Friday, June 16, 2017
İlkel Toplumlar
“Peki antropologların incelemek için tercih ettiği ve, bizlerin de âdet olduğu üzere, “ilkel” (günümüzde pek çok kişinin kullanmayı reddettiği, ama her halükârda açık seçik tanımlanması gereken bir sözcük bu) diye nitelediğimiz bu toplumlar ne tür toplumlardır?
Yazı sistemi ve mekanik araçlardan yoksun oldukları için, bizim toplumlarımızdan esaslı şekilde farklı olan insan topluluklarına genellikle bu adı veririz; ama bazı temel gerçekleri de unutmamak lazım: Bu toplumlar, şüphesiz ki insanlığın toplam olarak yaşadığı sürenin yüzde 99’una, coğrafi açıdan da, yakın bir zamana kadar, yeryüzünün meskûn alanlarının dörtte üçüne tekabül eden bir tarihsel dönem ve mekânda insanların nasıl yaşamış olduğunu kavramak için başvurulabilecek yegâne modeli sunar.
Nedir ki bu toplumların bize öğrettiği şey, uzak geçmişimizin safhalarını bize gösterebilecek olmalarına bağlı değildir pek. Daha ziyade, genel bir hali, insanlık durumunun ortak paydasını gösterirler. Bu açıdan bakıldığında, istisna oluşturanlar, aslında Batı ve Doğu’daki gelişmiş uygarlıklardır.
Doğrusu, etnolojik araştırmalar ilerledikçe, gelişmemiş, evrim sürecinden “dışlanmış”, kıyıda köşede kalmış ve yok olmaya yazgılı addedilen bu toplumların, özgün toplumsal yaşam biçimleri teşkil ettiğine gitgide daha çok ikna oluyoruz. Bu toplumlar dışarıdan müdahale edilmediği müddetçe, yaşamlarını kusursuz şekilde sürdürebilmekteler.
İmdi, bunların çerçevelerini daha iyi çizmeye çalışalım.
Bu toplumlar, en uç durumda yirmi-otuz kişi ila iki-üç yüz kişilik küçük topluluklardan oluşur; yaya olarak birkaç günde gidilebilecek uzaklıktadırlar birbirlerinden; nüfus yoğunlukları da kilometrekare başına 0.1 kişi civarındadır. Nüfus artış oranı çok düşüktür; %1’in epey altındadır, öyle ki doğum oranı ile ölüm oranı neredeyse birbirine eşittir. Sonuç olarak, bu toplumların nüfusunun değiştiği pek söylenemez. Nüfusun sabit kalması, bilinçli ya da bilinçsiz farklı yollarla sağlanır: Loğusalık dönemindeki cinsel tabular, kadınlardaki fizyolojik ritmin yeniden düzene girişini geciktiren uzun emzirme dönemi. İncelenen bütün vakalarda çarpıcı olan husus şudur: Nüfustaki artış, topluluğun yeni esaslarla yeniden organize olmasına yol açmaz. Topluluk, nüfusça arttığında, bölünür ve öncekiyle aynı nüfus düzenine sahip olan iki küçük topluluk meydana getirir.
Bu küçük topluluklar, bulaşıcı hastalıkları bertaraf etmek konusunda kendiliğinden bir yeteneğe sahiptir. Epidemiologlar bunun sebebini şöyle açıklamıştır: Bu hastalıklara sebep olan virüsler, her bireyde ancak belli bir süre boyunca yaşayabilir ve bu yüzden de nüfusun tamamına bulaşabilmeleri için sürekli yayılmaları gerekir. Bu durum, yıllık doğum oranı yeterince yüksek olduğunda mümkündür ki bu da ancak yüz binlerce kişiden oluşan bir nüfus yoğunluğunda gerçekleşebilir bir koşuldur.
Şunu da eklemek gerek: Yanlış yere batıl inanç addettiğimiz inanç ve teamüllere sahip halkların yaşadığı karmaşık ekolojik ortamlarda, doğal kaynaklar gözetildiğinden, çok sayıda bitki, ve hayvan türü bulunur. Ancak, tropik bölgelerdeki her bir toplulukta, birimkareye düşen insan sayısı azdır; bu durum bulaşıcı türler ya da parazitler için de geçerlidir: Dolayısıyla çeşit çeşit enfeksiyon mevcut olmakla beraber, bunlar klinik düzeye pek ulaşmaz. AIDS denen hastalık bu duruma güncel bir örnek oluşturuyor. Afrika’nın tropik kısımlarındaki birkaç bölgede tutunmuş ve muhtemelen binlerce yıldır yerli topluluklarla dengeli bir halde varlığını sürdürmüş olan bu viral hastalık, tarihin bir cilvesi sonucunda, nüfusça çok daha büyük toplumlara sirayet ettiğinde esaslı bir risk olup çıkmıştır.
Bulaşıcı olmayan hastalıklar ise, genelde pek çok sebeple görülmez: Çokça fiziksel aktivite yapılması; besin konusunda, yağca fakir, lif ve mineralce zengin ve yeteri kadar protein ve kalori sağlayabilen yüzlerce, bazen daha da fazla hayvan ve bitki türünden, tarımcı topluluklara kıyasla çok daha fazla yararlanılması gibi. Obezite, yüksek tansiyon ve kalp-damar hastalıklarının olmayışının sebebi de bu işte.
O halde, XVI. yüzyılda Brezilya yerlilerini ziyaret eden bir Fransız seyyahın, –alıntılayacak olursam– “bizlerle aynı öğelerden meydana gelen” bu yerlilerin “cüzzam, felç, letarji, yenirceli hastalıklar, ülser ya da deride ve vücudun dışında görülen diğer bedensel rahatsızlıklara hiçbir zaman yakalanmamış olması” karşısında hayranlık duymuş olmasında şaşılacak bir şey yoktur; halbuki Amerika’nın keşfinden yüz, yüz elli yıl sonra, Meksika ve Peru nüfusunun yüz milyon ila dört yüz-beş yüz milyonu, conquistador’ların saldırılarından ziyade, dışarıdan gelen hastalıklar sonucu can vermiştir; bu hastalıklar, sömürgecilerin dayattığı yeni hayat tarzları sonucunda daha da bulaşıcı bir hal almıştır: çiçek, kızamık, kızıl, tüberküloz, sıtma, grip, kabakulak, sarıhumma, kolera, veba, difteri, vb.
Öyleyse, bu toplumları tanıdığımızda çok yoksul olmalarına bakıp hor görecek olursak büyük bir hataya düşeriz. Yoksul olsalar da, bu toplumları çok değerli kılan husus, yeryüzünde bu toplumlardan evvelce yaşamış olan binlercesinin ve hâlâ da varlığını sürdüren yüzlercesinin hazır deneyler teşkil etmesidir: Sahip olageldiğimiz tek şey budur, zira doğa bilimleri alanında çalışan meslektaşlarımızın aksine, bizlerin toplum denen araştırma konusunu vücuda getirmesi ve laboratuvarda yaşatması mümkün değil. Bizim toplumlarımızdan son derece farklı olması sebebiyle, belli toplumlardan devşirilmiş, insanları ve ortaklaşa yarattıkları şeyleri incelememize imkân sağlayan bu deneyler, tarihin ve coğrafyanın çok çeşitli somut durumlara yerleştirdiği insan zihninin her defasında nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olur.”