Wednesday, December 19, 2018

Peki, Biz Niçin Bu Durumdayız?



Mardin’de büyüdüm ve 19 yaşıma kadar orada kaldım. Mardin, hayranlık uyandırıcı bir medeniyetler bileşkesidir. Asurlardan Romalılara, Perslerden Araplara, Bizanslılardan Selçuk ve Osmanlılara kadar çeşitli medeniyetler Mardin’de buluşuyor. Bu anlamlı buluşmayı harikulade taş yapılarda müşahede etmek mümkün. Merak ettiğim ise: “Eğer atalarım bu eserleri yaptıysa biz de yapabiliriz. Ama yapamıyoruz? Neden?” Hep kendime bu suali sordum. 
Tarihin tanıklığına dönüp baktığımız zaman, yani kendi tarihimize Osmanlı’ya Selçuklu’ya ya da Begoviç’in işaret ettiği gibi, Hint yarım kıtasından, Semerkant’tan Endülüs’e ve bugün adına Ortadoğu dediğimiz bütün İslam dünyasındaki bu medeniyet merkezlerine baktığımız zaman atalarımızın ürünlerini görmekteyiz. Ama biz onların torunları utanç verici bir ilkellik içinde yaşıyoruz.

Kendimize, “peki, biz niçin bu durumdayız?” sorusunu sormamız lazım.  Eğer kimi oryantalistin bize telkin ettiği gibi fıtratımızda, yapımızda bir ilkellik varsa bizden önceki atalarımızın da ilkel yaşaması icap ederdi. Aksine atalarımız insan yüzlü şehirler inşa ettiler,  yüksek medeniyetler kurdular. Biz ise güzelim şehirlerimizi vandalca tahrip ediyoruz. Demek ki, sorun bizden kaynaklanmaktadır. Alev Erkilet’in de değindiği gibi, Moğolları harici sebep olarak göstermek yerine içerdeki asıl etkenler üzerinde durmamız gerekiyor.

İslam, salt bir din değildir. Bu akıldan çıkarılmaması gereken temel bir önermedir.

Peki, öyleyse nedir İslam? İslam, “Ed-Din”dir.

Biz yanlış olarak İslamiyet’i diğer din kulvarlarında yer alan dinler gibi bir din olarak telakki ediyoruz. Din olarak telakki ettiğimizde de, Müslüman kavimlere ait, millileştirilmiş, yerlileştirilmiş, tekel altına alınmış bir din olarak algılıyoruz. İslam, ya Türklerin ya Arapların ya da Farsların dinidir sanki. Mesela bir İngiliz veya bir Fransız Müslüman olduğu zaman, ya bir Türk, ya bir Arap, ya da bir Fars ismini almak zorunda. Oysa Ed-Din, en-nas’a, insanlara, türümüzün tümüne ait olan bir dindir, kimsenin tekelinde değildir.

Bir diğer husus İslamiyet, diğer dinlere karşı olan bir din de değildir. Ne Hıristiyanlığa ne de Yahudiliğe karşıdır; aksine onları tamamlayan, ikmal eden bir dindir. Onu Ed-Din yapan vasıf da budur. Begoviç buna vurgu yapıyordu. Begoviç, hep dinin tevhid eden, dünya ve ahireti birleştiren boyutundan bahsetti. Türkiye’de ise, Müslümanlığının temelini oluşturan din ve Ed-Din değil, “diyanet” olmuştur. Bu, sakatlanmış bir Müslümanlıktır. Bu sebepledir ki, devletin en önemli kuruluşuna “Diyanet İşleri Başkanlığı” denilmiş, “Din İşleri Başkanlığı” denilmemiştir. Bu isimlendirme üzerinde çokça düşünülmüş ve daha sonra seçilmiştir. Halbuki Begoviç’in yazılarında  İslamiyet ne tek başına bir din ne de sadece diyanettir. Malik Bin Nebi ile Seyyid Kutup arasındaki medeniyet-siyaset tartışmasında, Begoviç bir adım ileri gitmeyi denemiştir. İslam’ı, Seyyid Kutup siyasete, Malik Bin Nebi medeniyete irca ediyordu. Türkiye’de İslamcı algının merkezinde “salt iktidar” yer aldığından önce Seyyid Kutub’un “siyasete vurgusu” yüceltildi, iktidar olunduktan sonra da Malik Bin Nebi’nin “medeniyet vurgusu” öne çıktı; iktidarla yerel ve merkezi kamu kaynaklarını ele geçirenler, şimdi ceplerine doldurdukları parayı harcayacak medeniyet formları arama aşamasına gelmişlerdi. Medeniyet onların konfor özlemlerinin dışa vurumuydu. Aramice asıllı medeniyetin bir mahkemenin yetki sahası içindeki yerleşim birimi olduğunu; Hz. Peygamber’in Yesrib yerine Medine'yi seçerken 'dinin mekanda ete kemiğe bürünmesi formlarını kastettiğini' düşünmediler; yeni muktedirler göç ve kentin sahneye çıkardığı Bedeviler olduklarından, iktidar ve medeniyet tasavvurlarında  beşeri hayatın aşkın birliği olan tevhid merkezde yer almadığından, ne Seyyid Kutub’un siyasetini doğru algıladılar ne Malik Bin Nebi’nin medeniyetini.