Showing posts with label medeniyet. Show all posts
Showing posts with label medeniyet. Show all posts

Saturday, July 13, 2019

Çıplak Kentin Mahkumları

Ali İnandım
Hakkı Yırtıcı-Duvar Gazetesi
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır? Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret.
Mimarlar, mesleklerini söylediklerinde hemen arkasından nahif bir soru gelir, “İç mi, dış mı?” İnsanı çaresiz bırakan bir sorudur. Bir yapının içiyle, dışıyla, biçimiyle, taşıyıcısıyla, mekan organizasyonuyla (dikkat plan demiyorum), mekan kalitesi ve yaşam ortamı ile bir bütün olduğunu ayaküstü nasıl anlatırsın ki? En doğrusu, soruyu “dış” diyerek geçiştirmek. Soru, bilgisizlikten kaynaklanıyor gibi görünse de, soranlar aslında o kadar da haksız değiller. Çünkü soru(n) ülkemizde, inşaat sektöründe gayet pragmatik şekilde karşılık buluyor.
Kentin her yerinden fışkıran cicili bicili gökdelenlere bakalım. Tabii ki hepsinin arkasında bir tasarım edimi var. Fakat mimari bir değer yaratmaktan önce tasarımlarının asıl motivasyonu kendilerini diğer gökdelenler arasından daha görünür kılmak, farklılaşmak. Bu, tek tasarım girdisi olabilir mi? Zaten bu yüzden ortaya abuk sabuk biçimler çıkıyor, kent bunlarla tıkış tıkış doluyor.
Ayrıca bu ölçekte büyük inşaat faaliyetlerinde, asıl inşaat firması yapım sürecini parçalara ayırır, alt taşeronlara verir. Esnek birikim modelinin inşaat sektöründeki karşılığıdır, bu. Hafriyatı bir hafriyat firması, milli malzememiz betonarme strüktürü bir inşaat ve beton firması, elektrik, havalandırma, su tesisatını farklı farklı firmalar yapar. Aynı şekilde cephe de bir cephe firmasına verilir. Firmanın kataloğundaki cephe çeşitlerinin malzemesinin boyutları, teknik özellikleri, uygulama detayları dış görünüşü belirler. Çoğu büyük inşaat şirketinin kendi içinde, daha ucuza geldiği için bir mimarlık departmanı bulunur. Departman, yukarıda sıraladıklarımın organizasyonundan, kontrolünden ve uygulamasından sorumludur ve yaptıkları işin bunun ötesine geçmesi çok nadirdir.
Büyük hacimli işleri bırakalım, tek bina ölçeğindeki kentsel dönüşüm projelerinin nasıl üretildiğine bakalım. Yapının taban alanı imar değişiklikleri ile küçülürken, kat sayısı 7’den 12’ye çıkarılır. Aradaki beş kat fark müteahhidindir. Mal sahipleri ise evlerinin metrekareleri küçülmüş de olsa 50-60 yıllık eski konutlarını böylelikle yenilemiş olurlar. Emlak piyasasında kullanımdan çok oda sayısına bakıldığından, küçülmüş evler yine 3+1 şeklinde planlanır (bu sefer mekan organizasyonu demiyorum). Ortaya zar zor sığılan salonlar ve daracık odalar çıkar. Metrekare ve oda sayısı baskısı planları tek tipleştirir. Bu noktada müteahhit cephe ile oynayarak rakiplerinden farklılaşmak, yapısının piyasa değerini yükseltmek zorunda kalır.
Ya da Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi sözde bölgenin tarihi dokusunu koruyan yenilemeleri düşünün. Dar ve derin parsellerin olduğu gibi korunmasının rant getirisi olmayacağından, güya mevcut cepheler korunur, orasıyla burasıyla biraz oynanır, arkası tümden yıkılır ve bu boşluğa tek bir metrekaresi israf edilmeden modern konutlar, oteller, AVM’ler yerleştirilir.
**
Evet, kentlerimizi her metrekaresini sonuna kadar kullanarak üretiyoruz. Mimarın bu anlayış içinde belirleyici bir aktör olma şansı yok. Üst üste binmiş, sıkışık kentlerde yaşıyoruz. Kentin caddelerinde, sokaklarında, meydanlarında dolanırken, aslında bir imajlar yarışı içindeyiz. Gözü yoran, zihni felce uğratan bir görüntü kirliliği çevremizi sarmış durumda. Her şey bir dekordan ibaret. Tıpkı kovboy filmlerinde, kasabanın ana caddesindeki yapıların sadece cephelerinin inşa edilerek, arkalarının boş bırakılması gibi. Tabii kovboy filmlerinden farklı olarak kentlerdeki dekorun arkası boş değil. Yaşamlarımız bu dekorların arkasında geçiyor.
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır?
Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret. Aralarında hiç fark yok. Şık ofis mobilyaları, parlak döşeme kaplama malzemeleri, tavanın kenarından dönen kartonpiyer, gösterişli misafir odası takımı, tavandan sarkan koca avize ve diğer tüm ıvır zıvır eşyalar yığını bu gerçeği değiştiremezler.
Hadi bakış açımızı değiştirelim, beton kutulara bir de yukarıdan bakalım. Görüntü daha da iç karartıcı. Salonlar, sıra sıra ruhsuzca dizilmiş odalar, dar koridorlar ile kobay farelerinin deney labirentlerine benzer yerlerde yaşıyor, bir ileri bir geri gidip duruyoruz.
İşte hayatlarımızın gerçek yüzü; kendi yarattığımız beton ve çelik karışımı yapay ortamların mahkumlarıyız.

Wednesday, December 19, 2018

Peki, Biz Niçin Bu Durumdayız?



Mardin’de büyüdüm ve 19 yaşıma kadar orada kaldım. Mardin, hayranlık uyandırıcı bir medeniyetler bileşkesidir. Asurlardan Romalılara, Perslerden Araplara, Bizanslılardan Selçuk ve Osmanlılara kadar çeşitli medeniyetler Mardin’de buluşuyor. Bu anlamlı buluşmayı harikulade taş yapılarda müşahede etmek mümkün. Merak ettiğim ise: “Eğer atalarım bu eserleri yaptıysa biz de yapabiliriz. Ama yapamıyoruz? Neden?” Hep kendime bu suali sordum. 
Tarihin tanıklığına dönüp baktığımız zaman, yani kendi tarihimize Osmanlı’ya Selçuklu’ya ya da Begoviç’in işaret ettiği gibi, Hint yarım kıtasından, Semerkant’tan Endülüs’e ve bugün adına Ortadoğu dediğimiz bütün İslam dünyasındaki bu medeniyet merkezlerine baktığımız zaman atalarımızın ürünlerini görmekteyiz. Ama biz onların torunları utanç verici bir ilkellik içinde yaşıyoruz.

Kendimize, “peki, biz niçin bu durumdayız?” sorusunu sormamız lazım.  Eğer kimi oryantalistin bize telkin ettiği gibi fıtratımızda, yapımızda bir ilkellik varsa bizden önceki atalarımızın da ilkel yaşaması icap ederdi. Aksine atalarımız insan yüzlü şehirler inşa ettiler,  yüksek medeniyetler kurdular. Biz ise güzelim şehirlerimizi vandalca tahrip ediyoruz. Demek ki, sorun bizden kaynaklanmaktadır. Alev Erkilet’in de değindiği gibi, Moğolları harici sebep olarak göstermek yerine içerdeki asıl etkenler üzerinde durmamız gerekiyor.

İslam, salt bir din değildir. Bu akıldan çıkarılmaması gereken temel bir önermedir.

Peki, öyleyse nedir İslam? İslam, “Ed-Din”dir.

Biz yanlış olarak İslamiyet’i diğer din kulvarlarında yer alan dinler gibi bir din olarak telakki ediyoruz. Din olarak telakki ettiğimizde de, Müslüman kavimlere ait, millileştirilmiş, yerlileştirilmiş, tekel altına alınmış bir din olarak algılıyoruz. İslam, ya Türklerin ya Arapların ya da Farsların dinidir sanki. Mesela bir İngiliz veya bir Fransız Müslüman olduğu zaman, ya bir Türk, ya bir Arap, ya da bir Fars ismini almak zorunda. Oysa Ed-Din, en-nas’a, insanlara, türümüzün tümüne ait olan bir dindir, kimsenin tekelinde değildir.

Bir diğer husus İslamiyet, diğer dinlere karşı olan bir din de değildir. Ne Hıristiyanlığa ne de Yahudiliğe karşıdır; aksine onları tamamlayan, ikmal eden bir dindir. Onu Ed-Din yapan vasıf da budur. Begoviç buna vurgu yapıyordu. Begoviç, hep dinin tevhid eden, dünya ve ahireti birleştiren boyutundan bahsetti. Türkiye’de ise, Müslümanlığının temelini oluşturan din ve Ed-Din değil, “diyanet” olmuştur. Bu, sakatlanmış bir Müslümanlıktır. Bu sebepledir ki, devletin en önemli kuruluşuna “Diyanet İşleri Başkanlığı” denilmiş, “Din İşleri Başkanlığı” denilmemiştir. Bu isimlendirme üzerinde çokça düşünülmüş ve daha sonra seçilmiştir. Halbuki Begoviç’in yazılarında  İslamiyet ne tek başına bir din ne de sadece diyanettir. Malik Bin Nebi ile Seyyid Kutup arasındaki medeniyet-siyaset tartışmasında, Begoviç bir adım ileri gitmeyi denemiştir. İslam’ı, Seyyid Kutup siyasete, Malik Bin Nebi medeniyete irca ediyordu. Türkiye’de İslamcı algının merkezinde “salt iktidar” yer aldığından önce Seyyid Kutub’un “siyasete vurgusu” yüceltildi, iktidar olunduktan sonra da Malik Bin Nebi’nin “medeniyet vurgusu” öne çıktı; iktidarla yerel ve merkezi kamu kaynaklarını ele geçirenler, şimdi ceplerine doldurdukları parayı harcayacak medeniyet formları arama aşamasına gelmişlerdi. Medeniyet onların konfor özlemlerinin dışa vurumuydu. Aramice asıllı medeniyetin bir mahkemenin yetki sahası içindeki yerleşim birimi olduğunu; Hz. Peygamber’in Yesrib yerine Medine'yi seçerken 'dinin mekanda ete kemiğe bürünmesi formlarını kastettiğini' düşünmediler; yeni muktedirler göç ve kentin sahneye çıkardığı Bedeviler olduklarından, iktidar ve medeniyet tasavvurlarında  beşeri hayatın aşkın birliği olan tevhid merkezde yer almadığından, ne Seyyid Kutub’un siyasetini doğru algıladılar ne Malik Bin Nebi’nin medeniyetini. 

Sunday, July 30, 2017

Coğrafi Keşif Adı Altındaki Sömürüler Nasıl Bugünkü Medeniyeti Doğurdu?


Amerika’daki yerlilerin zorla çalıştırılmasıyla elde edilen gümüş İspanyol toprağından sıçrayıp gidiyordu. Sevilla gümüşün geçiş noktasıydı. Son durağıysa, İspanyol kraliyetinin ve onun bütün gelirlerinin üzerine ipotek koymuş olan Flaman, Alman ve Cenovalı bankerlerle, Floransalı, İngiliz ve Fransız tüccarların mideleri oluyordu.

Bolivya ve Meksika’nın gümüşü ve okyanusu geçen gümüş köprüsü olmasaydı, Avrupa bugünkü Avrupa olabilir miydi acaba?

Brezilya’daki kölelerin çalışmasıyla elde edilen altın Portekiz toprağından sıçrayıp gidiyordu. Lizbon altının geçiş noktasıydı. Son durağıysa, Portekiz kraliyetinin ve onun bütün gelirlerinin üzerine ipotek koymuş olan krallığın borç vereni konumundaki Britanyalı banker ve tüccarların midesi oluyordu.
Brezilya’nın altını ve okyanusu geçen altın köprüsü olmasaydı, İngiltere’deki Sanayi Devrimi mümkün olabilir miydi?

Peki, zencilerin alım satımı olmasaydı, Liverpool dünyanın en büyük limanı ve Lloyd’s firması da sigorta acentelerinin en önde geleni olabilir miydi?

Zenci ticaretiyle elde edilen sermayeler olmasaydı, James Watt’ın buhar makinesini kim finanse edecekti? Bu durumda, George Washington’un topları hangi fırınlarda imal edilecekti?

**

Günün birinde Avrupa, İngiltere’nin adımlarını izleyerek, köleliğin Tanrı katında iyi gözle bakılan bir şey olmadığını keşfetti.

Bunun üzerine Avrupa, Afrika’nın içlerine doğru sömürgeci istilayı başlattı. Soğuk toprakların insanları daha önceleri zencileri satın aldıkları limanların ötesine geçmemişlerdi, ama o yıllarda kâşifler sıcak topraklarda yol açtılar; onların açtıkları yoldan savaşçılar topçu bataryalarıyla birlikte geldiler; onların ardından haçlarıyla silahlanmış misyonerler geldiler; onların ardından da tüccarlar. En olağanüstü çağlayanlar ve Afrika’nın en büyük gölü, pek de Afrikalı olmayan bir kraliçenin şerefine, Victoria diye adlandırıldı. Ve istilacılar, gördükleri her şeyi ilk kez kendilerinin keşfettiğini sanarak ırmaklara ve dağlara isimler verdiler. Ve köle gibi çalıştırdıkları zencileri artık köle diye adlandırmadılar.

İstilacılar bir yıl süren sert tartışmaların ardından 1885 yılında Berlin ’de bölüşüm konusunda anlaşabildiler.

Bundan otuz yıl sonra Almanya Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra bu bölüşümde kendisine düşen Afrikalı sömürgelerini de kaybetti: Britanyalılar ve Fransızlar Togo’yla Kamerun’u paylaştılar, bugünkü Tanzanya Britanyalıların eline geçti ve Belçika’da Ruanda ve Burundi’yi aldı.

“O günlere gelmeden çok önce Friedrich Hegel Afrika’nın bir tarihinin olmadığını ve sadece barbarlık ve vahşilik üzerine yapılacak bir araştırmanın ilgi alanına gireceğini açıklamıştı. Diğer bir düşünür, Herbert Spencer ise, Medeniyet’in daha aşağı ırkları haritadan silmesi gerektiği yönünde hüküm vermişti, zira insan ya da hayvan, bütün engellerin ortadan kaldırılması gerekiyordu.
1914’ te başlayan savaşla noktalanacak otuz yıllık dönemi dünya barışı çağı diye adlandırdılar. Bu tatlı yıllarda gezegenin dörtte biri, yarım düzine ulusun midesini boyladı.”

Tuesday, June 20, 2017

İnsanlığın Tek Yönlü İlerlemediğine Örnek: Japonya


Japonya hakkında Batı’ya uzun süre hâkim olmuş fikirlere bakabiliriz. Japonya üzerine II. Dünya Savaşı’na dek yazılmış neredeyse tüm eserlerde, Japonya’nın bütün bir XIX. yüzyıl boyunca, Ortaçağ Avrupası’ndakine benzer bir feodal rejimde yaşadığını; ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında, yani iki üç asırlık bir gecikmeyle, kapitalist çağa girdiğini ve sanayileşmeye kapılarını açtığını okuruz. Bütün bunların yanlış olduğunu biliyoruz artık. Zira her şeyden önce, askeri bir anlayışa sahip, dinamizm ve pragmatizmle dolu olan, Japon “feodalizmi” denen şeyin Avrupa feodalizmiyle ancak yüzeysel benzerlikleri vardır. Aslında son derece özgün bir toplumsal örgütlenme biçimini temsil eder. Ayrıca daha da önemli başka sebepler var: Daha XVI. yüzyılda Japonya sanayisi olan bir ulustu ve on binlerce zırh, kılıç, bir süre sonra da top ve tüfek üretip Çin’e ihraç etmişti. Aynı çağda, Japonya’da Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden çok daha fazla insan yaşıyor, daha çok üniversite bulunuyordu, okuma yazma oranı da daha yüksekti; sonuç olarak, Batı’ya hiçbir şey borçlu olmayan bir ticaret ve finans kapitalizmi, Meiji restorasyonundan önce gelişme halindeydi.

Demek ki iki toplumun aynı gelişim çizgisinde art arda yer alması şöyle dursun, aslında bu iki toplum paralel yollar izlemiş, ama bunu tarihin her ânında muhakkak çakışacak şekilde yapmamışlardır; sanki ellerinde aynı oyun kâğıtları varmış da bunları farklı sırayla oynamaya karar vermiş gibidirler. Yapılabilecek başka pekçok karşılaştırma gibi Avrupa ile Japonya karşılaştırması da tek yönlü ilerleme fikrine meydan okur.

Friday, June 16, 2017

İlkel Toplumlar


“Peki antropologların incelemek için tercih ettiği ve, bizlerin de âdet olduğu üzere, “ilkel” (günümüzde pek çok kişinin kullanmayı reddettiği, ama her halükârda açık seçik tanımlanması gereken bir sözcük bu) diye nitelediğimiz bu toplumlar ne tür toplumlardır?

Yazı sistemi ve mekanik araçlardan yoksun oldukları için, bizim toplumlarımızdan esaslı şekilde farklı olan insan topluluklarına genellikle bu adı veririz; ama bazı temel gerçekleri de unutmamak lazım: Bu toplumlar, şüphesiz ki insanlığın toplam olarak yaşadığı sürenin yüzde 99’una, coğrafi açıdan da, yakın bir zamana kadar, yeryüzünün meskûn alanlarının dörtte üçüne tekabül eden bir tarihsel dönem ve mekânda insanların nasıl yaşamış olduğunu kavramak için başvurulabilecek yegâne modeli sunar.

Nedir ki bu toplumların bize öğrettiği şey, uzak geçmişimizin safhalarını bize gösterebilecek olmalarına bağlı değildir pek. Daha ziyade, genel bir hali, insanlık durumunun ortak paydasını gösterirler. Bu açıdan bakıldığında, istisna oluşturanlar, aslında Batı ve Doğu’daki gelişmiş uygarlıklardır.

Doğrusu, etnolojik araştırmalar ilerledikçe, gelişmemiş, evrim sürecinden “dışlanmış”, kıyıda köşede kalmış ve yok olmaya yazgılı addedilen bu toplumların, özgün toplumsal yaşam biçimleri teşkil ettiğine gitgide daha çok ikna oluyoruz. Bu toplumlar dışarıdan müdahale edilmediği müddetçe, yaşamlarını kusursuz şekilde sürdürebilmekteler.

İmdi, bunların çerçevelerini daha iyi çizmeye çalışalım.

Bu toplumlar, en uç durumda yirmi-otuz kişi ila iki-üç yüz kişilik küçük topluluklardan oluşur; yaya olarak birkaç günde gidilebilecek uzaklıktadırlar birbirlerinden; nüfus yoğunlukları da kilometrekare başına 0.1 kişi civarındadır. Nüfus artış oranı çok düşüktür; %1’in epey altındadır, öyle ki doğum oranı ile ölüm oranı neredeyse birbirine eşittir. Sonuç olarak, bu toplumların nüfusunun değiştiği pek söylenemez. Nüfusun sabit kalması, bilinçli ya da bilinçsiz farklı yollarla sağlanır: Loğusalık dönemindeki cinsel tabular, kadınlardaki fizyolojik ritmin yeniden düzene girişini geciktiren uzun emzirme dönemi. İncelenen bütün vakalarda çarpıcı olan husus şudur: Nüfustaki artış, topluluğun yeni esaslarla yeniden organize olmasına yol açmaz. Topluluk, nüfusça arttığında, bölünür ve öncekiyle aynı nüfus düzenine sahip olan iki küçük topluluk meydana getirir.

Bu küçük topluluklar, bulaşıcı hastalıkları bertaraf etmek konusunda kendiliğinden bir yeteneğe sahiptir. Epidemiologlar bunun sebebini şöyle açıklamıştır: Bu hastalıklara sebep olan virüsler, her bireyde ancak belli bir süre boyunca yaşayabilir ve bu yüzden de nüfusun tamamına bulaşabilmeleri için sürekli yayılmaları gerekir. Bu durum, yıllık doğum oranı yeterince yüksek olduğunda mümkündür ki bu da ancak yüz binlerce kişiden oluşan bir nüfus yoğunluğunda gerçekleşebilir bir koşuldur.

Şunu da eklemek gerek: Yanlış yere batıl inanç addettiğimiz inanç ve teamüllere sahip halkların yaşadığı karmaşık ekolojik ortamlarda, doğal kaynaklar gözetildiğinden, çok sayıda bitki, ve hayvan türü bulunur. Ancak, tropik bölgelerdeki her bir toplulukta, birimkareye düşen insan sayısı azdır; bu durum bulaşıcı türler ya da parazitler için de geçerlidir: Dolayısıyla çeşit çeşit enfeksiyon mevcut olmakla beraber, bunlar klinik düzeye pek ulaşmaz. AIDS denen hastalık bu duruma güncel bir örnek oluşturuyor. Afrika’nın tropik kısımlarındaki birkaç bölgede tutunmuş ve muhtemelen binlerce yıldır yerli topluluklarla dengeli bir halde varlığını sürdürmüş olan bu viral hastalık, tarihin bir cilvesi sonucunda, nüfusça çok daha büyük toplumlara sirayet ettiğinde esaslı bir risk olup çıkmıştır.


Bulaşıcı olmayan hastalıklar ise, genelde pek çok sebeple görülmez: Çokça fiziksel aktivite yapılması; besin konusunda, yağca fakir, lif ve mineralce zengin ve yeteri kadar protein ve kalori sağlayabilen yüzlerce, bazen daha da fazla hayvan ve bitki türünden, tarımcı topluluklara kıyasla çok daha fazla yararlanılması gibi. Obezite, yüksek tansiyon ve kalp-damar hastalıklarının olmayışının sebebi de bu işte.

O halde, XVI. yüzyılda Brezilya yerlilerini ziyaret eden bir Fransız seyyahın, –alıntılayacak olursam– “bizlerle aynı öğelerden meydana gelen” bu yerlilerin “cüzzam, felç, letarji, yenirceli hastalıklar, ülser ya da deride ve vücudun dışında görülen diğer bedensel rahatsızlıklara hiçbir zaman yakalanmamış olması” karşısında hayranlık duymuş olmasında şaşılacak bir şey yoktur; halbuki Amerika’nın keşfinden yüz, yüz elli yıl sonra, Meksika ve Peru nüfusunun yüz milyon ila dört yüz-beş yüz milyonu, conquistador’ların saldırılarından ziyade, dışarıdan gelen hastalıklar sonucu can vermiştir; bu hastalıklar, sömürgecilerin dayattığı yeni hayat tarzları sonucunda daha da bulaşıcı bir hal almıştır: çiçek, kızamık, kızıl, tüberküloz, sıtma, grip, kabakulak, sarıhumma, kolera, veba, difteri, vb.

Öyleyse, bu toplumları tanıdığımızda çok yoksul olmalarına bakıp hor görecek olursak büyük bir hataya düşeriz. Yoksul olsalar da, bu toplumları çok değerli kılan husus, yeryüzünde bu toplumlardan evvelce yaşamış olan binlercesinin ve hâlâ da varlığını sürdüren yüzlercesinin hazır deneyler teşkil etmesidir: Sahip olageldiğimiz tek şey budur, zira doğa bilimleri alanında çalışan meslektaşlarımızın aksine, bizlerin toplum denen araştırma konusunu vücuda getirmesi ve laboratuvarda yaşatması mümkün değil. Bizim toplumlarımızdan son derece farklı olması sebebiyle, belli toplumlardan devşirilmiş, insanları ve ortaklaşa yarattıkları şeyleri incelememize imkân sağlayan bu deneyler, tarihin ve coğrafyanın çok çeşitli somut durumlara yerleştirdiği insan zihninin her defasında nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olur.”

Monday, November 28, 2016

Behind Our Anxiety, the Fear of Being Unneeded

In many ways, there has never been a better time to be alive. Violence plagues some corners of the world, and too many still live under the grip of tyrannical regimes. And although all the world’s major faiths teach love, compassion and tolerance, unthinkable violence is being perpetrated in the name of religion.
And yet, fewer among us are poor, fewer are hungry, fewer children are dying, and more men and women can read than ever before. In many countries, recognition of women’s and minority rights is now the norm. There is still much work to do, of course, but there is hope and there is progress.
How strange, then, to see such anger and great discontent in some of the world’s richest nations. In the United States, Britain and across the European Continent, people are convulsed with political frustration and anxiety about the future. Refugees and migrants clamor for the chance to live in these safe, prosperous countries, but those who already live in those promised lands report great uneasiness about their own futures that seems to border on hopelessness.
Why?
A small hint comes from interesting research about how people thrive. In one shocking experiment, researchers found that senior citizens who didn’t feel useful to others were nearly three times as likely to die prematurely as those who did feel useful. This speaks to a broader human truth: We all need to be needed.
Being “needed” does not entail selfish pride or unhealthy attachment to the worldly esteem of others. Rather, it consists of a natural human hunger to serve our fellow men and women. As the 13th-century Buddhist sages taught, “If one lights a fire for others, it will also brighten one’s own way.”
Virtually all the world’s major religions teach that diligent work in the service of others is our highest nature and thus lies at the center of a happy life. Scientific surveys and studies confirm shared tenets of our faiths. Americans who prioritize doing good for others are almost twice as likely to say they are very happy about their lives. In Germany, people who seek to serve society are five times likelier to say they are very happy than those who do not view service as important.Selflessness and joy are intertwined. The more we are one with the rest of humanity, the better we feel.
This helps explain why pain and indignation are sweeping through prosperous countries. The problem is not a lack of material riches. It is the growing number of people who feel they are no longer useful, no longer needed, no longer one with their societies.
In America today, compared with 50 years ago, three times as many working-age men are completely outside the work force. This pattern is occurring throughout the developed world — and the consequences are not merely economic. Feeling superfluous is a blow to the human spirit. It leads to social isolation and emotional pain, and creates the conditions for negative emotions to take root.
What can we do to help? The first answer is not systematic. It is personal. Everyone has something valuable to share. We should start each day by consciously asking ourselves, “What can I do today to appreciate the gifts that others offer me?” We need to make sure that global brotherhood and oneness with others are not just abstract ideas that we profess, but personal commitments that we mindfully put into practice.
Each of us has the responsibility to make this a habit. But those in positions of responsibility have a special opportunity to expand inclusion and build societies that truly need everyone.
New York Times

Tuesday, August 2, 2016

Uygarlıkların Temelinde Savaş Vardır

Uygarlıkların temelinde savaş vardır, kin vardır; muazzam bir gölge düşmüştür üzerlerine, neredeyse yarısını kaplar. Kin onların eseridir; onunla beslenir, onunla yaşarlar. Yunanlı'nın Pers'e karşı nefreti, hoşgörülü diye bilinen Pers'in Yunanlı'ya nefretinden daha çoktur. Romalı'yla Kartacalı birbirinin can düşmanıdır. Hıristiyanlık ile Müslümanlığın birbirlerinde imrenecek bir şey görmelerine olanak yoktur. Tarih mahkemesinde ikisi de haksız çıkar, hüküm giyerdi. Zaten kimin suçlu, kimin suçsuz olduğu ne zaman anlaşılmıştır ki? Sabatino Moschati'ye göre Kartacalılar tam anlamıyla barışsever insanlardır. Gerçi kendilerini cesaretle savunurlar ama yalnızca saldırıya uğradıkları takdirde. Bazı tarihçilerin söylediğine bakılırsa Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından Konstantinopolis'in zaptedilmesine kadar ayakta kalan Bizans, kendi ölçüsünde bir kutsal savaş (ya da bir Haçlı seferi) düzenlemeyi becerememiştir. Bu yorum doğru ise Bizans'ın bu beceriksizliğine sevinmemiz gerekir. Ama Bizans bu yapıcı kinden yoksun olmanın bedelini günün birinde ödemedi mi? Buradan da anlaşıldığı gibi gelecek yalnızca kin beslemesini bilenlerindir. Gerçekten uygarlıklar çoğu zaman küçümseme, hor görme, nefretten oluşur. Ama uygarlığı doğuran yalnızca bunlar değildir; özveri, gelişme, kültür değerlerinin birikimi, akıl mirası da gerekir. Akdeniz'de yapılmış olan savaşların nedeni bu uygarlıklardır, Akdeniz üzerinden yapılmış teknik, fikir, hatta inanç alışverişlerinin nedeni de yine onlardır. Akdeniz'in bugün bize sunduğu bütün o çeşitlilik ve alacalı görünüm de aynı kaynaktan gelir. Akdeniz rengârenk bir mozaiktir. İşte bu yüzden, üzerinden bu kadar yüzyıl geçtikten sonra birçok anıtın, eskinin gelgitlerini işaret eden bu sınır taşlarının kutsallığına yapılmış olan saygısızlıklara hoşgörüyle bakabiliriz: Ayasofya'nın dört bir yanında yüksek minareler nöbet tutar; Palermo'daki San Giovanni Degli Eremiti manastırı, eski bir caminin kırmızı ya da kırmızımsı kubbeleri arasına yerleşmiştir; Kurtuba'da, dünyanın en güzel camisinin kemerlerden ve sütunlardan oluşan ormanının ortasında, Şarlken'in buyruğuyla yapılmış sevimli, küçük, gotik Santa Cruz Kilisesi yer alır.

**

Politikanın sözü hiç bitmeyecektir, bu açık. Tarihin öteki güçlerini ve biçimlerini bir yana itip defalarca kendi iradesini zorla kabul ettirmemiş midir? Yüzyıllar boyunca, Roma'nın üstünlüğü sürüp giderken, bu üstünlük, politikanın hizmetindeki şiddetten başka bir şey olmamıştır: Yarattığı emperyalizm, Akdeniz dünyasını kendine bütünüyle baş eğdirmeden yatışmamıştır. Roma, bu sonuca ulaşıncaya kadar acımasızca vurmuştur: İÖ 146 yılı hem Kartaca'nın hem de Korinthos'un yerle bir edildiği yıldır. Neredeyse on yıl, İÖ 59'dan 53'e kadar süren Galya'nın fethini de bir düşünün. Avrupalıların Amerika'da yaptığı da daha farklı olmadı. Roma, Pax romana'nın mimarı olmadan önce her yanı savaşa boğdu.
**
Roma, kendi iradesini ve siyasal bütünlüğünü Akdeniz dünyasının tümüne kabul ettirdi, ancak farklılıkları, aykırılıkları, çökmeleri ve kültür çatışmalarını ortadan kaldıramadı. Bu konuda o kadar zaaf gösterdi ki, incelik bakımından kendisininkinden çok daha ilerideki bu kültürlerin, onu eğitecek olan Yunanistan'ın (başkentin seçkin çevrelerinde Yunanca konuşulacaktır) ve Yakındoğu'dan yayılan güçlü dinler ve tapınma şekillerinin etkisinde kaldı, onların yörüngesine girdi. Buna karşılık, Akdeniz'in bütününde kendi politikasının ve kuramlarının üstün dilini egemen kıldı.



Tuesday, April 26, 2016

Mosques and Diversity of Islam

Not only is the mosque a symbol of Islam’s diversity, it also typifies how ‘organic’ Islamic culture is. Mosques in China look Chinese rather than Arabian, Syrian, Iraqi, or Greco-Roman. Mughal-era and Ottoman-era mosques are easily distinguishable, although both are, at least superfi cially, the products of the same. The ziggurat of Agar Quf (Dur Kuigalzu, Iraq). This ziggurat was built by the Kassites (r. 1531–1155 BCE) and was partially restored by the Iraqi government in the 1970s Turco-Islamic culture. In fact, Mughal mosques mix Islamic and Indian elements, while Ottoman mosques mix Islamic and Byzantine ones. Even when mosque-building was a way of asserting Islam’s victory over other religions, Islam and its monuments were defi ned in direct relation to those of local religious traditions. Whereas the Romans were bullish in stamping out other cultures’ architectural traditions, Muslims have always been conscious of local contexts and have integrated features of earlier societies into their own, often creating a unique blend between old and new styles. In a way, Islam is the fi rst ‘green’ civilization (though, it should be admitted, inadvertently so), with a long history of recycling older materials and using, for the most part, only local products and traditions.

Wednesday, April 15, 2015

Yunan Mucizesi


Bir kavim ki, fertleri de, devletleri de çapulculukla palazlanmış. Hor görmüş alın terini. Haklıyla haksızı, iyiyle kötüyü ne yönetenler umursamış, ne yönetilenler. Yalnız kaba kuvvet saygı görmüş o ülkede. Medeniyetin en parlak devrinde ahalisinin kırkı köle biri hür. Genç sefihlerle, kart fahişeler baştâcı. Her yıl, tanrılara insanlar kurban edilmiş; binlerce çocuğun kanına girilmiş her gün. Bur kavim ki, bütün meziyetlere düşman: kabiliyete, asalete, servete Kâh paralı asker, kâh haydut Amacı tek yağma. Her hayâsızlığı tanrılaştiran bu kavim üç şeyde birinci: kibirde, yalanda, fuhuşta. Ama bu meziyetlerini (!) öyle ustaca kullanmış, öyle pazarlamış ki, iki bin yıl tarihin baş köşesine oturtulmuş insanlık, en rezil çocuğuna düşkün çılgın bir anne.

Roma, bu delice sevginin ilk sorumlusu. Kıyıcılıktan başka hüneri olmayan cahil ve kaba Romalılar, Yunan'ın ahlâksızlıklarını kemalin son mertebesi sanmışlar, örnek almışlar Yunanlıları: Messalina Lamia'yı gölgede bırakmış, Neron Demetrius'u, Heliogabalus Alkibiyades'i.

Yunan-Latin ahlâksızlığı manastırlara sokulur Ortaçağda. Dua ve ibadetten bunalmış ruhların sığındığı bir limandı bu ahlâksızlık. Keşişlerin -hayaleti de olsa- Pelopones ve Attik haydutları gibi yaşaması ne baş döndürücü tezattı! Kilisede mezamir okuyan üstadın nasıl büyük bir sabırsızlıkla hücresine koşup Yunanca yazmaların şerhine koyulduğunu bir düşünün! Bugün, bize sunulan Yunan, o sarihlerin Yunan'ı. Manastırlarda görülen bir rüya, keşişler hayatının bir vahası. Evet, Yunan'ı papazlar güzelleştirmiş. Onlar olmasa Yunan bize olduğu gibi görünecekti: sefil, hayâsız, iğrenç.

Çağdaş aydınlardan bazıları korka korka eleştirecek olmuş Eski Yunan'ı. Hadlerine mi? En köklü inançlarımıza saldırabilirsiniz. Beis yok: kasırgalar, toprağın derinliklerine kök salan ağaçlan daha da güçlendirir. Ama tutkunluklarımız yapraklara benzer en hafif bir rüzgâr altüst edebilir onları. Yunan aleyhinde ilk fısıltılar duyulur duyulmaz, Yunan edebiyatının çürümüş yapraklarını kendilerine paravana yapanlar yaygarayı bastılar: susun nankörler, yediğimiz onların ekmeği; yuvamız, giysimiz, dilimiz onların; siyaseti onlardan öğrendik; kitap, hitabet, şiir, güzel sanatlar, felsefe, hatta din onların armağanı.

Gübreden güzel çiçekler fışkırır, doğru! Ama lağımdan çiçek fışkırdığı görülmüş mü?

İnsanlık böyle bir bataklığa saplanmış asırlardır, Yunan-Latin bataklığı Ve uyuyakalmış. Sonra çalkalanmış durgun sular. Ve zekâ coşkun kaynaklar gibi çamurlarından arınmaya başlamış.

Çağının cahil aydınlarına Yunan'ın, tahayyül ettikleri Yunan olmadığını ilk haykıranlardan biri Voltaire. II. Katerina'nın, sahiden her şeyi Yunanlılara mı borçluyuz sualine verdiği cevap şu üstadın: hayır efendim. Yunanlılar hiçbir şeyi keşfetmemiş. Pek az şeyi ıslah etmişler, hem de çok çok geç.


Sunday, March 22, 2015

O (c.c.) Razı İse


Kalkmadan önceki son sözleri şunlardı: “Böyle bir teşbih doğru mu bilmiyorum ama manevî bağışıklık sistemini güçlendirmeli. Eskimeden, yıpranmadan, günahlara batıp çıkmadan hayatı sürdürmek çok zor. Öyle virüsler musallat oluyor ki işte o zaman şeytan çöküyor başımıza ve manevî savunma mekanizmamız iflâs ediyor. Çok küçük argümanlara alt-üst ediyor manevî hayatımızı.”

Odasının kapısını açarken, “Dua etmeli.” diyordu bize. “Dua...”

***
Beynim öylesine dolu ki her bir neronun üzerinde elli tane problem var.” dedi üç-dört kişinin bulunduğu salonda öğlenden sonra. Kaç günden beri iç dünyasına kapanmış; halk ile beraber olmada zaruret sınırlarının dışına çıkmıyor. Namazda, dua saatinde kendisini görme şansınız var. Rabbisi ile baş başa, kimseye açmadığı, açamadığı ve ihtimal açsa da kimsenin anlamayacağı dertleri ile hemhal. Yaşanmaz bir hayat. Stres değil katiyen. İmanı olan, eşya ve hâdiselerin perde ötesine nüfuzu olup kaderi planda her şeyi görebilen veya yorumlayabilen kişilerin stresi olmaz. Kendisi demişti yıllar önce böylesine bir sözü. “Müminde stres olmaz.” diye. Bu tespitin izahı bir önceki cümlede gizli. Onun için birkaç gündür devam eden bu hâle, kutsal hafakan da diyebiliriz kutsal hüzün de. Hüznün, gamın, kederin sadece Allah için duyulduğu bir zirve burası. Hayatı kendisi için yaşayanların değil; daha ötesi ferdî planda dünyada ukbayı kazanmak için mücadele edenlerin de değil; “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen yaşatma ideali ile dopdolu insanların ancak ulaşabilecekleri bir zirve.
***
“İmanını marifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar.”
***
“Bir insanın kadrini kıymetini bir yaptıklarından bir de düşmanlarından hareketle takdir edebilirsiniz.”

***
“Fakirlik ne büyük nimet değil mi? Hiç kimseye diyet ödemek zorunda kalmıyor insan.”

***
“Allah katında en faziletli cihat, zalim sultanın önünde doğruyu söylemektir.” (Hadis)
***
“Bazen müminin rekabeti kafirin küfründen daha fazla zarar verir.”

***
İnsanın medeniyet tasavvuru inançlarına ve kabullendiği değerler sistemine göre oluşur, şekillenir. Şöyle ki, aşağıdan yukarıya üçe bölünmüş bir piramit düşünün. En üstünde insanın inancı ve o inancın insana yap veya yapma şeklindeki emir ve yasaklarının mefhumundan çıkartılan ilkeler ve prensipler vardır. İnsan amelleri bu ilke ve prensiplerin ete kemiğe bürünmüş şeklidir ve piramidin ikinci bölümünü yani ortasını oluşturur. İmanının derecesine, seviyesine göre meselâ namaz kılar veya kılmaz, hırsızlık yapar veya yapmaz, faiz alır veya almaz. Söz konusu ameller aynı zamanda insan kimliğini, şahsiyetini ve karakterini oluşturan en önemli unsurdur. Zira Müslüman kimlik Kur’ân âyetleri ve peygamber buyrukları, ulema içtihadının üst sırada yer aldığı soyut ilkelerle değil, onların hayata yansıtıldığı somut amellerle belirlenir. Piramidin üçüncü ve el alt kısmında yer alan şey ise sözünü ettiğimiz amellerin cereyan ettiği ve edeceği sosyal, siyasal, kültürel, dinî zemindir. Medeniyet bu üçünün birlikteliği ile oluşur ve hayata geçer. Bu üçü arasındaki uyum veya uyumsuzluk medeniyetin adını, şeklini, rengini, desenini, mahiyetini belirler.

Efendimiz ve hulefa-i raşidin dönemi sözünü ettiğim uyumun zirve noktasında yaşandığı dönemdir. Zemin de, ameller de, ilkeler de birbirini desteklemiş ve karşımıza bugün bile övünerek söylediğimiz İslâm medeniyeti zuhur etmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu üçü arasındaki birlikteliğin aynı şekliyle devam ettiğini söylemek imkânsızdır.

Neden devam etmemiştir? İnsan fıtratı, zaafları, ihtiyaçları, zaruretleri devreye girmiş ve bunlar zaman zaman da olsa en alt zeminde hayatını devam ettiren insanların önce amellerine, sonra da inançlarına etki etmiştir. “Faiz haram ama bu devirde başka çare yok.” İşte tam da bu anlattığımız hususa örnek verilebilecek bir tekerlemedir. İnsanın para ihtiyacı veya para kazanma hırsı onun amelini inancına rağmen yapmasını netice vermiştir. Kim bilir bazılarında olduğu gibi belli bir müddet sonra bu inanç kırılması onu “Faiz de alış veriş gibidir.” noktasına kadar götürecek ve ortada ne inanç, ne de ona bağlı ilke ve prensip kalacaktır.