Showing posts with label Mısır. Show all posts
Showing posts with label Mısır. Show all posts

Saturday, February 2, 2019

İslamda İktidarın Temelleri

Kerim Balcı-tr724.com

Ali Abderrâzık, Ezher ulemasından, dini yaşantısıyla çevresine örnek olmuş bir insan. Modernist, reformist veya liberal bir fikir adamı değil. Şu temel soruyla uğraşıyor kitabında: Hazreti Peygamber’in halifesi olan zat, O’nun hangi vasıflarının halifesidir? O’nun yokluğunda O’nun hangi yetki ve sorumlulukları halifesine, yani vekiline geçer?

Bu soru öncelikle, “Hazreti Peygamber’in vekaleten devr alınabilecek ne gibi vasıfları, veya bugünün ifadesiyle “ofis”leri vardı?” sorusunun cevaplanmasını gerektiriyor. Hazreti Muhammed peygamberdi ve peygamberliğin kendisinden sonra vekaleten de olsa icra edilemeyeceği açık. Elbette bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir tüccar idi aynı zamanda. Ama bunların hiçbiri vekaleten devr alınabilecek vasıflar değil.

Peki bu vasıfların dışında başka ne gibi vazifeleri, otoriteleri vardı? Ve acaba bunlar “halifelik” makamına geçebilecek vazifeler miydi? Bir kral mıydı mesela? Devlet adamı mıydı? Emirü’l-Mü’minin miydi? Ordu komutanı mıydı?

Ali Abderrâzık, “hepsiydi ve hiç biriydi” cevaplarını birlikte veriyor. Hepsiydi, çünkü O varken bunların hiçbirini O’ndan başka birinin yapması düşünülemezdi. Ama hiç biriydi, çünkü bunların herhangi birini sistemleştirmiş, vekaleten yapılacak bir hale getirmiş olarak yürümedi Ruhunun ufkuna. Oysa dinini kemale erdirmiş, peygamberlik vazifesini tamamlamıştı. Eğer kral veya devlet reisi olsaydı, bir devlet yönetimi sistematiği kurmuş, onu da kemale erdirmiş olurdu. Oysa bazı bölgelere geçici görevlerde gönderdiği hakemler ve zekat memurları dışında valiler tayin etmemiş, bir bütçe yapmamış, bırakınız modern devletin bürokrasisiyle kıyaslamayı, Hazreti Ömer döneminde tesis edilecek devlet yönetimini andıracak ölçekte bir yönetim sistemi bile kurgulamamıştı.
“Bugün dininizi kemale erdirdim,” ayetinin siyaset için bir karşılığının olmadığı ortada. Peygamber Aleyhisselam bize henüz kemale ulaşmamış, embriyonik aşamadaki bir yönetim sistemini bıraktıysa, bunun kemal derecesinin bir şahsın halifeliği olduğunu kim, neye dayanarak iddia edebilir?
Hazreti Peygamber’in inananların birlikteliğinin başı olduğu tezini elbette kabul ediyor Ali Abderrâzık, ama bu vasfın halifelik müessesesine geçmiş olduğunu reddediyor. Halifeliğin daha ilk halifeden itibaren ümmet arasında bölünmelere yol açtığının ve daha ilk halifeden itibaren baskı ve zor kullanılarak tesis edilmiş olduğunun altını çiziyor yazar, elbette, ilk dört halife için bu ifadeleri kullanırken ne kadar zorlandığını da vurgulayarak. Ancak bunu bir sorun ve bir eksiklik olarak görmüyor Abderrâzık: Krallık, padişahlık, liderlik veya her ne isim verilirse verilsin, siyasi hüküm şiddet veya şiddet tehdidi ile tesis edilir zira…
Özetle, halifelik müessesesinin, veya siyasal iradenin gerekliliğini tartışmıyor Ali Abderrâzık; halifelerin Hazreti Peygamber’in, ve bazı Batınî mezheplerin iddia ettikleri üzere Hazreti Allah’ın halifesi oldukları iddiasına karşı çıkıyor.
Şu sorunun da cevaplarını arıyor kitabında: Eğer dini bir müessese olmuş olsaydı Kur’an’da ve hadiste halifeliğe neredeyse hiç yer verilmemiş olur muydu? Peygamberini “Leste aleyhim bi-musaytır — Sen onlar üzerine zorlayıcı değilsin,” diye tanımlayan bir dinin inananları, zorla tesis ve idame edilen halifelik makamına nasıl oldu da kutsallık yüklediler?
Yöneticilerle alakalı bazı ayetleri ve hadisleri yorumlarken de özetle şöyle diyor Ali Abderrâzık: “Bunlar bir halife olması gerektiğini değil, bir kralın, bir siyasi idarenin kaçınılmaz olarak olacağını söylerler. Yöneticilere itaati emreden ibarelerden yola çıkarak halifelik müessesesinin kutsallığına ulaşan, ilgasını küfürle eşit gören mantıkla, dilencilere iyi davranılmasını emreden hadisten dilencilerin kutsal varlıklar olduğu ve her şehrin bir dilencisi olması gerektiği sonucuna da ulaşılmış olmaz mı?”
Kitabın beni düşünceye asıl sevk eden bölümü şu sorunun cevabının arandığı bölüm: İslam alimleri Yunan medeniyetinin kitaplarının Arapçaya çevrildiği dönemde mantık, felsefe, tıp, müzik, anatomi, gök bilimi ve daha ne kadar antik Yunan bilimi varsa hepsini içselleştirdi ve geliştirdiler. Ama Eski Yunan’ın en ziyade meşgul olduğu siyaset bilimi konusunda Farabi’nin Medinet’ül-Fadıla’sı ve Kelile ve Dimne gibi birkaç pedagojik eser dışında elle tutulur hiçbir çalışma yapılmadı. Neden?

Saturday, January 26, 2019

İyi Liderler Tarih Kitaplarına Giremiyor




Abdülnasır’ın Mısır’ı birçok yönden bugünün Türkiye’sine benziyor. Devrin Mısır cumhurbaşkanı, kendinden önceki iktidarı devirip yeni bir rejim kuruyor. İlk yıllarında “daha güçlü bir Mısır” sözü veriyor. Bir zamanlar iç içe olduğu Müslüman Kardeşler’i rakip olarak gördüğü için, kendisine yönelik bir suikast bahanesiyle, bütün üyelerine karşı baskı uygulatıyor. (Bu suikast girişiminin düzmece olabileceğine dair iddialar var. Ama o dönemki Müslüman Kardeşler içinde, hareketin lideri Hasan el-Benna’ya rağmen şiddeti, suikastları savunan bir ekip de var.)
Daha sonra Abdülnasır kendini “Arapların lideri” olarak konumluyor ve bölgede bu yönde çalışmalar yapıyor. O dönemlerde Arap dünyasında yaygın olan anti-emperyalist dalgayı kullanıyor. Milliyetçiliği körüklüyor. 1958’de Suriye ile anlaşıp sadece üç yıl yaşayacak olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuruyor. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği ile çalışıyor. Bu sırada İsrail’e bir saldırı düzenliyor ve buradan paçayı kurtarabilince hem popülaritesi artıyor hem de daha da radikalleşiyor.
1970’teki Altı Gün Savaşları’nda bu gerilimin onun için kötü bittiğini hatırlatalım. Hatta Abdülnasır’ın yardımcılığını da yapan Enver Sedat, tamamen aksi yönde bir dış politika gütmek durumunda kaldı ve İsrail’i devlet olarak tanıma yolunu seçti. Elbette bu durum ona 1978’de bir Nobel Barış Ödülü (devrin İsrail Başbakanı Menahem Begin’le birlikte) kazandıracaktı.
Ama Abdülnasır’ın güçlü liderlik modeli, aynı yıllarda Suriye’de Hafız Esad’la ve Cezayir’de Huari Bumedyen ile de benzer nitelikler taşıyor. Bu liderler, hızlı ve güçlü bir şekilde toplumu kontrol altına almayı, iç ve dış politikada geleneksel çizgileri bozmayı ve “millîleşmeyi” önemsiyor. Politikaları hep büyük şeyler başarmak üzerine kurulu. Council on Foreign Relations’tan (CFR) Steven A. Cook’a göre bu liderlerin kurduğu yönetim modelleri, başlangıçtaki “icraat” odaklı enerji, kısa zaman içerisinde ivmesini kaybediyor ve zamanla kendi vatandaşlarıyla uğraşan rejimlere dönüşüyor.
Cook, güçlü ve otokrat liderlerle çalışmaya daha hevesli Batılı politikacılara bir uyarı yaparken özellikle şu noktanın altını çiziyor: Singapur, Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük, zengin ve kendine has coğrafi konuma sahip ülkelerde bu türlü bir yönetimden “reform” beklemek mümkün fakat büyük ve karmaşık toplumlarda doğru reformların yapılması için konsensüse, yani demokrasiye ihtiyaç var.
**
İşin bir diğer boyutu da şu: “Güçlü lider” dediğimiz politikacılar gerçekten de etkin, gelecek kuşaklara alan açan, toplumların eğitim ve refah seviyelerini arttıran kimseler midir?
Aslında tam tersine çoğunlukla diktatörler, otokratlar ya da müstebit politikacılar – ki bunlar etkisi altına aldıkları toplulukları “güçlü lider” olduklarına ikna ediyorlar – ya iktidarda oldukları zamanlarda ülkelerini krizlere açık hâle getiriyor ya da kendilerinden sonra içinden çıkılmaz problemlerin toplumda yerleşmesine yol açıyor. Tarih, bunun örnekleriyle dolu.
İngiliz siyaset bilimci Archie Brown The Myth of the Strong Leader (Güçlü Lider Miti) isimli kitabında, bu sebeple toplumları gerçekten dönüştürme ve nesiller süren etkilere sahip olma konusunda kafası karışık, zayıf liderlerin daha fazla iş başardığı görüşünde.
Brown, “iyi” liderlerin tarih kitaplarında pek yer kaplamadığına da dikkat çekiyor. Kişisel favorilerinden biri ABD’nin 33. Başkanı Henry Truman. “Truman’ın tarzının alamet-i farikası, başkanlığının en sıradışı dış politika başarısının, Truman Planı değil, Marshall Planı olarak bilinmesidir.” (Marshall, Truman’ın yardımcılarından birinin soyadıydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın yeniden imarı için geliştirilmişti ve ülke tarihinin en önemli dış politika başarılarından biri olarak görüldü.)
Brown, Truman’ı tereddütlü olduğu için övüyor. Bulunduğu makamın gücünü abartmayan, başka insanların öne çıkıp sorumluluk alması konusunda açık olan, dediğim dedik tavırlardan uzak duran bir profil çiziyor onun için. Gelgelelim, iyi liderlerin seçmenin ilgisini pek çekemediğinden de yakınıyor. Nitekim Truman’ın Beyaz Saray’daki son günlerinde toplumda kabul görme oranı yüzde 20’lere kadar düşmüştü.
Güçlü liderlerin oluşturduğu bir diğer tehlike, iç meselelerden uzaklaşıp dış politika ve çoğunlukla askerî konuların cazibesine kapılmaları. İngiltere’yi Irak Savaşı’na sokan Tony Blair’in son günlerinde, kabinedeki bakanlar iç meselelere de askerî terminolojiyle yaklaştığını fark etmişler sözgelimi. Tahammül sınırları düşmüş, her şeyin bir an evvel olması gerektiğini düşünmeye başlamış. Ama bir gazetecinin dediği gibi: “Bağdat’ı yarın bombalayabilirsin ama eğitimin kalitesini arttırmak çok daha uzun süre alacaktır.”
Diğer yandan “güçlü liderler” biraz da gündemi ellerinde tutmak için sıradışı hamlelere muhtaçlar.

Şöyle düşünün. Adolf Hitler hükümetinin 1933’te hâli hazırda yüzde 30 işsizliğe sahip Alman ekonomisini savaşa hazırlayacak şekilde yürütmesi, dünyanın en ahmakça planıydı. İlk iki yılında askerî harcamaları yüzde 1’den yüzde 10’a çıkarmıştı. 1944’te, savaşın son günlerinde bu oran yüzde 75’e kadar tırmandı. Nazi Almanya’sının kısa zamanda muazzam bir güç elde etmesi, “devletin verimliliği” konusunda bazı zihinlere ilgi çekici gelse de, “mutlak gücün mutlak yozlaşmaya yol açacağı” hâlâ geçerliliğini koruyan bir ilke.
(Ama Hitler iktidarının güçlü olduğu yıllarda Avrupa’nın pek çok ülkesinde, İngiltere’de ve Amerika’da bile Nazizm hakkında olumlu düşünceleri, yönetim kademelerinde bulmak, görmek mümkündü. The Crown isimli diziyi seyredenler ya da tarih meraklıları hatırlar, İngiltere’nin tahttan vazgeçen eski kralı Sekizinci Edward, Nazi Almanya’sını 1937’de ziyaret etmiş, savaşın sonuna kadar Hitler’in yakın çevresiyle ilişkilerini sürdürmüştü. Hitler savaşı kaybettikten sonra yerin dibine sokulsa da, öncesinde özenilen bir “güçlü lider”di.)
Güç illüzyonu temelde, bu liderlerin karar alma mekanizmalarını bypass ederek, alabildiğine hızlı “icracılar” olmasından kaynaklanıyor. Kısa zamanda, çok sayıda icraat yapmak, bu arada muhalefeti (itirazları) susturmak, uzun vadeli diplomatik ilişkileri kesip atmak ya da tek karar verici olarak ülkedeki her kurumu aynı hizada tutmak büyük marifet olarak görülüyor. Liderin kişiselleştirdiği dış politika, orta ve uzun vadede kurumları yok ediyor, ikincil aktörleri silikleştiriyor.
Halbuki iyi liderler, karar alma mekanizmalarını çeşitlendiren, çok sayıda fikrin kararlar alınmadan önce duyulmasını sağlayan ve bu arada toplumsal mutabakat için çalışan kimselerdir. Çünkü “hız” doğru kararların düşmanıdır. Karmaşık meseleler, hızlı bir biçimde anlaşılıp çözüme kavuşturulamaz. Hız, belki yalnızca savaş gibi aciliyet gerektiren durumlarda karar vericilerin sahip olması elzem bir özelliktir. Politikada ise yavaşlık, uzun süreli tartışma ve geniş katılım aranması gerekenlerdir.

Saturday, January 28, 2017

Long Live The Revolution!


History provides ample evidence for the crucial importance of large-scale cooperation. Victory almost invariably went to those who cooperated better – not only in struggles between Homo sapiens and other animals, but also in conflicts between different human groups. Thus Rome conquered Greece not because the Romans had larger brains or better toolmaking techniques, but because they were able to cooperate more effectively. Throughout history, disciplined armies easily routed disorganised hordes, and unified elites dominated the disorderly masses. In 1914, for example, 3 million Russian noblemen, officials and business people lorded it over 180 million peasants and workers. The Russian elite knew how to cooperate in defence of its common interests, whereas the 180 million commoners were incapable of effective mobilisation. Indeed, much of the elite’s efforts focused on ensuring that the 180 million people at the bottom would never learn to cooperate.

In order to mount a revolution, numbers are never enough. Revolutions are usually made by small networks of agitators rather than by the masses. If you want to launch a revolution, don’t ask yourself, ‘How many people support my ideas?’ Instead, ask yourself, ‘How many of my supporters are capable of effective collaboration?’ The Russian Revolution finally erupted not when 180 million peasants rose against the tsar, but rather when a handful of communists placed themselves at the right place at the right time. In 1917, at a time when the Russian upper and middle classes numbered at least 3 million people, the Communist Party had just 23,000 members. The communists nevertheless gained control of the vast Russian Empire because they organised themselves well. When authority in Russia slipped from the decrepit hands of the tsar and the equally shaky hands of Kerensky’s provisional government, the communists seized it with alacrity, gripping the reins of power like a bulldog locking its jaws on a bone. 

“The communists didn’t release their grip until the late 1980s. Effective organisation kept them in power for eight long decades, and they eventually fell due to defective organisation. On 21 December 1989 Nicolae Ceauşescu, the communist dictator of Romania, organised a mass demonstration of support in the centre of Bucharest. Over the previous months the Soviet Union had withdrawn its support from the eastern European communist regimes, the Berlin Wall had fallen, and revolutions had swept Poland, East Germany, Hungary, Bulgaria and Czechoslovakia. Ceauşescu, who had ruled Romania since 1965, believed he could withstand the tsunami, even though riots against his rule had erupted in the Romanian city of Timişoara on 17 December. As one of his counter-measures, Ceauşescu arranged a massive rally in Bucharest to prove to Romanians and the rest of the world that the majority of the populace still loved him – or at least feared him. The creaking party apparatus mobilised 80,000 people to fill the city’s central square, and citizens throughout Romania were instructed to stop all their activities and tune in on their radios and televisions.

To the cheering of the seemingly enthusiastic crowd, Ceauşescu mounted the balcony overlooking the square,  as he had done scores of times in previous decades. Flanked by his wife Elena, leading party officials and a bevy of bodyguards, Ceauşescu began delivering one of his trademark dreary speeches. For eight minutes he praised the glories of Romanian socialism, looking very pleased with himself as the crowd clapped mechanically. And then something went wrong. You can see it for yourself on YouTube. Just search for ‘Ceauşescu’s last speech’, and watch history in action.20
The YouTube clip shows Ceauşescu starting another long sentence, saying, ‘I want to thank the initiators and organisers of this great event in Bucharest, considering it as a—’, and then he falls silent, his eyes open wide, and he freezes in disbelief. He never finished the sentence. You can see in that split second how an entire world collapses. Somebody in the audience booed. People still argue today who was the first person who dared to boo. And then another person booed, and another, and another, and within a few seconds the masses began whistling, shouting abuse and calling out ‘Ti-mi-şoa-ra! Ti-mi-şoa-ra!”
 
All this happened live on Romanian television, as three-quarters of the populace sat glued to the screens, their hearts throbbing wildly. The notorious secret police – the Securitate – immediately ordered the broadcast to be stopped, but the television crews disobeyed. The cameraman pointed the camera towards the sky so that viewers couldn’t  see the panic among the party leaders on the balcony, but the soundman kept recording, and the technicians continued the transmission. The whole of Romania heard the crowd booing, while Ceauşescu yelled, ‘Hello! Hello! Hello!’ as if the problem was with the microphone. His wife Elena began scolding the audience, ‘Be quiet! Be quiet!’ until Ceauşescu turned and yelled at her – still live on television – ‘You be quiet!’ Ceauşescu then appealed to the excited crowds in the square, imploring them, ‘Comrades! Comrades! Be quiet, comrades!’

But the comrades were unwilling to be quiet. Communist Romania crumbled when 80,000 people in the Bucharest central square realised they were much stronger than the old man in the fur hat on the balcony. What is truly astounding, however, is not the moment the system collapsed, but the fact that it managed to survive for decades. Why are revolutions so rare? Why do the masses sometimes clap and cheer for centuries on end, doing everything the man on the balcony commands them, even though they could in theory charge forward at any moment and tear him to pieces? 

Ceauşescu and his cronies dominated 20 million Romanians for four decades because they ensured three vital conditions. First, they placed loyal communist apparatchiks in control of all networks of cooperation, such as the army, trade unions and even sports associations. Second, they prevented the creation of any rival organisations – whether political, economic or social – which might serve as a basis for anti-communist cooperation. Third, they relied on the support of sister communist parties in the Soviet Union and eastern Europe. Despite occasional tensions, these parties helped each other in times of need, or at least guaranteed that no outsider poked his nose into the socialist paradise. Under such conditions, despite all the hardship and suffering inflicted on them by the ruling elite, the 20 million Romanians were unable to organise any effective opposition.

Ceauşescu fell from power only once all three conditions no longer held. In the late 1980s the Soviet Union withdrew its protection and the communist regimes began falling like dominoes. By December 1989 Ceauşescu could not expect any outside assistance. Just the opposite – revolutions in nearby countries gave heart to the local opposition. The Communist Party itself began splitting into rival camps. The moderates wished to rid themselves of Ceauşescu and initiate reforms before it was too late. By organising the Bucharest demonstration and broadcasting it live on television, Ceauşescu himself provided the revolutionaries with the perfect opportunity to discover their power and rally against him. What quicker way to spread a revolution than by showing it on TV?

Yet when power slipped from the hands of the clumsy organiser on the balcony, it did not pass to the masses in the square. Though numerous and enthusiastic, the crowds did not know how to organise themselves. “Hence just as in Russia in 1917, power passed to a small group of political players whose only asset was good organisation. The Romanian Revolution was hijacked by the self-proclaimed National Salvation Front, which was in fact a smokescreen for the moderate wing of the Communist Party. The Front had no real ties to the demonstrating crowds. It was manned by mid-ranking party officials, and led by Ion Iliescu, a former member of the Communist Party’s central committee and one-time head of the propaganda department. Iliescu and his comrades in the National Salvation Front reinvented themselves as democratic politicians, proclaimed to any available microphone that they were the leaders of the revolution, and then used their long experience and network of cronies to take control of the country and pocket its resources.

In communist Romania almost everything was owned by the state.   

Democratic Romania quickly privatised its assets, selling them at bargain prices to the ex-communists, who alone grasped what was happening and collaborated to feather each other’s nests. Government companies that controlled national infrastructure and natural resources were sold to former communist officials at end-of-season prices while the party’s foot soldiers bought houses and apartments for pennies.

Ion Iliescu was elected president of Romania, while his colleagues became ministers, parliament members, bank directors and multimillionaires. The new Romanian elite that controls the country to this day is composed mostly of former communists and their families. The masses who risked their necks in Timişoara and Bucharest settled for scraps, because they did not know how to cooperate and how to create an efficient organisation to look after their own interests. 

A similar fate befell the Egyptian Revolution of 2011. What television did in 1989, Facebook and Twitter did in 2011. The new media helped the masses coordinate their activities, so that thousands of people flooded the streets and squares at the right moment and toppled the Mubarak regime. However, it is one thing to bring 100,000 people to Tahrir Square, and quite another to get a grip on the political machinery, shake the right hands in the right back rooms and run a country effectively. Consequently, when Mubarak stepped down the demonstrators could not fill the vacuum. Egypt had only two institutions sufficiently organised to rule the country: the army and the Muslim Brotherhood. Hence the revolution was hijacked first by the Brotherhood, and eventually by the army.
The Romanian ex-communists and the Egyptian generals were not more intelligent or nimble-fingered than either the old dictators or the demonstrators in Bucharest and Cairo. Their advantage lay in flexible cooperation. They cooperated better than the crowds, and they were willing to show far more flexibility than the hidebound Ceauşescu and Mubarak. 

Sunday, January 15, 2017

The New Human Agenda




“At the dawn of the third millennium, humanity wakes up, stretching its limbs and rubbing its eyes. Remnants of some awful nightmare are still drifting across its mind. ‘There was something with barbed wire, and huge mushroom clouds. Oh well, it was just a bad dream.’ Going to the bathroom, humanity washes its face, examines its wrinkles in the mirror, makes a cup of coffee and opens the diary. ‘Let’s see what’s on the agenda today.’

For thousands of years the answer to this question remained unchanged. The same three problems preoccupied the people of twentieth-century China, of medieval India and of ancient Egypt. Famine, plague and war were always at the top of the list. For generation after generation humans have prayed to every god, angel and saint, and have invented countless tools, institutions and social systems – but they continued to die in their millions from starvation, epidemics and violence. Many thinkers and prophets concluded that famine, plague and war must be an integral part of God’s cosmic plan or of our imperfect nature, and nothing short of the end of time would free us from them.

“Yet at the dawn of the third millennium, humanity wakes up to an amazing realisation. Most people rarely think about it, but in the last few decades we have managed to rein in famine, plague and war. Of course, these problems have not been completely solved, but they have been transformed from incomprehensible and uncontrollable forces of nature into manageable challenges. We don’t need to pray to any god or saint to rescue us from them. We know quite well what needs to be done in order to prevent famine, plague and war – and we usually succeed in doing it.

True, there are still notable failures; but when faced with such failures we no longer shrug our shoulders and say, ‘Well, that’s the way things work in our imperfect world’ or ‘God’s will be done’. Rather, when famine, plague or war break out of our control, we feel that somebody must have screwed up, we set up a commission of inquiry, and promise ourselves that next time we’ll do better. And it actually works. Such calamities indeed happen less and less often. For the first time in history, more people die today from eating too much than from eating too little; more people die from old age than from infectious diseases; and more people commit suicide than are killed by soldiers, terrorists and criminals combined. In the early twenty-first century, the average human is far more likely to die from bingeing at McDonald’s than from drought, Ebola or an al-Qaeda attack.”

**
“Until recently most humans lived on the very edge of the biological poverty line, below which people succumb to malnutrition and hunger. A small mistake or a bit of bad luck could easily be a death sentence for an entire family or village. If heavy rains destroyed your wheat crop, or robbers carried off your goat herd, you and your loved ones may well have starved to death. Misfortune or stupidity on the collective level resulted in mass famines. When severe drought hit ancient Egypt or medieval India, it was not uncommon that 5 or 10 per cent of the population perished. Provisions became scarce; transport was too slow and expensive to import sufficient food; and governments were far too weak to save the day.”

**
“After famine, humanity’s second great enemy was plagues and infectious diseases. Bustling cities linked by a ceaseless stream of merchants, officials and pilgrims were both the bedrock of human civilisation and an ideal breeding ground for pathogens. People consequently lived their lives in ancient Athens or medieval Florence knowing that they might fall ill and die next week, or that an epidemic might suddenly erupt and destroy their entire family in one swoop.

The most famous such outbreak, the so-called Black Death, began in the 1330s, somewhere in east or central Asia, when the flea-dwelling bacterium Yersinia pestis started infecting humans bitten by the fleas. From there, riding on an army of rats and fleas, the plague quickly spread all over Asia, Europe and North Africa, taking less than twenty years to reach the shores of the Atlantic Ocean. Between 75 million and 200 million people died – more than a quarter of the population of Eurasia. In England, four out of ten people died, and the population dropped from a pre-plague high of 3.7 million people to a post-plague low of 2.2 million. The city of Florence lost 50,000 of its 100,000 inhabitants.”

**
“The Black Death was not a singular event, nor even the worst plague in history. More disastrous epidemics struck America, Australia and the Pacific Islands following the arrival of the first Europeans. Unbeknown to the explorers and settlers, they brought with them new infectious diseases against which the natives had no immunity. Up to 90 per cent of the local populations died as a result.”

**
“Incidentally cancer and heart disease are of course not new illnesses – they go back to antiquity. In previous eras, however, relatively few people lived long enough to die from them.”




Wednesday, August 31, 2016

Dünya Eşitsizliğini Anlamak

Zenginlikte, yoksullukta ve büyüme örüntülerinde görülen bu muazzam farklılıkları neyle açıklayabiliriz? Neden Batı Avrupalı ülkeler ve onların Avrupalı yerleşimcilerle dolu kolonileri 19. yüzyılda neredeyse hiç geriye bakmadan büyümeye başladılar? Amerika’daki kalıcı eşitsizlik sıralamasını neyle açıklayabiliriz? Neden Doğu Asya’nın büyük kısmı baş döndürücü oranlarda ekonomik büyüme gösterirken Sahra-altı Afrika ve Ortadoğu’daki ülkeler Batı Avrupa’da görülen türden bir ekonomik büyüme göstermede başarısız oldular?

Dünya eşitsizliğinin muazzam boyutlarından, önemli sonuçlar doğurmasından ve son derece belirgin örüntülere sahip olmasından ötürü, genel kabul gören bir açıklaması olduğu düşünülebilir. Fakat öyle değil. Sosyal bilimcilerin zenginlik ve yoksulluğun kökenleri için öne sürdüğü çoğu hipotez hiç de işe yaramıyor ve duruma ikna edici bir açıklama getirmekten uzak.


**

Kültür hipotezi


Genel kabul görmüş diğer bir kuram olan kültür hipotezi, zenginliği kültürle ilişkilendirir. Kültür hipotezi, tıpkı coğrafya hipotezi gibi, en azından Protestan Reformu’nun ve kamçıladığı Protestan ahlakının Batı Avrupa’nın modern sanayi toplumunun yükselişini kolaylaştıran anahtar bir rol oynadığını öne süren büyük Alman sosyoloğu Max Weber’e kadar götürülebilecek seçkin bir silsileye sahiptir. Kültür hipotezi artık temellerini yalnızca dine dayandırmıyor, başka inançlara, değerlere ve ahlak anlayışlarına da vurgu yapıyor.

Alenen dile getirilmesi siyaseten doğru olmasa da, çoğu insan hâlâ Afrikalıların düzgün bir iş ahlâkından yoksun oldukları, büyüye-büyücülüğe inanmaya devam ettikleri ya da Batı’nın yeni teknolojilerine ayak diredikleri için fakir olduklarını düşünmeyi sürdürüyor. Ayrıca çoğu kişi, insanlarının hem doğaları gereği sefih ve meteliksiz hem de “İber” ya da “mañana” kültüründen mustarip olmaları nedeniyle Latin Amerika’nın asla zengin olamayacağına da inanıyor. Elbette, bugün Çin, Hong Kong ve Singapur’daki büyümenin lokomotifi olarak Çin’deki iş ahlakı göklere çıkarılsa da zamanında çoğu kişi Çin kültürünün ve Konfüçyus değerlerinin ekonomik büyümeye ters düştüğünü düşünüyordu.

Kültür hipotezi dünya eşitsizliğini anlamada işe yarar mı? Hem evet, hem de hayır. Kültürle ilişkili sosyal normlar önem taşıdıkları, değiştirilmesi zor oldukları ve bazen de bu kitabın dünya eşitsizliğine getirdiği açıklamayı yani kurumsal farklılıkları destekledikleri için, evet. Ancak kültürün din, ulusal ahlak, Afrika ya da Latin değerleri gibi sıklıkla vurgulanan yönleri bu noktaya nasıl geldiğimizi ve dünya eşitsizliğinin neden süreklilik gösterdiğini anlamak için hiç de önem taşımadığı için, büyük ölçüde hayır. İnsanların birbirlerine ne ölçüde güvendikleri ya da işbirliği yapabildikleri gibi diğer hususlar da önem taşır ancak bunlar çoğunlukla kurumların ürünüdür, bağımsız bir nedenin değil.
**
Gelin, kültür hipotezi meraklılarının gözde bölgelerinden birine, Ortadoğu’ya göz atalım. Ortadoğu çoğunlukla Müslüman ülkelerden oluşur ve daha önce belirttiğimiz gibi, bunlar arasında petrolü olma “yanlar çok fakirdir. Petrol üreticileri zengindir fakat bu beklenmedik zenginlik Suudi Arabistan ve Kuveyt’te çok yönlü modern ekonomilerin oluşmasına yol açmamıştır. Peki, bu gerçekler din faktörünün önem taşıdığını göstermez mi? Makul görünmesine karşın bu arguman da doğru değildir. Evet, Suriye ve Mısır gibi ülkeler fakirdir ve nüfuslarının büyük çoğunluğu Müslümandır. Fakat bu ülkeler zenginliğin oluşumunda çok daha fazla önem taşıyan başka konularda da sistematik farklılıklar gösterirler. Her şeyden önce hepsi de gelişimlerini yoğun bir biçimde ve olumsuz yönde şekillendiren Osmanlı İmparatorluğu’nun eski eyaletleriydi. Osmanlı idaresinin çöküşünün ardından Ortadoğu, yine, gelişimlerinin önüne set çeken İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının hâkimiyetine geçti. Bağımsızlıklarının ardından büyük ölçüde eski sömürge dünyasının kurallarına göre hareket ederek hiyerarşik, otoriter siyasal rejimler kurdular. Bu rejimlerin birkaç siyasal ve ekonomik kurumu, ileride tartışacağımız gibi, ekonomik başarının elde edilmesinde hayati bir önem taşıyordu. Bu gelişim çizgisinde büyük ölçüde Osmanlı ve Avrupa hâkimiyeti tarihi belirleyici oldu. Ortadoğu’da İslam dini ve yoksulluk arasındaki ilişki büyük ölçüde düzmecedir.

Ortadoğu’nun ekonomik rotasını belirlemede kültürel etkenlerden ziyade bu tarihsel olayların oynadığı rol, 1805-1848 yılları arasında Muhammed Ali idaresindeki Mısır gibi, geçici olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Avrupalı güçlerin elinden kurtulan Ortadoğu’nun bazı bölgelerinin hızlı bir ekonomik değişim rotası izleyebilmesinde de görülebilir. Muhammed Ali, Napoleon Bonaparte’ın komutasında Mısır’ı işgal eden Fransız kuvvetlerinin geri çekilmesinin ardından yönetime el koydu. O tarihte Osmanlı’nın Mısır bölgesi üstündeki otorite zafiyetinden istifade ederek şu ya da bu şekilde Nasır’ın öncülüğündeki 1952 Mısır Devrimi’ne dek hüküm sürecek kendi hanedanlığını kurmayı başardı. Zorlayıcı nitelikte olmalarına karşın Muhammed Ali’nin reformları devlet bürokrasisini, orduyu ve vergi sistemini modernize ederek Mısır’ın büyümesini sağladı. Ayrıca tarımda ve sanayide de büyüme kaydedildi. Ancak bu modernizasyon süreci ve büyüme Ali’nin ölümüyle son buldu ve Mısır, Batı’nın etkisi altına girdi.

**
Acaba Avrupalılar iş ahlakları, yaşam görüşleri, Yahudi-Hıristiyan değerleri ya da sahip oldukları Roma mirası nedeniyle bir biçimde daha mı üstündürler? Nüfusun büyük çoğunluğunu Avrupa kökenli halkların oluşturduğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dünyanın en müreffeh bölgesi olduğu bir gerçektir. Belki de bu zenginliğin nedeni –ve kültür hipotezinin son kalesi– Avrupa’nın üstün kültür mirasıdır. Yazık ki, kültür hipotezinin bu versiyonu da açıklayıcı olmaktan en az diğerleri kadar uzaktır. Kanada ve Birleşik Devletler nüfusuna kıyasla Arjantin ve Uruguay nüfusunun daha büyük bölümü Avrupa kökenlidir; fakat bu ülkelerin ekonomik performansı tatminkâr olmaktan çok uzaktır. Oysa Japonya ve Singapur’daki Avrupa kökenli yerleşimciler hiçbir zaman bir tutamdan fazla olmamıştır fakat Batı Avrupa’nın pek çok ülkesi kadar müreffehtirler.

**
Ekonomik ve siyasal sisteminin çoğu eksik yönlerine rağmen Çin son 30 yılın en hızlı büyüyen ülkesidir. Çin’de Mao Zedung’un ölümüne kadarki yoksulluğun Çin kültürüyle hiçbir ilgisi yoktu; bu yoksulluk Mao’nun ekonomiyi örgütleme ve siyaseti idare etmede kullandığı feci yöntemden kaynaklanıyordu. 1950’lerde Büyük İleri Atılım’ı, kitlesel açlığa ve kıtlığa yol açan sert bir sanayileşme politikasını benimsedi. 1960’larda entelektüellere, eğitimli insanlara; yani partiye bağlılığından şüphe duyulan herkese kitlesel olarak zulmedilmesine yol açan Kültür Devrimi’ni başlattı. Bu da korkuya, toplumun yetenek ve kaynaklarında büyük bir kayba yol açtı. Aynı şekilde, Çin’in günümüzdeki büyümesinin de Çin değerleriyle ya da Çin’deki kültürel değişimle hiçbir ilgisi yoktur; Mao Zedung’un ölümünün ardından yavaş yavaş sosyalist ekonomik politikaları ve kurumları terk eden Deng Xiaoping ve yandaşlarının önce tarımda ardından sanayide uyguladığı reformların zincirlerinden kurtardığı ekonomik dönüşüm sürecinin bir sonucudur.

**
Cehalet hipotezi dünya eşitsizliğini açıklayabilir mi? Acaba Batı Avrupalı liderler nispeten daha başarılı olmalarından da anlaşılacağı gibi daha iyi bilgilendirilmiş ya da tavsiye almışlardır da, Afrika ülkeleri kendi liderleri ülkelerini yoksulluğa sürükleyen aynı hatalı yönetim anlayışına eğilim gösterdikleri için mi dünyanın geri kalanından daha fakirdir? Sonuçlarını yanlış kestirdikleri için talihsiz politikalar izlemiş liderlere dair meşhur örnekler olsa da, cehalet dünya eşitsizliğinin en iyi ihtimalle küçük bir bölümüne açıklama getirebilir.

**
1971’deki Gana Başbakanı Kofi Busia deneyimi, cehalet hipotezinin ne denli yanıltıcı olabileceğini ortaya koyar. Busia tehlikeli bir ekonomik krizle yüz yüze kalmıştı. 1969’da iktidara gelmesinin ardından kendinden önceki Nkrumah gibi sürdürülemez bir genişlemeci ekonomik politika izledi, pazarlama komiteleri ve aşırı değerlenmiş döviz kuru sayesinde çeşitli fiyat kontrolleri uyguladı. Busia, Nkrumah’ın rakibi olmasına ve demokratik bir yönetim sürdürmesine karşın ülkesinde benzer nitelikte birçok siyasal kısıtlamayla karşılaştı. Nkrumah gibi onun ekonomi politikaları da “cahilliğinden” ve bu politikaların ekonomi için iyi olduğunu ya da ülkeyi geliştirmenin ideal bir yolu olduğunu düşündüğü için benimsenmedi. Bu politikalar tercih edildi; çünkü bunlar Busia’nın hoşnut tutulması gereken, siyasal bakımdan güçlü gruplara –örneğin kentsel alanlardakilere– kaynak aktarmasına olanak sağlayan politikalardı. Fiyat kontrolleri tarıma baskı yaptı, kentsel alanlardaki seçmen bölgelerine ucuz yiyecek sağladı ve hükümet harcamalarını finanse etmek için gelir oluşturdu. Ancak bu kontroller sürdürülemez nitelikteydi. Gana kısa bir süre sonra bir dizi ödemeler dengesi krizi ve döviz darlığıyla boğuşmaya başladı. Bu ikilemler karşısında, 27 Aralık 1971’de Uluslararası Para Fonu’yla, ağır bir devalüasyon da içeren bir anlaşma imzaladı.

IMF, Dünya Bankası ve tüm uluslararası camia, anlaşmada yer alan reformları uygulaması için Busia’ya baskıda bulundu. Uluslararası kurumlar keyiften pek farkında olmasalar da Busia büyük bir siyasal kumar oynadığını biliyordu. Devalüasyonun doğrudan sonucu Gana’nın başkenti Akra’da baş gösteren ve Yarbay Acheampong komutasındaki ordu Busia’yı devirinceye kadar kontrol altına alınamayan ayaklanma ve hoşnutsuzluk oldu; Acheampong’un ilk işi devalüasyona son vermekti. Cehalet hipotezi, yoksulluk sorununu “çözmek” için hazır bir öneriyle gelmesiyle kültür ve coğrafya hipotezlerinden ayrılır: Eğer cehalet sorunumuz varsa aydınlanmış, bilgili yöneticiler ve siyasetçiler bizi bu durumdan kurtarabilir; doğru tavsiyelerle ve siyasetçileri hangi ekonomi politikasının iyi olduğuna ikna ederek tüm dünyada refah “inşa” edebiliriz. Busia deneyimi, bir kez daha, piyasa başarısızlıklarını azaltacak ve ekonomik büyümeyi teşvik edecek politikaları hayata geçirmenin önündeki asıl engelin siyasetçilerin cehaleti değil, içinde bulundukları toplumun siyasal ve ekonomik kurumlarının onlara sunduğu teşvikler ve getirdikleri kısıtlamalar olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.

Cehalet hipotezi hâlâ pek çok iktisatçı arasında ve –neredeyse her şeyi bir yana bırakıp refahı nasıl inşa edeceklerine odaklanan– Batılı siyaset çevrelerinde geniş ölçüde kabul görüyorsa da yalnızca işe yaramayan bir başka hipotezden ibarettir. Ne dünya genelinde refahın kökenlerini ne de etrafımızda olan biteni –örneğin neden Birleşik Devletler ve İngiltere değil de Meksika ve Peru gibi bazı ülkelerin yurttaşlarının çoğunu yoksulluğa sürükleyecek kurum ve politikaları seçtiklerini ya da neden Sahra-altı Afrika’nın neredeyse tamamının ve Orta Amerika’nın büyük bölümünün Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya kıyasla bu denli yoksul olduğunu– açıklayabilir.

Ülkelerin kendilerini yoksulluğa mahkûm eden kurumsal örüntülerden kurtulup bir ekonomik büyüme çizgisi tutturmayı başarmaları, cahil liderlerinin bir anda daha bilgili ya da daha az çıkarcı olmalarından ya da daha iyi iktisatçılardan tavsiye almalarından kaynaklanmaz.

**
Çin’in komünizmden piyasa teşviklerine geçişini sağlayan daha iyi tavsiyeler ya da ekonominin nasıl işlediğinin daha iyi anlaşılması değildi; siyasetti.

Dünya eşitsizliğini anlamak için öncelikle bazı toplumların neden çok yetersiz ve toplumsal açıdan sakıncalı biçimlerde örgütlendiklerini anlamamız gerektiğini savunacağız. Ülkeler bazen etkili kurumlar hayata geçirmeyi ve zenginliğe erişmeyi de başarırlar; fakat ne yazık ki, bunlar nadiren görülen durumlardır. Çoğu iktisatçı ve siyasetçi “meseleyi doğru anlamaya” odaklanır. Oysa asıl odaklanılması gereken yoksul ülkelerin neden “meseleyi yanlış anladıklarına” açıklama getirmektir. Konuyu yanlış anlamak genellikle ne cehaletle ne de kültürle ilgilidir. İleride göreceğimiz gibi, bu ülkeler iktidardakiler yoksulluğa yol açacak seçimler yaptıkları için yoksuldur. Meseleyi hata ya da cehalet yüzünden değil kasten yanlış anlarlar. Bunu anlamak için iktisadın ve yapılması gerekenleri söyleyen uzman tavsiyelerinin ötesine geçip kararların gerçekte nasıl alındığı, kimin aldığı ve bu insanların neden bu kararları aldığı incelenmelidir. Bu siyasete ve siyasal süreçlere ilişkin bir çalışmadır. İktisat genellikle siyaseti göz ardı eder fakat siyaseti anlamak dünya eşitsizliğini açıklamak için elzemdir. İktisatçı Abba Lerner’ın 1970’lerde belirttiği gibi, “İktisat hallolmuş siyasal problemleri kendine çalışma alanı olarak seçerek Sosyal Bilimlerin Kraliçesi unvanını aldı.”

Zenginliğe ulaşmanın bazı temel siyasal problemleri çözmeye bağlı olduğunu savunacağız. Bunun nedeni tamamen iktisadın siyasal problemleri çözülmüş farz etmesinin dünya eşitsizliği için tatminkâr bir açıklama bulmaya olanak tanımamasıdır. Dünya eşitsizliğinin açıklanması konusunda, farklı türden politikaların ve toplumsal düzenlemelerin ekonomik teşvikleri ve davranışları nasıl etkilediğini anlamak için hâlâ iktisada ihtiyaç vardır. Fakat bunun için siyasete de ihtiyaç vardır.



Thursday, August 25, 2016

Ulusların Düşüşü


“Bu kitap Birleşik Devletler, Büyük Britanya ve Almanya gibi dünyanın zengin ülkelerini, Sahra-altı Afrika’dan, Orta Amerika’dan ve Güney Asya’daki yoksul ülkelerden ayıran gelir ve yaşam standartlarındaki büyük farklılıklar hakkında.”


**


Mısırlılara göre geri kalmışlıklarının başlıca nedenleri arasında etkisiz ve yozlaşmış bir devlet; hırs, yetenek ve becerilerini kullanamadıkları bir toplum ve aldıkları eğitim yer alıyor. Ama aynı zamanda bu sorunların kökeninde siyasal nedenlerin yattığının da farkındalar. Karşılaştıkları tüm ekonomik engeller, siyasal gücün küçük bir elit tarafından tekelleştirilip tatbik edilmesinden kaynaklanıyor. Bu, onların da anladığı gibi, değişmek zorunda olan ilk şey.


Tahrir Meydanı’ndaki protestocular buna inandıkları için, konuya ilişkin yaygın kanıdan kesin bir biçimde ayrılıyorlar. Oysa Mısır gibi bir ülkenin neden fakir olduğu konusunda akıl yürüten akademisyen ve yorumcuların çoğu, bütünüyle farklı etkenlere vurgu yapıyorlar. Bazıları ülkenin büyük kısmının çöl olmasından, yeterli miktarda yağış almamasından, toprak ve iklimin verimli tarıma izin vermemesinden ötürü, Mısır’ın yoksulluğunu, öncelikle coğrafyanın koşulladığını ileri sürüyor. Diğerleri ise güya ekonomik gelişime ve zenginliğe uygun olmayan kültürel özelliklere işaret ediyor. Mısırlıların diğer ülkeleri refaha kavuşturan iş ahlakı ve kültürel özelliklerden yoksun olduğunu, bunun yerine ekonomik başarıyla uyuşmayan İslami inançları kabul ettiklerini savunuyorlar. İktisatçılar ve siyaset uzmanları arasında yaygın olan üçüncü bir yaklaşım ise Mısırlı yöneticilerin ülkelerini refaha kavuşturmak için ne yapılması gerektiğini bilmedikleri ve geçmişte yanlış politikalar ve stratejiler izledikleri görüşüne dayanıyor. Bu görüşe göre, eğer bu yöneticiler doğru danışmanlardan doğru tavsiyeler almış olsalardı refaha kavuşacaklardı. Bu akademisyen ve siyaset uzmanları için, Mısır’ın toplumun sırtından küpünü dolduran dar bir elit tarafından yönetilmesinin ülkenin ekonomik problemlerini anlayabilmekle ilgisi yok gibi görünüyor.


Biz bu kitapta çoğu akademisyen ve yorumcunun değil, Tahrir Meydanı’ndaki Mısırlıların doğru görüşte olduğunu savunacağız. Aslında Mısır, halkın büyük çoğunluğunu hiçe sayarak toplumu kendi çıkarları için örgütleyen küçük bir elit tarafından idare edilmiş olduğu için fakir. Siyasal güç dar bir çevrede yoğunlaştırıldı ve eski devlet başkanı Mübarek’in 70 milyar dolarlık serveti örneğinde olduğu gibi, bu güç ona sahip olanlara büyük bir servet kazandırmak için kullanıldı. Kaybeden ise, şimdi bu gerçeği çok iyi anlayan Mısır halkı oldu.


Biz Mısır’ın yoksulluğuna dair bu yorumun; halkın yorumunun, yoksul ülkelerin neden yoksul olduğuna dair genel bir açıklama sunduğunu göstereceğiz. İster Kuzey Kore olsun, ister Sierra Leone ya da Zimbabve; yoksul ülkelerin Mısır’la aynı nedenden ötürü yoksul olduklarını göstereceğiz. Büyük Britanya ya da Birleşik Devletler gibi ülkeler, yurttaşları gücü ellerinde tutan elitleri devirdikleri ve siyasal hakların çok daha yaygınlaştırıldığı; hükümetin yurttaşlara karşı sorumlu ve duyarlı olduğu; geniş halk kitlelerinin ekonomik fırsatlardan yararlanabildiği bir toplum yarattıkları için zengindirler. Günümüzde dünyada neden böyle bir eşitsizliğin hüküm sürdüğünü anlayabilmek için geçmişi araştırmak ve toplumların tarihsel dinamiklerini incelemek zorunda olduğumuzu göstereceğiz. Britanya’nın Mısır’dan daha zengin olmasının nedeninin, Britanya’nın (ya da daha net söylemek gerekirse, İngiltere’nin) 1688’de ülkenin siyasetini ve dolayısıyla ekonomisini dönüştüren bir devrim geçirmiş olmasına dayandığını göreceğiz. İnsanlar daha fazla siyasal hak için mücadele edip kazandılar ve bu hakları ekonomik fırsatlarını genişletmek için kullandılar. Sonuç, Sanayi Devrimi’yle doruğa ulaşan temelden farklı bir siyasal ve ekonomik rota oldu.


Endüstri Devrimi ve beraberinde getirdiği teknolojik yenilikler Mısır’a girip yayılmadı; çünkü Mısır bu ülkeye daha sonraları Mübarek ailesinin yapacağıyla az çok aynı biçimde muamele eden Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolündeydi. Mısır’daki Osmanlı yönetimine 1798’de Napoleon Bonaparte tarafından son verildi. Fakat ülke bu kez de Mısır’ın refah seviyesini yükseltme konusunda en az Osmanlılar kadar isteksiz olan İngiltere sömürgeciliğinin kontrolüne geçti. Mısırlılar Osmanlı ve İngiliz imparatorluklarından kurtulup 1952’de ülkelerindeki monarşiye son verseler de, bunlar 1688 İngiltere’sindekilere benzer devrimler değillerdi ve siyasi yapıyı temelden değiştirmek yerine, sıradan Mısırlıları refaha kavuşturma konusuna en az Osmanlılar ve İngilizler kadar ilgisiz başka bir eliti iktidara getirdiler. Sonuç itibarıyla, toplumun temel yapısı değişmedi ve Mısır yoksul kaldı.


Thursday, March 24, 2016

Kıble Evler


Mısır’da azınlık şartlarında yaşayan İsrailoğulları’nın mabetlerinin yıkılıp ibadetlerinin yasaklandığı, imanlarını izhar edebilme işinin, az miktardaki gözü pek delikanlılara inhisar edecek kadar devlet terör ve zulmünün arttığı bir dönemde, bu tahammülü çok güç şartlardan kurtuluş talebinde bulunan müminlere şu ilahî emir geliyor:

“Biz Musa ve kardeşine: ‘Mısırda, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın ve ibâdetinizi tam yapın, ey Musa (bu emri yerine getiren) müminlere (talep ettikleri kurtuluşu) müjdele!’ diye vahy ettik.” (Yunus, 10/87)

Evet, göreceğiz ki, bu vahiy onlara ve aynı şartları yaşayanlara bir kurtuluş reçetesidir.
**
Hz. Yusuf’tan sonra geçen uzun zaman içerisinde sayıları, Tevrat’ın bir âyetine göre (Çıkış 12,37) Mısır’dan çıkma anında altı yüz bin erkek olacak kadar artan Yahudiler, Mısır içtimai hayatında etkin bir hal alınca onlardan bir kısım tedirginlikler duyulmaya başlar. İşte bu safhada, -Taberî’de gelen rivayete göre, el-Velîd İbnu Mus’ab adındaki Firavun, onların sayıca artmalarını önlemek üzere bir kısım tedbirler alma gereğini duyar ve ağır işkenceler uygular. Tevrat’a göre, önce ağır işler vererek Yahudilerin çoğalmasını kontrol altında tutmayı dener, netice alamayınca, yeni doğan erkek çocukları öldürtmek suretiyle sayılarının artmasını önlemeye çalışır. Zamanla, erkeklerin tamamen tükenmesi halinde işçi sınıfının yok olacağı endişesi gündeme gelir, bu durumu önlemek için, istişare ile, erkeklerin bir yıl öldürülüp bir yıl sağ bırakılması kararına varılır. Kur’an’da açıklandığı üzere Hz. Musa, bu erkek çocuk katliamının uygulandığı bir yılda dünyaya gelir (Kasas, 28/7-ve devamı). Tevrat’ın Çıkış bölümünde, Yahudilere uygulanan ağır baskı biraz tasvir edilir: “Ve Mısır üzerine, Yusuf’u bilmeyen yeni bir kral çıktı ve kavmine dedi: “İşte, İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir; gelin, onlara karşı akıllıca davranalım, yoksa çoğalacaklar ve olur ki, cenk vuku bulunca, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı cenk edip memleketten çıkarırlar. Ve onlara yükleriyle (verilen işleriyle) eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular Ve Firavun için Pitom ve Raamses ambar şehirlerini yaptılar. Fakat onlar, ne kadar eziyet ettilerse o kadar çoğaldılar. Ve İsrailoğulları yüzünden korkuya düştüler” (Çıkış 1,8-12) Tevrat, daha sonraki âyetlerinde, onların sayılarını azaltmak için Firavun’un, zulüm ve baskıyı artırmaya karar vererek, adam başına günlük olarak dökülen kerpiç sayısını sabit tuttuğu halde, saman vermeyi kestiğini ve samanı da kendilerinin toplamasını emrettiğini, Yahudiler’in Mısır diyarına anız toplamaya dağıldığını, aynı miktar kerpiç dökme işi yerine getirilemeyince Yahudilerin, Firavun’a müracaat ederek: kendilerine yapabilecekleri iş buyurmayı talep ettiklerini, taleplerinin kabul edilmeyip baskının artırıldığını belirtir: Firavun’un cevabı kayda değer: “Siz tembelsiniz, tembel! Onun için “gidelim Rabb’e kurban keselim” diyorsunuz. Ve şimdi gidin çalışın ve saman da verilmeyecektir, fakat kerpiçlerin sayısını vereceksiniz” diyerek onları reddeder.

Kur’an-ı Kerim, belirtilen bu endişeye Şuara suresi’nin 34-35’inci âyetleri arasında, çok veciz bir üslupla temasla Firavun’un, kurmaylarına, Hz. Musa’yı mülkünü elinden almak isteyen bir sihirbaz olarak takdim ettiğini belirtir. Onu sihirle mat ederek Beni İsrail üzerindeki tesirini kırmak için sahneye koyduğu tedbirleri oldukça teferruatlı olarak kaydeder: Belirlenen bir şenlik gününde mâhir sihirbazları merkeze çağırma, sihirbazların mükafat talepleri, Firavun’un onlara tatlı vaatlerde bulunması gibi pek çok teferruata yer verilerek, Hz. Musa ile sihirbazların yarış sahnesini “Firavun’un nasıl organize ettiği ortaya konur. Yine belirtilir ki, yarış sonunda, Hz. Musa’nın değneği, bir yılana dönüşerek, sihirbazların göz boyamak için ortaya attıkları iplerini ve değneklerini yutar. Böylece sihirbazlar, Hz. Musa’nın yaptığı işin sihir değil, mucize olduğunu anlayıp secdeye kapanırlar ve: “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Hârun’un Rabbine inandık.” diyerek imanlarını ilan ederler. (Şuarâ, 26/48)

Bu iman ve itiraf üzerine Firavun’un tepkisi, günümüzde, sadece insanların dışa yansıyan şekillerini değil -beyinleri yıkamaya yönelik maddî-mânevî baskı, korku, terör, tedhiş ve bunlara ilaveten bin bir çeşit propaganda oyunları yetmiyormuş gibi, insanların gözlerinin içine baka baka yalanlar, iftiralar da atarak [ve icabında hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvurarak]- vicdanlarını da kontrol altına alma gayretindeki, toplum mühendisi de denen, despotların, deccâllerin uygulamalarını tıpkı tıpkısını hatırlatan bir üslupla şöyle olur: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki, o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz, ellerinizi ayaklarınızı andolsun, çaprazlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!” (Şuara, 26/46)
**
1) Firavun, rejimi ve saltanatı için ciddi bir tehlike addettiği Hz. Musa’yı sihirbazlar vasıtasıyla mat edemeyince çok ağır bir terör uygulamıştır. Kol ve bacaklarını çaprazvâri kesme şeklindeki işkence ile tehdit savuran güç sahibi kimsenin uygulayacağı terör, gerçekten ürkütücü, korkutucu ve yıldırıcı olmalıdır. Nitekim Tevrat’ın, bu döneme temas eden âyetlerinden birinde geçen: “… Ve Musa, İsrailoğulları’na böyle söyledi; fakat can sıkıntısı ve ağır esirlik sebebiyle Musa’yı dinlemediler.”14 ifadesi, Yahudiler üzerindeki Firavunî terörün ne kadar ağır, ne kadar sindirici ve ürkütücü olduğunu gösterir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu durum, Yunus suresinin 83’üncü âyetinde, korku yüzünden, sayıca az olan bir kısım gençler dışında (İsrailoğulları’ndan) hiç kimsenin Hz. Musa’ya imanını izhar edemediği belirtilerek teyit edilir.

2) 84-86. âyetlerden; Firavun’un uyguladığı terörün ilk şokunun atlatıldığı, zulüm ve baskı altındaki halkın Peygamberlerinin nasihatlerine kulak verecek hale geldiği, Hz.Musa’nın da onlara, yaşadıkları şartlarda uymaları gereken bir kısım taktikler verdiği, öncelikle de Allah’a tevekkül, ağır şartlara da sabır tavsiye ettiği, halkın buna uyup, elbirlik kendilerini selamete çıkaracak bir yol aradığı, en nihayette de Allah’tan kesin bir kurtuluş talep ettikleri anlaşılmaktadır. Bunu, Hz. Musa’nın sadece inanan gençlere değil, bütün Yahudilere yaptığı davetten ve halkın da bu davete verdiği müspet cevaptan anlamaktayız:

“Musa: Ey milletim! Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na tevekkül ediniz.” dedi. (Halk da): “Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz! Zâlim bir millet ile bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi kâfirlerden kurtar.” dediler.” (Yunus, 10/84-86)

**
Cenab-ı Hak, Yahudi müminlerin kurtuluş duaları üzerine, onları hemen kurtuluşa erdirmemiş, fakat onları kurtuluşa götürecek bir yol göstermiş, bir başka tabirle, onlara: “Madem kurtuluş talep ediyorsunuz, Ben de size, içinde bulunduğunuz şartlarda sizi kurtuluşa götürecek, Benim nazarımda sizin kurtuluşunuzu hak ettirecek bir reçete göndereyim, buna uyarsanız sizin kurtuluşunuzu sağlarım.” mânâsında bir vahiyde bulunmuş, bir kurtuluş reçetesi göndermiş ve bu maksatla da, evlerin kıble kılınmasını emretmiştir:

“Biz Musa ve Kardeşine Mısır’da, kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble kılın, ibadetlerinizi tam yapın. (Ey Musa! Bu emri yerine getiren) müminlere (mazhar olacakları kurtuluşu) müjdele! diye vahy ettik.”
**

Belirtmede fayda var. Burada, ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bir kanunun uygulanmasını görmekteyiz: “Güçlünün zulmüne karşı sabretmek, ezici kuvvete karşı rastgele karşı çıkmamak.”

Nitekim Hz. Peygamber de, Mekke döneminde öyle yapmış, 13 yıl boyunca her çeşidiyle çok ağır zulüm ve işkencelere karşı sabretmiş, müminlere de sabrı tavsiye etmişti. Tahammülü aşan zulümlere dayanamayıp, “Bizim de adamlarımız, akrabalarımız var; biz senden sadece mukâbele etme izni talep ediyoruz.” diyenlere de Aleyhissalatu vesselam, Mekke hayatı boyunca hep “sabır” tavsiye etmiş, asla kaba kuvvetle karşılık vermeye izin vermemişti. Öyle ki, bu dönemde, müşriklerin işkencelerine dayanamayıp, karşılık vermek, onlarla mücadele etmek için izin isteyenlere Hz. Peygamber’in cevabı şöyle olmuştur: “Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü halde, bu yapılanlara sabrettiler. İmanlarından vaz geçmediler.” Ancak, müşriklerin zulmü “Müslümanları tamamen yok etme derecesine ulaşması noktasında” da, yok olmaya götürecek bir karşılık verme izni yerine, hicret etme emri vermişti. Savaş izni, Medine’de devlet kurulduktan sonra ve müdafaa makamında gelmişti. Bu sebeple ilk savaşlar, Bedir, Uhud, ve Hendek, müminleri yok etmek üzere Medine’ye kadar gelen saldırgan müşriklere karşı Medine’yi müdafaa etmek üzere, şehrin harîminde yapılmış savaşlardı.
**

İbadetlerin tam yapılması emrediliyor: Bir kısım hürriyetlerin ve bu meyanda din hürriyetinin daraltıldığı şartlarda takip edilecek en mühim strateji olarak, “evlerin kıble kılınması ve ibadetlerin tam yapıl“ması” (veya bazı Türkçe meallerin ifadesiyle “namazların dosdoğru kılınması”nın emredilmesi”), dikkat çekicidir. Çünkü böyle zor durumlarda günümüz teâmülünde, “dağa çıkmak (isyan)”, “sokağa dökülmek (protesto)”, “sloganlar atmak”, “tankları taşlamak”, “güç, gövde gösterisi yapmak”, “canlı bomba olmak” gibi tepkilere başvuruluyor, her çeşidi ve en acımasız olanıyla anarşik eylemlere yer veriliyor. Hâlbuki Kur’ân, Firavun’un baskısının arttığı bir dönemde evlerin mescit ve mektep kılınmasını, müteakiben tahlil edeceğimiz üzere, aynı inancı paylaşanların “birbirleriyle dayanışma halinde olan cemaatler oluşturmalarını” ve “çokça namaz kılmalarını” emrediyor.

Öyleyse, böylesi şartlarda, başkaca tepki metotları İslamî değildir. Zaten sokağa dökülme eylemlerinin, -çoğu kere bu işe girişenlere uygulanacak- pek acımasız, hatta kanlı şekilde tenkil ve kazıma hareketlerinin, kanun ve kamuoyu nazarında meşru kılıcı tertipler olarak ajan provakatör denen kimseler tarafından başlatılıp tahrik edildiği de sonradan ortaya çıkmaktadır. Bunun nice örneklerini dünya her gün yaşamakta.















Tuesday, December 29, 2015

Numerology and Pythagorean BrotherHood


This, he explained, showed which numbers corresponded to which letters. He took his fingers to the first column: ‘Letters that equal one are A, J, S. Allah, Jehovah, Jesus, Saviour, Salvation. Two is the number of diplomats, ambassadors. Two gives good advice, two you love, you’re a team player, that’s B, K and T, that’s why if you go to a Burger King you can have it your way. Number three controls radio, TV, entertainment and numerology. C, L, U. Of course, you go into radio and television, you don’t have a clue.’ He gave me an ironic wink. ‘But if you learn numerology, it will open you up to the clue of life. Number four: D, M, V. How many wheels on a car? Where do you get the licence? The Department of Motor Vehicles. Five is halfway between 1 and 10: E, N and W. Five is the number of change. If you scramble the letters you get “new”. Six is the number of Venus, love, family, community. When you see a beautiful woman, what do you see? A FOX. Seven is the number of spirituality. Jesus was born on the twenty-fifth, 2 and 5 equals 7. Eight is the number of business, finance, commerce, money. Where do you keep the money? In the headquarters. Nine is the only one that has two letters. I and R. You ever talked to a Jamaican? Everything is irie, man.’

On conclusion he put down his pen and looked me full in the face: ‘This,’ he said, ‘is Jerome Carter’s method of the Pythagorean system.’

Pythagoras is the most famous name in mathematics, entirely due to his theorem about triangles. (More about that later.) He is credited with other contributions, though, such as the discovery of ‘square numbers’.

**
Pythagoras was entranced by the numerical patterns he found in nature, believing that the secrets of the universe could be understood only through mathematics. Yet rather than seeing maths merely as a tool to describe nature, he saw numbers as somehow the essence of nature—and he tutored his flock to revere them. For Pythagoras was not just a scholar. He was the charismatic leader of a mystical sect devoted to philosophical and mathematical contemplation, the Pythagorean Brotherhood, which was a combination of health farm, boot camp and ashram. Disciples had to obey strict rules, such as never urinating towards the sun, never marrying a woman who wears gold jewellery, and never passing an ass lying in the street. So select was the group that those wishing to join the Brotherhood had to go through a five-year probationary period, during which they were allowed to see Pythagoras only from behind a curtain.
In the Pythagorean spiritual cosmos, ten was divine not for any reason to do with fingers or toes, but because it was the sum of the first four numbers (1 + 2 + 3 + 4 = 10), each of which symbolized one of the four elements: fire, air, water and earth. The number 2 was female, 3 was male, and 5 – their union—was sacred. The crest of the Brotherhood was the pentagram, or five-pointed star. While the idea of worshipping numbers may now seem bizarre, it perhaps reflects the scale of wonderment at the discovery of the first fragments of abstract mathematical knowledge. The excitement of learning that there is order in nature, when previously you were not aware that there was any at all, must have felt like a religious awakening.

Pythagoras’s spiritual teachings were more than just numerological. They included a belief in reincarnation, and he was probably a vegetarian. In fact, his dietary requirements have been hotly debated for more than 2000 years. The Brotherhood famously forbade ingestion of the small, round, black fava bean, and one account of Pythagoras’s death has him fleeing attackers when he came to a field of fava beans. As the story goes, he preferred to be captured and killed rather than tread on them. The reason the beans were sacred, according to one ancient source, was that they sprouted from the same primordial muck as humans did. Pythagoras had proved this by showing that if you chew up a bean, crush it with your teeth, and then put it for a short while in the sun, it will begin to smell like semen. A more recent hypothesis was that the Brotherhood was just a colony for those with hereditary fava-bean allergies.

Pythagoras lived in the sixth century BC. He did not write any books. All we know about him was written many years after he died. Though the Brotherhood was lampooned in ancient Athenian comic theatre, by the beginning of the Christian Era Pythagoras himself was seen in a rather favourable light, viewed as being a unique genius; his mathematical insights making him the intellectual forefather of the great Greek philosophers. Miracles were attributed to him, and some authors, rather oddly, claimed that he had a thigh made of gold. Others wrote that he once walked across a river, and the river called out to him, loud enough for all to hear, ‘Greetings, Pythagoras’. This posthumous myth-making has parallels with the story of another Mediterranean spiritual leader and, in fact, Pythagoras and Jesus were temporarily religious rivals. As Christianity was taking root in Rome in the second century CE, the empress Julia Domna encouraged her citizens to worship Apollonius of Tyna, who claimed he was Pythagoras reincarnated.

Pythagoras has a dual and contradictory legacy: his mathematics and his anti-mathematics. Maybe, in fact, as some academics now suggest, the only ideas that can be correctly attributed to him are the mystical ones. Pythagorean esotericism has been a constant presence in Western thought since antiquity, but was especially in vogue during the Renaissance, thanks to the rediscovery of a poem of ‘self-help’ maxims written around the fourth century BC called The Golden Verses of Pythagoras. The Pythagorean Brotherhood was the model for many occult secret societies and influenced the creation of freemasonry, a fraternal organization with elaborate rituals that is believed to have almost half a million members in the UK alone. Pythagoras also inspired the ‘founding mother’ of Western numerology, Mrs L. Dow Balliett, an Atlantic City housewife who wrote the book The Philosophy of Numbers in 1908. ‘Pythagoras said the Heavens and Earth vibrate to the single numbers or digits of numbers,’ she wrote, and she proposed a system of fortune-telling in which each letter of the alphabet corresponded with a number from 1 to 9. By adding up the numbers of the letters in a name, she asserted, personality traits could be divined. I tested this idea on myself. ‘Alex’ is 1 + 3 + 5 + 6 = 15. I completed the process by adding the two digits of the answer, getting 1 + 5 = 6. This gives me a name vibration of six, which means that I ‘should always be dressed with care and precision; be fond of dainty effects and colors, lifting your especial colors of orange, scarlet and heliotrope into their lighter shades, yet always keeping their true tones’. My gems are topaz, diamond, onyx and jasper, while my mineral is borax, and my flowers are tuberose, laurel and chrysanthemum. My odour is japonica.

Numerology, of course, is now an established dish on the buffet of modern mysticism, with no shortage of gurus willing to advise on lottery numbers or speculate on the portent of a prospective date. It sounds like harmless fun—and I enjoyed my conversation with Jerome Carter immensely—yet giving numbers spiritual significance can also have sinister consequences. In 1987, for example, the military government in Burma issued new banknotes with a face value divisible by nine—for the sole reason that nine was the ruling general’s favourite number. The new notes helped precipitate an economic crisis, which led to an uprising on 8 August 1988 – the eighth of the eighth of ’88. (Eight was the anti-dictatorship movement’s favourite number.) The protest was violently put down, however, on 18 September: in the ninth month, on a day divisible by nine.
**
In some commentaries about Pythagoras it is said that before he founded the Brotherhood he travelled on a fact-finding mission to Egypt. If he had spent any time on an Egyptian building site he would have seen that the labourers used a trick to create a right angle that was an application of the theorem that would later gain his name. A rope was marked with knots spread out at a distance of 3, 4 and 5 units. Since 32 + 42 = 52, when the rope was stretched around three posts, with a knot at each post, it formed a triangle with one right angle.



**
Rope-stretching was the most convenient way to achieve right angles, which were needed so that bricks, or giant stone blocks such as those used to construct the Pyramids, could be stacked next to and on top of each other. (The word hypotenuse comes from the Greek for ‘stretched against’.) The Egyptians could have used many other numbers in addition to 3, 4 and 5 to get real right angles. In fact, there is an infinite number of numbers a, b and c such that a2 + b2 = c2. They could have marked out their rope into sections of 5, 12 and 13, for example since 25 + 144 = 169, or 8, 15 and 17, since 64 + 225 = 289, or even 2772, 9605 and 9997 (7,683,984 + 92,256,025 = 99,940,009) though that would hardly have been practical. The numbers 3, 4, 5 are best suited to the task. As well as being the triple with the lowest value, it is also the only one whose digits are consecutive integers. Due to its rope-stretching heritage, the right-angled triangle with sides that are in the ratio 3:4:5 is known as an Egyptian triangle.

Tuesday, April 1, 2014

Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 50: Enbiya Sûresi’nden 2 – Zebur


“Biz, (Levh-ı Mahfuz’da kaydedip,) Tevrat’tan sonra Zebur’da da yazdık ki, yeryüzüne salih (imanlarından kaynaklanan sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha dönük işler yapan) kullarım vâris olacağı, (Kıyamet ve ona sebep olacak hadiseler öncesi) yeryüzü onlara kalacağı (gibi, Cennet arzına da onlar vâris olacaklardır).”

Zebur, Hz. Davud’a inen kitaptır. Hz. Davud (a.s.), peygamberler içinde halife-peygamber olarak O’nunla yeryüzüne salih kulların mirasçı olması arasında bir münasebet elbette vardır. Meşhur Osmanlı şeyhülislâmı İbn-i Kemal, bu âyetten çıkardığı tam on tane delille, Yavuz Sultan Selim’e Mısır’ı fethedeceğini söylemiş ve fetih için teşvikte bulunmuştur. İsrail Oğulları’nda halife- peygamber olarak Hz. Davud’un mukabili, Osmanlılarda halife-sultan olarak Hz. Yavuz’dur denebilir. “Yeryüzü” olarak çevrilen ve aslı “arz” olan kelime, Kur’ân-ı Kerim’de yer yer Mısır için de kullanılır. Dolayısıyla, Hz. Yavuz’la Mısır fethi olarak gerçekleşen bu müjde, Âhir Zaman’da yeryüzü olarak gerçekleşecektir. Cenab-ı Allah (c.c.), bunu Levh-ı Mahfuz’da bir hüküm olarak kaydetmiş, sonra da Zebur’a bir âyet olarak koymuş, Kur’ân’da da tekrarlamıştır. Bu müjdenin muhatabı olan topluluğun birinci özelliği salih olması, ikinci önemli özelliği de, bundan sonraki âyette geleceği üzere âbid, yani kendilerini Allah’a ibadete adamış rabbanî insanlardan teşekkül etmesidir.

Bu âyet, Nûr Sûresi 55’inci âyetle birlikte ele alındığında, manâ ve muhteva daha da açık hale gelmektedir.

Allah, içinizden iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlara va’detti ki, kendilerinden önce (aynı seviyedeki) mü’minleri (nasıl inkârcıların yerine geçirmiş ve) hakim konuma yükseltmişse, onları da yeryüzünde mutlaka (o inkârcıların yerine geçirecek ve) hakim konuma yükseltecektir. Kendileri için seçip tayin buyurduğu İslâm Dini’ni mutlaka yerleştirecek ve onlara onu hayatlarında uygulama güç ve imkânı verecektir. Ayrıca, içinde bulundukları korkulu dönemin arkasından onları kesinlikle güvene erdirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet eder ve (inançta, ibadette ve hayatlarını tanzimde) hiçbir şekilde Bana ortak tanımazlar. Artık bundan sonra kim nankörlük yapar (ve bu nimetin şükrünü yerine getirmezse), öyleleri fasıklar (itaattan ve yoldan çıkmışlar) dan başkaları değildir. 

Âyetin, siyakı itibariyle Cennet’e verasetten söz ettiği de söylenebilir. Bu açıdan, Zümer Sûresi 74’üncü âyetle münasebettardır ve onunla birlikte aynı gerçeğe parmak basmaktadır. 



Ali Ünal, Ali Ünal Meali, Yavuz Sultan Selim, Hz. Davud, Mısır, Kur’an

Thursday, January 30, 2014

Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 33: Yusuf Suresi'nden 3 - Hiksoslar


Bu kral(rüyasını Hz. Yusuf'un tabir ettiği kral), tarihî araştırmalara göre, Mısır’da M.Ö. yaklaşık 1700-1550 yılları arasında hükmeden Hiksoslar hanedadından bir kraldı. Hiksoslar, Arap-Asya karışımı bir kavim olup, yaklaşık 1720-1710 yıllarında Suriye’den gelerek Mısır’ı işgal etmiş ve Orta Dönem krallığına son verip, idareyi ele geçirmişlerdi. Tebes yerine, Nil deltasında Avaris-Tanis’i başkent edinmişlerdi. Bir buçuk asra varan hakimiyetleri döneminde Suriye ve Filistin’i de içine alan güçlü bir krallık kurmuşlar ve ülkelerinde huzur, emniyet ve refahı sağlamışlardı. Bunda Hz. Yusuf’un katkısı çok büyük, hattâ birinci derecede olsa gerektir. Atlarla çekilen araba yapmışlar, fetihlerini bir kale gibi kullandıkları yığılmış ve pekiştirilmiş, dikdörtgen şeklinde toprak tabya ve koruganlarla sağlama almışlardı. Hiksoslar, M.Ö. 1550 civarında Amasis I’e yenilerek iktidarı kaybettiler ve yerlerini Firavunlar aldı. Bu tarihten itibaren Hz. Musa gelinceye kadar İsrail Oğulları için iki buçuk asır kadar sürecek işkenceler dönemi başladı.