Showing posts with label Tolstoy. Show all posts
Showing posts with label Tolstoy. Show all posts

Saturday, December 18, 2021

Kitapçıda

 


Önce rafları gözleriyle bir taradı: birinci keşif. Hiç bir sırayı, hiç bir kitabı atlamadan, kitap yığınlarını gözden geçirdi. Acele etmeden dolaşıyordu. Bir kitap çekti, sayfalarını karıştırdı: iri harflerle basılmış bir kitap. Bizdeki kitapların çoğu iri harflerle basılıyor Olric. Kültür seviyemizi gösteriyor bu iri harfler. Okumayı yeni öğrenen bir millet olduğumuz için iri harfleri tercih ediyoruz. Daha harfleri yeni söktüğümüz için, onları satırlar arasında kaybetmekten korkuyoruz. Az gelişmiş harfleri seviyoruz. Geniş aralıklı satırlar, sayfanın kenarlarında büyük boşluklar, içimizi serinletiyor. Bütün babalar, oğullarına: ‘Oku da adam ol’ diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric. Efendim? Faydalı kitapları okuyo ruz tabiî: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne kadar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilseydi. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır okumaz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söylediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla doğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur bakalım, bununla daha ne kadar öğüneceğiz? Bıktırıncaya kadar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya, kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tezgâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı: endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tükenmez bir heves vardı Olric. Farkına varmadan ne kadar çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan değişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım. Bu Dostoyevsky’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba? Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dostoyevsky’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadıkları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler birbirlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dostoyevsky’nin kanında yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar galiba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hâtıra fotoğrafı gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da arkada ayakta duruyor. Sanki bir mektebi yeni bitirmişler de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevsky’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyuyorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bilsen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına dayanamıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öldükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyenlere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insanlarla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek istemiyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncelerime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi. Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım? Kendi seviyemizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bulunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuyacak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Kelimeleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardımıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, kelimeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu kusurlarını önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.

Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevsky’yi çok etkilediği söyleniyor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı. Böyle bir roman vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskilerimizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa. Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni Ömer Seyfettin’i severdi. Efruz Bey’di galiba, kendini bir denbire kahraman sanıp sokağa fırlayan. Bu öğretmen ilginç bir adamdı Olric. Bize okuma sevgisi aşıladı biraz. Bizlere ne kadar aşılanabilirse o kadar. İşini seven, az bulunur öğretmenlerden biriydi. Efruz Bey var işte. Onu da ayıralım. Dikkat ediyorsan, itibarlı bir müşteri oluyoruz yavaş yavaş. Duruma çok sevinip de kitap tavsiye etmek gibi bir çılgınlığa kalkışmazsa, bulunmaz bir kitapçı. İnsan, Goethe’yi okumazsa olur mu? Olmaz. Bu adam da hiç kitap satamıyor galiba. Her çeşit kitap var. Bilirsin, bizde biten bir kitabın yerine yenisi konmaz; o kitap çabuk bitmemişse tabiî. Biraz dedikodu yapalım gene: bu Goethe’yi de Beethoven hiç sevmezmiş. Burada Goethe kazanıyor: çünkü öbürü müzisyen; o anlamaz. Beethoven de kızmış, dokuzuncu senfoniye Schiller’in şiirini koymuş. Mâlûmu âlîniz, Schiller’le Goethe’nin arası biraz şekerrenk. Zaten Beethoven, Goethe’ye parkta imparatora selâm verdi diye içerliyor. Anlayamadım efendimiz: yani Beethoven’in arası iyi değil mi imparatorla? Ne aptal şeysin Olric. Ondan değil. Sosyal meseleler bakımından canım! Sosyal bakımdan bilinçlenmiş her adamın evinde bu nedenle dokuzuncu senfoni bulunur. Yalnız, bu Goethe hakkında çok iyi şeyler duydum. Biraz aklınız karışacak galiba efendimiz. Bilmem ki. Karışsın Olric. Bugüne kadar boş bir kâğıt gibi temiz kaldı. İyi koruduk uzun süre. Biraz da zorlansın. Saflığını kaybetsin biraz. Aklımız, maceralardan korkmasın biraz. Ne demek biraz? Hiç korkmasın. Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun? Sonra, Oblomov gibi erken ölürüz. İyiyi kötüden ayırmasını öğrenmek istiyorum. Uğraştı da beceremedi desinler. Biraz heyecanlanıyorum; bilmediğim, görmediğim hayallerin baskısını hissediyorum, efendimiz. Sizin için korkuyorum. Belki, çok önceden hazırlığa girişmeliydiniz efendimiz. Gülünç olurum diye mi korkuyorsun Olric? Zarar yok, gülünç olalım. Bir yere varalım da ne olursak olalım. İyi aklıma getirdin Olric: Don Kişot’u da almalıyız. Çok iyi niyetli bir ihtiyardır. Aklın macerası önemli Olric. Ben de okumadığım kitaplardan en iyi anlayan insanım bu dünyada.

Saturday, March 21, 2020

Suffering is an ineradicable part of life



In attempting this psychological presentation and a psychopathological explanation of the typical characteristics of a concentration camp inmate, I may give the impression that the human being is completely and unavoidably influenced by his surroundings. (In this case the surroundings being the unique structure of camp life, which forced the prisoner to conform his conduct to a certain set pattern.) But what about human liberty? Is there no spiritual freedom in regard to behavior and reaction to any given surroundings? Is that theory true which would have us believe that man is no more than a product of many conditional and environmental factors—be they of a biological, psychological or sociological nature? Is man but an accidental product of these? Most important, do the prisoners’ reactions to the singular world of the concentration camp prove that man cannot escape the influences of his surroundings? Does man have no choice of action in the face of such circumstances?

We can answer these questions from experience as well as on principle. The experiences of camp life show that man does have a choice of action. There were enough examples, often of a heroic nature, which proved that apathy could be overcome, irritability suppressed. Man can preserve a vestige of spiritual freedom, of independence of mind, even in such terrible conditions of psychic and physical stress.

We who lived in concentration camps can remember the men who walked through the huts comforting others, giving away their last piece of bread. They may have been few in number, but they offer sufficient proof that everything can be taken from a man but one thing: the last of the human freedoms—to choose one’s attitude in any given set of circumstances, to choose one’s own way.

And there were always choices to make. Every day, every hour, offered the opportunity to make a decision, a decision which determined whether you would or would not submit to those powers which threatened to rob you of your very self, your inner freedom; which determined whether or not you would become the plaything of circumstance, renouncing freedom and dignity to become molded into the form of the typical inmate.

Seen from this point of view, the mental reactions of the inmates of a concentration camp must seem more to us than the mere expression of certain physical and sociological conditions. Even though conditions such as lack of sleep, insufficient food and various mental stresses may suggest that the inmates were bound to react in certain ways, in the final analysis it becomes clear that the sort of person the prisoner became was the result of an inner decision, and not the result of camp influences alone. Fundamentally, therefore, any man can, even under such circumstances, decide what shall become of him—mentally and spiritually. He may retain his human dignity even in a concentration camp. Dostoyevski said once, “There is only one thing that I dread: not to be worthy of my sufferings.” These words frequently came to my mind after I became acquainted with those martyrs whose behavior in camp, whose suffering and death, bore witness to the fact that the last inner freedom cannot be lost. It can be said that they were worthy of their sufferings; the way they bore their suffering was a genuine inner achievement. It is this spiritual freedom—which cannot be taken away—that makes life meaningful and purposeful.

An active life serves the purpose of giving man the opportunity to realize values in creative work, while a passive life of enjoyment affords him the opportunity to obtain fulfillment in experiencing beauty, art, or nature. But there is also purpose in that life which is almost barren of both creation and enjoyment and which admits of but one possibility of high moral behavior: namely, in man’s attitude to his existence, an existence restricted by external forces. A creative life and a life of enjoyment are banned to him. But not only creativeness and enjoyment are meaningful. If there is a meaning in life at all, then there must be a meaning in suffering. Suffering is an ineradicable part of life, even as fate and death. Without suffering and death human life cannot be complete.

The way in which a man accepts his fate and all the suffering it entails, the way in which he takes up his cross, gives him ample opportunity—even under the most difficult circumstances—to add a deeper meaning to his life. It may remain brave, dignified and unselfish. Or in the bitter fight for self-preservation he may forget his human dignity and become no more than an animal. Here lies the chance for a man either to make use of or to forgo the opportunities of attaining the moral values that a difficult situation may afford him. And this decides whether he is worthy of his sufferings or not.

Do not think that these considerations are unworldly and too far removed from real life. It is true that only a few people are capable of reaching such high moral standards. Of the prisoners only a few kept their full inner liberty and obtained those values which their suffering afforded, but even one such example is sufficient proof that man’s inner strength may raise him above his outward fate. Such men are not only in concentration camps. Everywhere man is confronted with fate, with the chance of achieving something through his own suffering.

Take the fate of the sick—especially those who are incurable. I once read a letter written by a young invalid, in which he told a friend that he had just found out he would not live for long, that even an operation would be of no help. He wrote further that he remembered a film he had seen in which a man was portrayed who waited for death in a courageous and dignified way. The boy had thought it a great accomplishment to meet death so well. Now—he wrote—fate was offering him a similar chance.

Those of us who saw the film called Resurrection—taken from a book by Tolstoy—years ago, may have had similar thoughts. Here were great destinies and great men. For us, at that time, there was no great fate; there was no chance to achieve such greatness. After the picture we went to the nearest café, and over a cup of coffee and a sandwich we forgot the strange metaphysical thoughts which for one moment had crossed our minds. But when we ourselves were confronted with a great destiny and faced with the decision of meeting it with equal spiritual greatness, by then we had forgotten our youthful resolutions of long ago, and we failed.

Perhaps there came a day for some of us when we saw the same film again, or a similar one. But by then other pictures may have simultaneously unrolled before one’s inner eye; pictures of people who attained much more in their lives than a sentimental film could show. Some details of a particular man’s inner greatness may have come to one’s mind, like the story of the young woman whose death I witnessed in a concentration camp. It is a simple story. There is little to tell and it may sound as if I had invented it; but to me it seems like a poem.

This young woman knew that she would die in the next few days. But when I talked to her she was cheerful in spite of this knowledge. “I am grateful that fate has hit me so hard,” she told me. “In my former life I was spoiled and did not take spiritual accomplishments seriously.” Pointing through the window of the hut, she said, “This tree here is the only friend I have in my loneliness.” Through that window she could see just one branch of a chestnut tree, and on the branch were two blossoms. “I often talk to this tree,” she said to me. I was startled and didn’t quite know how to take her words. Was she delirious? Did she have occasional hallucinations? Anxiously I asked her if the tree replied. “Yes.” What did it say to her? She answered, “It said to me, ‘I am here—I am here—I am life, eternal life.’”

We have stated that that which was ultimately responsible for the state of the prisoner’s inner self was not so much the enumerated psychophysical causes as it was the result of a free decision. Psychological observations of the prisoners have shown that only the men who allowed their inner hold on their moral and spiritual selves to subside eventually fell victim to the camp’s degenerating influences. The question now arises, what could, or should, have constituted this “inner hold”?

Wednesday, October 22, 2014

İnsanlar Uyurlar Ölünce Uyanırlar


Şöyle bir hesap yaptım kendi kendime. 60 yaşındayım şu an. Günde 8 saat uyuyarak ömrümün 20 yılını uykuda, ortalama 8 saat çalışarak bir 20 yılımı da işte geçirmişim. Yeme, içme, gezme, yol, trafik, televizyon, internet, eğlence derken kalan 20 yılı da tüketmişim. Bir an durup şunu sordum kendime: “Ben gerçekten yaşadım mı?” ya da “Böyle bir hayat yaşamak için mi var oldum?” Ya da neden bu soruyu tüketilmiş bir ömrün sonunda sordum kendime? Hakikaten kısa bir masal gibiymiş insan hayatı. Bir varmış bir yokmuş.

***
İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.

Oscar Wilde

***

Yunan filozofu Sokrates’in dediği gibi esasen sorgulanmamış bir hayat yaşanılmaya değer değildir. Ona göre insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hâkim olduğu bir dünyaya sorgulamadan dâhil olmuşlardır. Bu yüzden insanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. Neyin doğru veya yanlış, neyin iyi ve kötü ya da neyin ahlaki veya ahlak dışı olduğunu içinde bulundukları sosyal atmosfer belirler. İnsanlar çevrelerinin beklentilerine uygun yaşamaya çalışırlar. Pek çok kişi mesleğini dahi toplum tarafından yüceltilen ya da önemsenen alternatifler arasından seçer. Yine Sokrates’e göre insanlar sadece maddi şeylerin peşinde koşarlar. Zenginlik arar, haz ya da şan şeref elde etmeye çabalar, varlıklarının bir de ruhsal boyutu olduğunu unuturlar. Kişisel hedeflerinin gerçekten değerli olup olmadığını sorgulamadan herkes gibi bedeni arzularına sürüklenirler. Bu yüzden esasen hayatları kendi ellerinde ya da kontrollerinde değildir. Seçimleri dış etkenler tarafından belirlenir. Bu durumun kişiyi mutsuzluğa götürmesi kaçınılmazdır. Oysaki insanı insan yapan şey; ruhuna ve manevi doğasına özen göstermesidir. Aksi takdirde manevi doğasına aykırı davrandığı için mutsuz ve eksik olacaktır.

***

Hayatı anlamayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler.
Çünkü bu hatırlama onlara, yaşadıkları hayatın
aklî vicdana uygun düşmediğini gösterir.

Tolstoy

***

Etrafımızdaki pek çok insanın Allah’ın varlığını kabul ettiği; ancak yaşantısına bakıldığında adeta Allah yokmuş gibi davrandığı görülür. Yaşantısıyla ilgili aldığı kararların neredeyse hiç birinde Allah’ın ondan nasıl bir hayat yaşamasını istediği ile ilgili bir ölçü ve değer yoktur. Ne zaman dini konular açılsa ve dolayısıyla konuşma ölüm gerçeğine gelse, insanların bir kısmı sanki hiç ölmeyecekmiş gibi umursamaz davranırken, diğer bir kısmı ise konunun değişmesini ister. Hatta, canım biraz da güzel şeylerden konuşalım der ve bırakın ölümü, ölüm hakkında konuşmayı bile kötü olarak görür. Oysaki ölüm, üzerine konuşulmasa da düşünülmese de kaçılamayacak bir gerçektir.

***
Madem ölümün bizi ne zaman ve ne şekilde yakalayacağı belli değil, o halde herkes yaşantısına dikkat etmeli!

Mutlaka öleceğimize göre, herkes öldüğü sırada bir şeyler yapıyor olmalı; tarla sürerken, kazma sallarken, ticaret yaparken, bir konsüle hizmet ederken, kabızlık ya da ishal sancıları çekerken ölebiliriz. O halde ölüm sizi bulduğu sırada ne yapıyor olmayı dilerdiniz? Kendi adıma ben, insana yakışır, faydalı, insanların genel görüşlerine aykırı olmayan ve soylu bir davranışta bulunurken ölmeyi tercih ederdim.

Fakat çok yüce şeyler yaparken beni bulmayacaksa, en azından yapmama izin verilmiş ve hiç kimsenin engel olamayacağı bir şey yapıyor olmayı dilerdim; kendime çeki düzen vermek, görünüşleri kullanma yetimi geliştirmek, zihnimin huzuru için çabalamak, ilişkilerimi olmaları gerektiği gibi düzenlemek...

Ölüm beni bu şeylerden biriyle uğraşırken yakalayacak olursa, ellerimi Tanrı’ya açıp şunları söyleyebilmek benim için yeterli olurdu: ‘Senin bana bağışlamış olduğun hükümranlığı kavrama ve ona itaat edebilme yetilerimi ihmal etmedim. Davranışlarımla senin onurunu çiğnemedim; hislerimi ve genel ilkelerimi nasıl kullandığıma bak. Seni bir kere bile suçladığım oldu mu? Yaşadığım hiçbir olaydan şikâyetçi oldum mu? Olan hiçbir şeyin olmamasını diledim mi? Bu ilişkilerimden bir tanesini bile çiğnemeyi aklımdan geçirdim mi? Sen bana hayat verdin ve bu hayat için sana teşekkür ediyorum. Verdiğin şeyleri kullandığım sürece hep hoşnut oldum; şimdi onları geri al ve nereye istiyorsan oraya bırak. Çünkü hepsi sana aitti ve onları bana sen vermiştin.’ Ölürken bu düşüncelere sahip olmak yeterli değil midir? Hangi hayat bu düşüncelerle ölen bir insanın gözünde bu ölümden daha iyi olabilir? Hangi son daha mutlu olabilir?

***
Diğer tüm canlılarla ortak olan tek bir paydamız vardır: Ölüm! Ölüm ortak kılar tüm canlıları. Üstünlükleri ortadan kaldırarak herkesi eşit hale getirir. Kişi ayrımı yapmaz. Gelmeden önce randevu almaz. Şarkılardaki gibi bir ihtimal daha değildir. Kesindir. Hatta siz hiç farkında olmasanız da bu satırları okuduğunuz birkaç saniye içinde, birkaç insan öldü bile yeryüzünde. Zira yapılan araştırmalara göre dünyada her saniye ortalama bir insan hayata gözlerini yummaktadır. Kitabın sonunu getirdiğinizde yüzlercesi daha buna katılacaktır. Peki, bu insanlardan biri olmamanız için ne sebep var sizce?

***
Gerçekten de, bir kişi kendi bedeni içinde var olmaya başladığı andan itibaren ölmeye mahkûmdur ve hiçbir an yoktur ki ölüm ona yaklaşmıyor olsun.

Augustinus

Saturday, July 12, 2014

Murakami's Character on Anne Karenina

I thought I’d read a book until I got tired again. I went to the bedroom and picked a novel from the bookcase. My husband didn’t even twitch when I turned on the light to hunt for it. I chose Anna Karenina. I was in the mood for a long Russian novel, and I had read Anna Karenina only once, long ago, probably in high school. I remembered just a few things about it: the first line, “All happy families resemble one another; every unhappy family is unhappy in its own way,” and the heroine’s throwing herself under a train at the end. And that early on there was a hint of the final suicide. Wasn’t there a scene at a racetrack? Or was that in another novel?


***

Though it hadn’t occurred to me before, I couldn’t help thinking what an odd novel this was. You don’t see the heroine, Anna, until Chapter 18. I wondered if it didn’t seem unusual to readers in Tolstoy’s day. What did they do when the book went on and on with a detailed description of the life of a minor character named Oblonsky—just sit there, waiting for the beautiful heroine to appear? Maybe that was it. Maybe people in those days had lots of time to kill—at least the part of society that read novels.

***

I went back to the sofa and started reading the rest of Anna Karenina. Until that reading, I hadn’t realized how little I remembered of what goes on in the book. I recognized virtually nothing—the characters, the scenes, nothing. I might as well have been reading a whole new book. How strange. I must have been deeply moved at the time I first read it, but now there was nothing left. Without my noticing, the memories of all the shuddering, soaring emotions had slipped away and vanished.

What, then, of the enormous fund of time I had consumed back then reading books? What had all that meant?

I stopped reading and thought about that for a while. None of it made sense to me, though, and soon I even lost track of what I was thinking about. I caught myself staring at the tree that stood outside the window. I shook my head and went back to the book.

***

After checking to see that my husband was asleep, I would go sit on the living-room sofa, drink brandy by myself, and open my book. I read Anna Karenina three times. Each time, I made new discoveries. This enormous novel was full of revelations and riddles. Like a Chinese box, the world of the novel contained smaller worlds, and inside those were yet smaller worlds. Together, these worlds made up a single universe, and the universe waited there in the book to be discovered by the reader. The old me had been able to understand only the tiniest fragment of it, but the gaze of this new me could penetrate to the core with perfect understanding. I knew exactly what the great Tolstoy wanted to say, what he wanted the reader to get from his book; I could see how his message had organically crystallized as a novel, and what in that novel had surpassed the author himself.




Wednesday, June 4, 2014

Kuyudaki adam: Tolstoy, Bediüzzaman ve Buda


1996 yapımı Anna Karenina filmini izleyen bir Bediüzzaman okuyucusu filmin girişini görse hayretler içinde kalır. Çünkü dünyada sadece Bediüzzaman’dan okuduğu bir hikâyenin (Sekizinci Söz’deki temsili hikâyeciğin) sinemadaki hâlini görecektir. Tolstoy’un Anna Karenina romanında olmamasına rağmen, onun İtiraflar’ında yer alan hikâye bu film için başlangıç fragmanı olarak kullanılmıştır. Hikâye arslandan kaçarken bir kuyuya atlayan adamın vaziyetine dairdir:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrup etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhul edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyveleriniyemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ... ‘Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.’ İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-i hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor.” (BediüzzamanSekizinci Söz)

Tolstoy’un anlatımı aşağı yukarı aynıdır. Bir tek incir ağacındaki meyveler yerine kuyuya düşen adamın yediği şey ağaçtaki petekten damlayan baldır. Ölüm gerçeği karşısında hayatın anlamını sorgulatan bu meseli Tolstoy eski bir şark hikâyesi olarak zikreder ve kendi vaziyetini tarif için anlatır.

Peki, nasıl oldu da Said Nursi ve Leo Tolstoy bu hikâyeyi birbirlerinden habersiz kullandılar. Bediüzzaman’ın Sözler’inin sonundaki Fihrist bölümünde bu hikâye “Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil” olarak tarif edilir. Hıristiyan gelenekte de bulunan bu hikâyeBarlaam ve Josaphat adlı eserde vardır. Barlaam bilge bir zahit, Josaphat ise birşehzadedir. David M. Lang’in 1966 tarihli kitabına göre kuyudaki adam meselinin de dâhil olduğu Barlaam ve Josaphat isimli bu hikmetli hikâyeler topluluğu, Ortaçağ Avrupa’sına bir Gürcü Hıristiyan kesişin tercümesiyle 11. asırda geçiyor. Aynı eser, 6. veya 7. asırda eski İran üzerinden Pehleviceye tercüme ediliyor ve daha sonra 8. asırda Arapçaya Bilawhar wa Yudasaf adıyla geçiyor. Eserin Gürcü versiyonunda adamı kovalayan arslan yerine fil,kuyu yerine uçurum vardır. Diğer unsurlar tamamen aynıdır.

Kadim Hıristiyanlıktan Bizans ve Roma’ya geçen bu hikâyelerin anlatıcısı ve muhatabı olan Barlaam ve Josaphat Avrupa’da azizleştiriliyor. Hıristiyanlar çok zaman sonra öğreniyorlar ki Barlaam ve Josaphat hikâyesinin aslı Buda’nın öğretilerine dayanıyor. İnsan ruhunun bu dünya tünelindeki yolculuğunu anlatan bu hikâyeyi Buda, kendisini dinlemeye gelen bir genç kral olan Şoko ’ya anlatır. Genç kral Şoko şok olur: “Bu hâldeki bir insan nasıl öyle gafletle meyveleri yer, o balı yalamaya çalışır?” Buda ise der ki “Bu hikâye senin hikâyendir, bütün insanların hikâyesi”. Budistler hala bu hikmetli hikâyeyi okurlar. İşte bu güzel mesel BudaBediuzzaman ve Tolstoy’un yollarını kesiştiren kadim bir hakikattir.

Bu metaforik hikâyenin anlam ve yorumunu merak edenler Bediüzzaman’ın Sözler kitabından Sekizinci Söz’e bakabilirler.