Showing posts with label Ateşten Gömlek. Show all posts
Showing posts with label Ateşten Gömlek. Show all posts

Friday, October 14, 2016

Mehmet Çavuş


Ayın altında güzel ve korkunç yüzünü seyrediyordum. Anadolu’da ender görünen çevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşe ağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak ve tepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyah perçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri kor gibi siyah, burnu mutaazzım, biraz uzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun, gazab, istihza ve hassasiyetle dolu bir hususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içinde dünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah, genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor, boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta iki boynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvara vermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanında çocuğu gibi yatan martini[sini] derunî bir düşünce ile okşuyor. Düşünüyorum ki Köroğlu, Çamlıbel’den bu akşam kalksa gelse kafası böyle olur, gözleri böyle parlar.

Toprağını, taşını müdafaa için dağdan kopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çok seviyor. Bütün türküsü, bütün masalları onların etrafındadır.

Garbın kafamıza indirdiği küsküden bizim sersem ve mebhut kaldığımız an, bunlar, sayha ile bizi uyandırdılar. Şark dünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilk yeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı. Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen bir ordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilk ateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilk müdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan rap rap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusu geliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mı olacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?

Yanımda birdenbire susan Mehmet Çavuş’un kor gözleri, uzun bıyıkları beyaz ışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi. Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları ve günahları var.

— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasıl kaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.

Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârı geçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:

— Gırk araba gadana vadı...

Ateşten Gömlek



Menfezi geçtikten sonra Polatlı’nın arkasından Karadağ’a kadar hayli ehemmiyetli bir meyil ile bir sırt daha karşımıza çıktı. Soldan gidip meyli aşacağız.

Deniz fırtınasından pek korkardım. Bir gün Marsilya’dan gelirken azim bir fırtınaya tutuldum. Fırtına başlarken daha vapur kayık gibi çalkanmaya, beyaz köpüklerin üstünde kendini kaybetmeye başladı. O zaman kaptanın ve tayfanın yüzünü mütemadiyen aramıştım ve her defasında henüz tehlike dakikasının gelmediğine inanıyor ve korkumu asıl tehlikenin vüruduna talik ediyordum. Kendi kendime:

— Eh fena dakika geldiği zaman korkarım, diyordum.

Deniz azıyor, azıyor, ben yine kumanda mevkiinde kaptanın dalgalar arasında yüksek sesle kumandasını takip ediyordum; bu ses bana garip bir teselli ve sükûn veriyordu. Burada da, bu korkunç sükûn içinde de, top seslerinin kulakları patlatan iniltileri arasında da İhsan’ın ve küçük zâbitlerin insan sesinden ziyâde çelik sesine benzeyen kısık kumandalarını dinliyor, etrafa yavaş yavaş ekmeye başladığımız arkadaş naaşlarını aşıp giderken korkacak dakikanın gelmediğine kani oluyordum.

İşte mitralyöz tıkırtıları... İşte top, işte kurşun vızıltıları. İşte mütemadiyen yere serilen atlı ve yaya askerler. Hâlâ korkmuyorum. Ne garip şey... Harpte yegâne korkunç şey insanın korkusu galiba. Hezimet ve ricat olmayan yerde meğer korku yokmuş. Harp ne basit bir şey.


Korku


“Şimdi karanlığı bekliyoruz. Etrafımı ve kendimi dinliyorum. Harbin ruh tarifini tespit ediyorum: Harpte yegâne korkulacak şey korkudur. ”

Korku


“Şimdi karanlığı bekliyoruz. Etrafımı ve kendimi dinliyorum. Harbin ruh tarifini tespit ediyorum: Harpte yegâne korkulacak şey korkudur. ”

Ateşten Gömlek



Menfezi geçtikten sonra Polatlı’nın arkasından Karadağ’a kadar hayli ehemmiyetli bir meyil ile bir sırt daha karşımıza çıktı. Soldan gidip meyli aşacağız.

Deniz fırtınasından pek korkardım. Bir gün Marsilya’dan gelirken azim bir fırtınaya tutuldum. Fırtına başlarken daha vapur kayık gibi çalkanmaya, beyaz köpüklerin üstünde kendini kaybetmeye başladı. O zaman kaptanın ve tayfanın yüzünü mütemadiyen aramıştım ve her defasında henüz tehlike dakikasının gelmediğine inanıyor ve korkumu asıl tehlikenin vüruduna talik ediyordum. Kendi kendime:

— Eh fena dakika geldiği zaman korkarım, diyordum.

Deniz azıyor, azıyor, ben yine kumanda mevkiinde kaptanın dalgalar arasında yüksek sesle kumandasını takip ediyordum; bu ses bana garip bir teselli ve sükûn veriyordu. Burada da, bu korkunç sükûn içinde de, top seslerinin kulakları patlatan iniltileri arasında da İhsan’ın ve küçük zâbitlerin insan sesinden ziyâde çelik sesine benzeyen kısık kumandalarını dinliyor, etrafa yavaş yavaş ekmeye başladığımız arkadaş naaşlarını aşıp giderken korkacak dakikanın gelmediğine kani oluyordum.

İşte mitralyöz tıkırtıları... İşte top, işte kurşun vızıltıları. İşte mütemadiyen yere serilen atlı ve yaya askerler. Hâlâ korkmuyorum. Ne garip şey... Harpte yegâne korkunç şey insanın korkusu galiba. Hezimet ve ricat olmayan yerde meğer korku yokmuş. Harp ne basit bir şey.


Mehmet Çavuş


Ayın altında güzel ve korkunç yüzünü seyrediyordum. Anadolu’da ender görünen çevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşe ağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak ve tepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyah perçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri kor gibi siyah, burnu mutaazzım, biraz uzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun, gazab, istihza ve hassasiyetle dolu bir hususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içinde dünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah, genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor, boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta iki boynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvara vermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanında çocuğu gibi yatan martini[sini] derunî bir düşünce ile okşuyor. Düşünüyorum ki Köroğlu, Çamlıbel’den bu akşam kalksa gelse kafası böyle olur, gözleri böyle parlar.

Toprağını, taşını müdafaa için dağdan kopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çok seviyor. Bütün türküsü, bütün masalları onların etrafındadır.

Garbın kafamıza indirdiği küsküden bizim sersem ve mebhut kaldığımız an, bunlar, sayha ile bizi uyandırdılar. Şark dünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilk yeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı. Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen bir ordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilk ateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilk müdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan rap rap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusu geliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mı olacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?

Yanımda birdenbire susan Mehmet Çavuş’un kor gözleri, uzun bıyıkları beyaz ışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi. Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları ve günahları var.

— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasıl kaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.

Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârı geçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:

— Gırk araba gadana vadı...