Wednesday, August 2, 2017

Kelimeler Şehri


Okumak belleğin bir işlevidir; okuduğumuz hikâyeler, başkalarının geçmiş deneyimlerinden, kendi başımızdan geçmişçesine tat alabilmemize olanak sağlar.


**


Bütün hikâyeler, aslen, yorumladığımız hikâyelerdir ve hiçbir okuma masum değildir. On dokuzuncu yüzyılda Ninive tabletlerini deşifre eden George Smith ve meslektaşları, Gılgamış Destanı'nı, Kitab-ı Mukaddes'in Batı toplumunun başlangıcına dair anlattıklarını tasdik eden bir metin olarak okumayı seçtiler. Destanın çekirdeğindeki hikâye, yani mutlak hükümdarın yetkilerinin sorgulanması, onlar için çok az önem taşıyordu. Kraliçe Viktorya'nın hüküm sürdüğü topraklarda, insanlığı vahşi bir ötekiden öğrenen ve onunla güçlü bir dostluk kuran bir kralın hikâyesi, insanlara neredeyse anlaşılmaz gelmiş olmalıdır. Rudyard Kipling, İngiliz yurttaşlarını Britanya İmparatorluğu'nun büyüklüğü ve çeşitliliği hakkında bilgilendirme çabası içinde şu soruyu yöneltmişti: "Yalnızca İngiltere'yi bilen biri, İngiltere hakkında ne bilebilir?" Sorusu sadece ironik değildi. Kipling, "Bak işte, dünkü ihtişamımızın tümü Ninive ve Sur'la bir!" diye uyarıyordu. Ancak Gılgamış'ın Ninive'si, aslında İngilizlerin kendilerini görmeyi seçtiği ayna değildi. Viktorya'nın tebaasının çoğu, "İngiliz olmayan" her şeyin ve herkesin dışlanması üzerine kurulu bir İngiltere tanımını kabul etmişti. Dickens'ın Our Mutual Friend [Ortak Arkadaşımız] adlı romanının karakterlerinden kendini beğenmiş Bay Podsnap, ne zaman anlamadığı bir şeyle karşılaşsa "İngiliz değil!" der ve tek bir kol hareketiyle, kendi küçük bilgi birikimi dışında kalan bütün dünyayı reddeder.


**


Canavarlar sonsuza dek canavar kalmazlar. Bu, hikâyelerin bize sunduğu esinlerden biridir. Toplum yasalarının hudutları dışında oldukları düşünülen canavarlar, kelimelere yakalanarak, kelimeler aracılığıyla aktarılarak ya da fikir ve diyalog için bir hareket noktası görevi üstlenmek üzere ileri sürülerek bir anda tüm trajik insaniyetleriyle görülebilirler. Böylelikle, bizden farklı olduklarından dolayı değil ama bize bir hayli benzedikleri ve bizimle aynı şeyleri yapmaya muktedir oldukları için korkunç eylemlere kalkışabilen yaratıklar olarak karşımıza çıkarlar.


**


Her ne kadar hayıflansak da, yazılı dil, bundan beş bin yılı aşkın bir süre evvel ilk olarak ortaya çıktığı zaman, ozanlar değil muhasebeciler tarafından icat edilmişti, iktisadi nedenlerle, iktisadi vakaları, örneğin mülkleri, ticari alışverişleri ve alım satım anlaşmalarını kayıt altında tutma gayesiyle ortaya çıkmıştı. Yazılı dil, toplumsal ve iktisadi verimliliği artırmak için gelişmez ama bu artışa koşut olarak işler ve bir kez gelişti mi, kendi başına yeni uygarlıklar yaratmaktan ziyade, uygarlıkların, gelişmekte olan kimliklerinin farkına varmalarının yolunu açar. Bir uygarlık ve dili arasındaki ilişki simbiyotiktir: Belli türden bir toplum belli türden bir dili doğurur ve söz konusu dil de, karşılığında, söz konusu toplumun tahayyülünü ve tefekkürünü esinleyen, biçimlendiren ve daha sonra da aktaran hikâyeleri söyleyip yazdırır.
**
Soren Kirkegaard, 1843 yılında şu Kafkaesk gözlemi yapmıştı:
"Filozofların gerçeklik üzerine söyledikleri bitpazarında bulunan bir tabelada yazanlar kadar yanıltıcıdır: BURADA ÜTÜ YAPILIR. Çamaşırlarını getirirsin ve kandırıldığının farkına varırsın: Tabela, satılmak üzere oradadır."