Friday, July 26, 2019

Kesrete Müptela Olmak ve Tefekkür

Sharosh Rajasekher


İnsanın hisleri, hevesleri, nefsin istekleri, kesrete müptelâ olması en büyük engellerdendir. “Kesrete müptelâ” olmaktan kasıt, insanın birçok şeyle alâkadar olmasıdır. İnsan, kâinatta ne varsa, hemen hepsiyle doğrudan veya dolayısıyla ilgilidir. Kiminden korkar, kimine muhtaçtır; kimini gerçekleştirmek için yaptığı gayretler, kişinin bu şuur hâlinden uzaklaşmasına ve dış âlemle meşgul olmasına sebep olur. Neticede de, o “bilme” gerçekleşmez ve kişi yaptıklarıyla veya yapmadıklarıyla birçok sevaptan mahrum kalmış ve birçok günah kazanmış olur.
Şu halde bizim yapmamız gereken öyle bir fiil olmalıdır ki, hem insanın fıtratından kaynaklanan özellikleri yok etmesin, hem de “her an Allah ile beraber olma” gerçeğini ortadan kaldırmasın.
İşte bunun yolu, eşyaya mana-yı harfiyle bakmaktır. Alâkadar olduğumuz her şeyi kendilerine bakan yönleriyle değil, Allah’a bakan, Onu tanıtan, Onun isim ve sıfatlarına ayna olan yönleriyle kabul etmeliyiz. Böyle bir tefekkür programı, insanı ilgilendiği her türlü maddiyâta ve faniyâta rağmen, yüceler yücesi bir makam olan âlâ-yı illiyyîne çıkaracak bir yol açar.
Bu şekilde gaflet izâle olur, tefekkürün önünde en büyük bir engel olan âdiyat (sıradanlık) ve ülfet (alışkanlık) perdeleri yırtılır. Bütün ilimler ve bütün varlıklar da, maârif-i İlâhînin, yani Allah bilgisi olan mârifetullahın bir vesilesi, bir vasıtası olur.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere baktığımızda, kâinattaki pek çok varlıktan bahsettiğini, ancak onlardan kendilerini tanıtan mana-yı ismiyle değil, Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan mana-yı harfiyle söz ettiğini görürüz. Bedîüzzaman Hazretlerine göre, Kur’an ile felsefenin yaratıklardan bahsetmelerinde büyük bir fark vardır. Felsefe kâinattan, “kâinat hesabına,” Kur’an ise “Allah hesabına” bahseder.
Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’an’da anlatılan imana” dikkat çekerken, aynı zamanda her müminin kendisine hedef koyması gereken iman mertebelerini şöyle sıralar:
“İman yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdike münhasır değildir. Bir çekirdekten tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmânın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir Esmâ-i İlâhiyeye dâir erkân-ı îmânîyenin kâinât hakikatiyle alâkadar çok hakikatleri var.
“Hem iman-ı tahkîkînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var; belki, esmâ-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Bir mertebesi de hakkalyakîndir; onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehât orduları hücum da etse bir halt edemez.” (Asa-yı Musa)
Risale-i Nur’daki iman derslerini tekrar tekrar okumanın ve müzakere etmenin sebebi, iman mertebelerinde terakki etmek içindir. Kur’an’da nitelendirilen gerçek imana ulaşmak için ne kadar gayret edilse, ne kadar plânlar programlar yapılsa yeridir. Bu bakımdan özellikle yaz gelince daha uzun yapılan Risale-i Nur okuma ve anlama programları çok önemlidir. Her yaz mutlaka katılmak ve uzun olmasına çalışmak gerekir.
İşte böyle bir iman kişiyi Kur’an’ın ifadesiyle “gerçek mümin” mertebesine çıkarır. Nitekim “gerçek mümin”in Kur’anca tarifi şöyledir:
“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanları artar ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfal: 2-4)