelir eşitsizliği yaratarak siyaset oyunundaki potansiyel kazançları artırmasıdır. Her kim devletin kontrolünü eline geçirirse bu denetimsiz güçten ve ürettiği zenginlikten çıkar sağladığından, sömürücü kurumlar iktidarı ve beraberinde getirdiği menfaatleri kontrol etmek için çıkan iç çatışmalara teşvik yaratırlar. Bu dinamiği Maya şehir devletlerinde ve Antik Roma’da görmüştük. Bu bilgiler ışığında, pek çok Afrika ülkesinin sömürgeci güçlerden devraldığı sömürücü kurumların iktidar mücadelelerinin ve iç savaşların tohumlarını ekmesi de şaşırtıcı değildir. Bu mücadeleler İngiliz İç Savaşı ve Görkemli Devrim’den çok farklı çatışmalardır. Bunlarda siyasal kurumların değişmesi, yetki kullanımına sınırlama getirilmesi ya da çoğulculuğun sağlanması için değil, iktidarı ele geçirmek ve bir grubu diğerlerinin sırtından zengin etmek için savaş verilmiştir. Sonraki bölümde daha detaylı bir biçimde göreceğimiz gibi bu çatışmalar Angola’da, Burundi’de, Çad’da, Fildişi Sahili’nde, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, Etiyopya’da, Liberya’da, Mozambik’te, Nijerya’da, Kongo Cumhuriyeti’nde, Ruanda’da, Somali’de, Sudan’da ve Uganda’da ve elbette Sierra Leone’de kanlı iç savaşlara dönüştüler ve hem ekonomik yıkıma hem de eşi görülmemiş ıstıraplara neden oldular. Ve aynı zamanda devletin tümden iflasına.

**
Sierra Leone’de ve Sahra-altı Afrika’nın çoğunda görülen kısır döngü, sömürgeci güçlerin kurup bağımsızlık sonrası liderlerinin devraldığı sömürücü kurumlar biçiminde ortaya çıkıyordu. Orta Amerika’nın çoğu bölgesinde olduğu gibi Guatemala’da da kısır döngünün daha basit, daha yalın bir biçimini görürüz: Ekonomik ve siyasal güce sahip olanlar bu gücü ellerinde tutmak için kurumlar inşa ederler ve bunda da başarılı olurlar. Bu tip kısır döngüler sömürücü kurumların ve aynı elitlerin azgelişmişlikle birlikte kalıcı hale gelmesine yol açar.

**
Oligarşinin tunç yasasının –kısır döngünün bilhassa bu modelinin– özü, radikal değişim vaadiyle eski liderleri deviren yeni liderlerin, eskisinden farklı bir şey getirmemeleriydi. Oligarşinin tunç yasasını anlamak kısır döngünün diğer biçimlerini anlamaktan bir bakıma daha zordur. Birleşik Devletler’in güneyindeki ve Guatemala’daki sömürücü kurumların sürekliliğinin mantığı gayet açıktır. Ekonomi ve siyasete yüzyıllar boyunca aynı gruplar egemen olmuştu. Birleşik Devletler’deki Güneyli plantasyon sahiplerinin İç Savaş sonrasında karşılaştığı gibi meydan okumalarla karşılaştıklarında dahi güçlerini kaybetmediler ve çıkar sağlamayı sürdürecekleri bir dizi benzer sömürücü kurumu yeniden hayata geçirmeyi başardılar. Fakat radikal değişim adına iktidara gelip aynı sistemi yeniden oluşturanları nasıl yorumlayabiliriz? Bu sorunun cevabı bir kez daha kısır döngünün ilk bakışta göründüğünden daha kuvvetli olduğunu gösteriyor.

**
Zengin ülkeler büyük ölçüde son 300 yıl içinde belli bir noktada kapsayıcı kurumlar geliştirmeyi başardıkları için zengindirler. Bu kurumlar bir verimli döngüler süreciyle kalıcı hale geldiler. En başta yalnızca sınırlı ölçüde kapsayıcı (ve bazen kırılgan) olsalar bile, bir olumlu etkileşim süreci yaratarak kapsayıcılıklarını giderek artıran dinamikler oluşturdular. İngiltere 1688’de Görkemli Devrim’in ardından bir demokrasiye dönüşmedi. Bilakis, nüfusun yalnızca küçük bir dilimi resmi temsile sahipti. Fakat asıl önemlisi İngiltere’nin çoğulcu olmasıydı. Çoğulculuk bir kez sağlandığında kurumların zamanla daha kapsayıcı hale gelmesine yönelik bir eğilim oluşmuştu; bu zorlu ve belirsizliklerle dolu bir süreç olsa bile.

Bu bağlamda İngiltere verimli döngüye tipik bir örnekti; kapsayıcı siyasal kurumlar yetki kullanımına ve gaspına kısıtlama getiriyordu. Ayrıca kapsayıcı ekonomik kurumlar oluşturma eğilimindeydiler ki, bu ekonomik kurumlar da karşılığında kapsayıcı siyasal kurumların süreklilik şansını artırıyorlardı.

Kapsayıcı ekonomik kurumların olduğu koşullarda zenginlik, ekonomik gücünü orantısız bir siyasal güç oluşturmak için kullanacak küçük bir grubun elinde toplanmaz. Dahası, kapsayıcı ekonomik kurumlar varken siyasal gücü elde tutmakla sağlanacak menfaatler daha sınırlıdır, böylelikle devletin kontrolünü ele geçirmeye çalışacak gruplar ve hırslı yeni zengin bireyler için daha az teşvik söz konusudur. Etkenlerin bir kritik dönemeçte bir araya gelmesi, mevcut kurumlar arasındaki etkileşim ve kritik dönemecin beraberinde getirdiği fırsatlar ve tehlikeler de dahil olmak üzere, genellikle İngiltere örneğinde olduğu gibi kapsayıcı kurumların ortaya çıkmasına neden olur. Fakat bu kapsayıcı kurumlar bir kez devreye girdiğinde varlıklarını sürdürebilmeleri için aynı etkenlerin yeniden bir araya gelmesine ihtiyaç yoktur. Verimli döngüler de kayda değer ölçüde olumsallığa tabi olsalar da, kurumların sürekliliğini sağlar ve genellikle toplumu daha fazla kapsayıcılığa taşıyacak dinamikleri harekete geçirirler.

Verimli döngüler kapsayıcı kurumların sürekliliğini sağlarken kısır döngüler de sömürücü kurumların sürekliliğini sağlayan büyük kuvvetler yaratırlar. Tarih kader değildir ve 14. bölümde göreceğimiz gibi, kısır döngüler de kırılmaz değildirler. Fakat dayanıklıdırlar. Sömürücü siyasal kurumların sömürücü ekonomik kurumları şekillendirdiği, karşılığında bu sömürücü ekonomik kurumların da sömürücü siyasal kurumların kalıcılığına dayanak oluşturduğu güçlü bir olumsuz etkileşim süreci yaratırlar. Bunu en açık biçimde Guatemala örneğinde gördük; aynı elit önce sömürgecilik döneminde, ardından bağımsız Guatemala’da, dört yüz yıl boyunca iktidarı elinde tutmuştu. Sömürücü kurumlar eliti zenginleştirir, elitin zenginliği de hâkimiyetine dayanak oluşturur.
**
Geriye dönüp bakıldığında, bu tür kısır döngülerin mantığını kavramak kolaydır; sömürücü siyasal kurumlar yetki kullanımına çok az sınırlama getirir, yani aslında kendilerinden önceki diktatörleri devirenlerin yetki kullanımını ve istismarını kısıtlayacak hiçbir kurum yoktur ve sömürücü ekonomik kurumlar yalnızca iktidarı elde tutup diğerlerinin varlıklarına el koyarak ve tekeller kurarak bile büyük kazançlar ve servetler elde edilebileceği anlamına gelir.

Elbette, Oligarşinin Tunç Yasası, fizik yasaları gibi gerçek bir yasa değildir. İngiltere’de Görkemli Devrim ya da Japonya’da Meiji Restorasyonu’nun gösterdiği gibi kaçınılmaz bir rota çizmezler.

**
Kısır döngünün 5. bölümde Maya şehir devletleri tartışmamızda öngördüğümüz daha yıkıcı bir başka yönü vardır. Sömürücü kurumlar toplumda muazzam eşitsizlikler oluşturup gücü elinde tutanlar için büyük zenginlik ve denetimsiz güç sağladığından, devletin ve kurumların hâkimiyetini ele geçirmek isteyenler olacaktır. Dolayısıyla sömürücü kurumlar yalnızca bir sonraki sömürücü rejimin önünü açmakla kalmazlar, aynı zamanda bitmek bilmeyen iç çatışmalara ve iç savaşlara da neden olurlar. Bu iç savaşlar da daha fazla acıya neden oldukları gibi, bu toplumların ulaştığı çok az bir merkezileşmeyi de yok ederler. Ayrıca bu, sıradaki bölümde göreceğimiz gibi, genellikle kanunsuzluğa, devletin acze düşmesine ve siyasal kaosa yol açan bir süreç başlatarak ekonomik refaha dair tüm hayalleri yıkar.