Friday, June 16, 2017

İlkel Toplumlar 2


“Bugün biliyoruz ki “ilkel” diye nitelenen, tarımı ve hayvancılığı bilmeyen ya da yalnızca ilkel bir tarımla uğraşan, kimi zaman çömlekçilik ve dokumadan da bihaber olan, esasen avcılık ve balıkçılıkla uğraşan, doğadaki şeyleri toplayarak geçinen halklar, ne açlıktan ölme korkusuna ne de düşman bir ortamda yaşamlarını sürdüremeyecekleri endişesine kapılır.

Nüfuslarının az olması, doğal kaynaklar konusundaki olağanüstü bilgileri, bizim “bolluk” demeye dilimizin pek varmayacağı bir ortamda yaşamalarını mümkün kılar. Bununla beraber –Avustralya, Güney Amerika, Melanezya ve Afrika’da yürütülen titiz çalışmaların gösterdiği üzere– aktif aile üyelerinin iki ila dört saatlik günlük çalışması, besin üretimine katılmayan çocuklar ve yaşlılar da dahil bütün ailenin geçimini sağlamaya yetiyor da artıyor bile. Çağdaşlarımızın fabrikalarda ya da bürolarda geçirdiği sürelerle arada ne büyük bir fark var, değil mi!”


**

“XIX. yüzyılda temas kurduğumuzda karşımıza çıktıkları hal için “geri kalmış” ya da “azgelişmiş” dediğimiz toplumlar düşünüldüğünde, bariz bir olguyu gözardı ediyoruz: Bu toplumlar, bizim dolaylı ya da doğrudan yollardan sebep olduğumuz sarsıntı ve çalkantılardan sağ çıkabilmiş, kolu kanadı kırık kalıntılardan başka bir şey değildir. Zira Batı dünyasının gelişmesine imkân veren şey, XVI-XIX. yüzyıllar arasında egzotik diyarların ve buralarda yaşayan halkların sömürülmesi olmuştur. Azgelişmiş denen toplumlar ile sanayi uygarlığı arasındaki yabancılık ilişkisi öncelikle şu noktaya dayanır: Sanayi uygarlığı, söz konusu toplumlarda kendi eserini görür... – ama bir türlü kabul edemediği olumsuz bir kılıkta.”

**
“Sanayi sosyolojisi uzmanları, işlerin parsellenmesini ve basitleşmesini, çalışma inisiyatifinin yitimini, üreticinin ürettiği şeyden uzaklaşmasını dayatan nesnel üretim ile, çalışana kendi kişiliğini ve yaratma arzusunu ifade etme imkânı veren öznel üretim arasındaki çelişkiyi ortaya seriyorlar. Tek bir örnek verecek olursam; bir Melanezyalı toplumsal kurallar yüzünden kızkardeşinin ev işleriyle ilgilenmeye mecbur olduğunda ya da bahçesinde yetiştirdiği tatlı patateslerin boyu uğruna tarım tanrılarıyla iyi geçindiğini kanıtlamaya çalıştığında, teknik, kültürel, toplumsal, dinsel kaygıların hepsiyle birden hareket ediyordur.

İktisatçı –olur a– unuttuğunda antropoloğun hatırlattığı şudur: İnsan sürekli daha fazla üretmeye teşvik edilemez. Çalışırken, aynı zamanda doğasının derinlerine kök salmış birtakım arzuları tatmin etmeye de uğraşır: Birey olarak kendini gerçekleştirmeye, nesnelere damgasını vurmaya, çalışmaları aracılığıyla öznelliğine bir nesnellik kazandırmaya gayret eder.


İlkel denen toplumlar işte bu bakımlardan bize örnek olabilirler. Bu toplumlar, üretilen zenginlikleri ahlaki ve toplumsal değerlere dönüştürmeyi amaçlayan ilkeleri temel alırlar: Bir işte şahsen başarı elde etmek, akrabalara ve komşulara saygı göstermek, ahlaki ve toplumsal açıdan itibar kazanmak, insan ile doğa ve doğaüstü dünya arasında uyum kurmak. Antropolojik araştırmalar, insan doğasının bu farklı unsurları arasında uyum kurulması gerekliliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca sanayi uygarlığının bu uyumu yok etmeye yöneldiği her yerde, antropoloji bizleri uyarabilir ve uyumu tekrar kazanmak için izlenecek yolları gösterebilir.”


**
“Bu toplumların gelişmeye ve sanayileşmeye gösterdiği direncin sebeplerini açıklamak için, içlerinden bir kısmının rekabetten uzak olduğuna gönderme yapılmıştır. Gelgelelim şunu unutmamalıyız ki bu toplumlarda eleştirdiğimiz pasiflik ve kayıtsızlık, en baştan beri mevcut olan bir durum değil, temasın akabinde ortaya çıkan travmanın sonucudur. Ayrıca bize bir kusur ve noksan gibi gelen birtakım şeyler, insanlar ile dünya arasındaki bağlara dair özgün bir tasavvurun ürünü olabilir pekâlâ. Bir örnekle açıklayayım: Yeni Gine’nin iç kısımlarında yaşayan halklar misyonerlerin futbol oynadığını görüp, bu oyunu büyük bir hevesle benimsemişlerdi. Ama iki takımdan birinin galibiyeti yerine iki takımın da galibiyet ve mağlubiyet sayısı eşit oluncaya kadar maç yapmaya devam ediyorlardı. Oyun bizdeki gibi, bir taraf galip gelince değil, iki tarafın da mağlup olmadığı kesinleşince sona eriyordu.”