Cenab-ı Allah’ı tanımak, yani ma’rifet üzerine hakikî Tevhid’e ulaşmak için dört veya üç yol vardır.
KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.
Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır:
1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi.
2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi.
İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.
Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.
KELÂM’IN YOLU
Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:
İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).
Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).
Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki
İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.
İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.
Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.
KUR’ÂN’IN YOLU
İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.
Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.
KALB YOLU, VAHDET-İ VÜCUD VE VAHDET-İ ŞÜHUD
Birincisi, nefsi tezkiye, yani günahlardan, nefsaniyetten ve kötü ahlâktan temizlemeye ve kalbi tasfiyeye, yani saflaştırma ve işrake, bir manâda kalbî müşahedeye dayanan Sufîlerin yoludur. Özellikle ilmin ve aklın çok öne çıktığı, aslında ‘yaratılmış Kur’ân’ olan kâinatın ve onu inceleyen ilimlerin inkâra esas yapıldığı günümüzde bu yol, kâinat kitabından, yani ‘yaratılmış Kur’ân’dan beslenen bir yol olmadığı, dolayısıyla âfâkî delillerden ve onların verdiği ilmî yakînden mahrum bulunduğu için yetersizdir ve inkâr fırtınaları karşısında dayanamayabilir. Ayrıca, bu yol, daimî huzuru, yani sürekli Allah’ın huzurunda bulunduğumuz şuurunu elde etmek ve bununla iç huzuru kazanmak için kâinatı arkasına atar; Vahdet-i Vücud mesleğiyle kâinatı yok sayar.
Kalb yolunun bazılarınca en ileri mertebesi sayılan Vahdet-i Vücud mesleğinin iki kaynağı vardır:
1. Rubûbiyet’in bütün en geniş ve en dar dairedeki yaratıcılığını akla sığıştıramamak, Cenab-ı Allah’ın her şeyi Rubûbiyet kabzasında tutup, her şeyin O’nun İlim, İrade ve Kudreti’yle olduğunu kalbe tam yerleştirememek, yani aklın iman noktasında tam inkişaf etmemesi.
2. Ayrılık istemeyen, ayrılıktan ve Allah’a uzaklıktan kaçan, zevalden nefret edip, kavuşmayı arzulayan insan rûhunun Cenab-ı Allah’ın her şeye kendinden daha yakın oluşunun bir cilvesine yapışması, bir başka ifadeyle, kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişafı ve harikulâde genişlemesi.
İşte, aklın iman noktasında inkişaf edemeyip, kâinatı yok saymaya, buna karşılık kalbin aşkla fevkalâde inkişafına dayalı Vahdet-i Vücud yolu, günümüzde akıl ve ilimler karşısında sarsılabileceği gibi, pek çok şatahata da yol açmaktadır ve dolayısıyla sınırlı sayıda takipçi bulmuştur.
Kalb yolunun diğer en önemli ve Vahdet-i Vücud’dan da ileri mertebe sayılan Vahdet-i Şühud yolu ise, kâinatı yok saymamakla birlikte, âdeta nisyan perdesine sarmakta ve görmemektedir.
Her durumda aklın iman esaslarını kuşatamamasıyla ve kâinat kitabını, Cenab-ı Allah’ın âfâktaki delillerini okuyamama, her bir şeyde İsim ve Sıfatları’yla O’nu görüp ispat edememe ile malûl bulunan kalb yolu, tekrar ifade etmek gerekirse, Kur’ân’ın bütün delilleriyle cadde-i kübra haline getirdiği hakikî Tevhid’e bütün boyutları veya şubeleriyle ulaştıramaz ve bilhassa günümüzde akıl ve ilimler karşısında gerektiği ölçüde mukavemet edemez.
KELÂM’IN YOLU
Tevhid’e ulaşmak için ikinci yol, imkân, hudûs ve bürhan-ı temânûya dayanan Kelâm âlimlerinin yoludur. Bu yol, temelde aklî bir yoldur. Özeti de şudur:
İmkân: Kâinattaki her bir şey, mümkündür; yani varlığı mecbur değildir. Çünkü, hiçbir şeyin varlığı gibi, onu yokluktan varlığa çıkarma iradesi de kendine ait değildir. Yani, hiç bir şey, kendi isteyerek ve kendisi tarafından yokluktan varlığa çıkarılmış değildir. Şu halde, her bir şeyin var olup olmaması, aynı derecede ihtimal dâhilindedir. Bu bakımdan, var olan şeyler hakkında yoklukta kalmak ve var olmak arasında varlık lehine bir tercihte bulunulmuşsa ve bu tercih varlıkların kendine ait değilse, bu takdirde, bunların varlığını yokluğuna tercih eden ve varlığı kendinden ve mutlak gerekli olan biri muhakkak bulunmalıdır. Bu da, Allah’tır (c.c.).
Hudûs ve teselsülün bâtıl oluşu: İkinci olarak, varlıkta gördüğümüz her şey, değişkendir, zevale mahkûmdur, zaman ve mekânla sınırlıdır; dolayısıyla hâdistir, yani, sonradan olmadır. Tamamı sonradan ortaya çıkan şeyleri var eden, onlardan öncekiler olamaz ve açık ki, değildir. Öyle olmuş bile olsa, varlıkların birbirlerini var ederek sonsuza kadar uzanmaları mümkün değildir; çünkü hepsi sonludur ve zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla silsile mazide bir yerde duracaktır; işte bu durma yeri de ezel, yani zamansızlıktır. İşte, zamanla ve mekânla sınırlı bulunmayan, sonradan da olmuş, yani yaratılmış olmayan, varlığı kendinden ve ezelî biri muhakkak olmalıdır ve bu da, Hz. Allah’tır (c.c.).
Bürhan-ı temânû: Cenab-ı Allah’ın varlığı gibi, Birliği de zarurîdir. Aynı derecede sonsuz, sınırsız, mutlak ilim, irade ve kudret sahibi ikinci bir varlık düşünülemez; çünkü böyle ikinci bir varlık sınırlama, dolayısıyla yine zaman, mekân ve sonradan ortaya çıkma manâsına gelir. Ayrıca, aynı derecede mutlak ve sonsuz ilim, irade, kudret ve daha başka sıfatlara sahip iki
İlâh, Rabb ve Melik’in varlığı manâsızdır; olması mümkün de değildir. Kur’ân-ı Kerim’de “Göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsaydı, ikisi de bozulur ve yıkılır giderdi.”; “Faraza, onların iddia ettikleri gibi, Allah’tan başka ilâhlar bulunsa idi, bu takdirde onların hepsi (kâinat üzerinde hakimiyet kurmak için) Arş’a çıkmaya yol ararlardı.”; “O’nun beraberinde asla bir başka ilâh da yoktur. Öyle olsaydı, her bir ilâh, (Ulûhiyet’in lâzımı olan mutlak bağımsızlık hususiyetiyle) kendi yarattıklarını yanına alır ve her biri diğerine üstün gelmeye çalışırdı.”âyetlerinde de ifade buyurulduğu üzere, aynı hususiyetlere sahip iki veya daha fazla ilâh fesat demektir, düzensizlik ve dengesizlik demektir. Mutlak Ulûhiyet’in, Rubûbiyet’in ve Hakimiyet’in birinci özelliği mutlak istiklâliyettir ve başkasının müdahelesini reddir. Kelâmcılar, buna bürhan-i temânû (Karşılıklı mâni olma) delili demişlerdir.
İşte, Tevhid adına Kelâm âlimlerinin kullandıkları bu deliller, gerçi hepsi kusursuz ve sağlamdır; fakat ma’rifet kazandırmaktan ve daimî huzur, yani daima Allah’ın huzurunda bulunduğumuz, O’nun her an, her yerde hazır ve nâzır bulunduğu şuuru ve bundan kaynaklanın kalbî huzur ve itmi’nan vermekten bir ölçüde uzaktır.
Kelâmcıların yolu ile, bir diğer yol kabûl de edilebilecek olan ehl-i hikmet veya imanlı filozofların yolu, birbirinden çok farklı değildir.
KUR’ÂN’IN YOLU
İnsanı hakikî Tevhid’e ulaştıracak, ona daimî huzuru verecek, kâinatı bir kitap gibi okumakla ve tefekkürle aklı şüphelerden kurtardığı gibi, kalbde de itmi’nan hâsıl edecek ve ispata dayalı en emin ve herkese açık yol ise tamamen Kur’ân’a dayanan yoldur. Akılla iman ve tevhid, kalble teslim ve inkıyad (boyun eğme) ve bedenle amel ve ibadete dayanan bu yol, her şeyden önce kâinatı Kur’ân gibi okumayı ve dolayısıyla ilim ve tefekkürle aklın hiçbir şüpheyle sarsılmayacak derecede kabûl ve imanını sağlar. Her bir şeyde, her bir hadisede Cenab-ı Allah’ın Kudret sikkesini, Rubûbiyet mührünü ve Kalemi’nin imzasını görür. Her şeyin ve her hadisenin Cenab-ı Allah’ın İlim, İrade ve Kudret’i çerçevesinde var olduğunu, cereyan ettiğini ve hayatını sürdürdüğünü yakînen tesbit eder. Tesbit eder ki, Cenab-ı Allah (c.c.), Zâtı’yla zamandan ve mekândan münezzehtir. Bu münezzehiyeti içinde bütün hususiyetleriyle her bir şeyi İlmi’yle kuşatmış ve ona şahsiyetini ve mahiyetini vermiş; Meşîeti’yle her bir şeyi şekliyle, sıfatlarıyla, ömrü ve rızkıyla tayin ve takdir buyurmuş, ona kimliğini biçmiş; İradesi’yle var etmeyi veya yaratmayı dilemiş; Kudreti’yle de her bir şeyi icat etmiş, yaratmıştır. O, bütün kâinatı bir tek varlık gibi idare eder; bir çiçeği kolaylıkla yarattığı gibi, aynı kolaylıkla bir baharı da yaratır. O’nun hiçbir fiili diğer fiillerine mâni olmaz. İcraatında, tasarrufunda parçalılık yoktur; kâinatın tamamında tasarrufta bulunurken, aynı anda tek tek şeyde de tasarrufta bulunur.
Her nesne, her hadise, İsimleri ve Sıfatları’yla Allah’a ayna olur veya bir pencere olarak açılır. Meselâ, bir tohum veya çekirdek, Allah’ın İlmi’ne ve İradesi’ne işaret eder; bize İlâhî İrade’den kaynaklanan ve İlm’e dayanan İlâhî emirler sandukçası olduğunu anlatır. Bir çekirdek ve ondan çıkan ağaç, akla yaratılış, Levh-i Mahfuz, Kader, İlâhî İlim, İrade ve Kudret adına en sağlam bilgileri sunar. Ayrıca, Rabb, Ĥâliq (Yaratan), Rezzak (Rızıklandıran), Muhyî (Hayat Veren), Kayyûm (Hayatta Tutan), Mülevvin (Renk Veren), Musavvir (Şekil Veren), Mukaddir (Takdir Eden), Adl (Her Şeyi Tam Dengeli ve Yeryi Yerinde Yapan), Hakîm (Her Şeye Hikmetler Takan) gibi onlarca İlâhî İsmi okutur. Bundan başka, çekirdekle ağaç ve toprak; su/yağmur; ısısı, ışığı ve ışığındaki renklerle güneş; kendi etrafında ve güneşin etrafındaki hareketleriyle yeryüzü arasındaki en ince hesaplara dayalı orantılı işbirliği gözler önüne serilir. Bütün bu işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmanın ancak bir İlâh, Rabb ve Hakîm-i Mutlak’ın işi olabileceğini anlarız. Çekirdeği icat edenin ancak bütün ağaçları, yeryüzünü, toprağı, suyu, güneşi, kısaca bütün kâinatı da icat eden olabileceğini ve olduğunu, kâinatı icat edip idare edemeyenin bir çekirdeği, hattâ bir atomu icat “ve idare edemeyeceğini kavrarız. Kısaca, kâinattaki her bir şey ve her bir hadise, hakikî Tevhid’e açık bir delildir. Aklın bu şekildeki ikna, kabûl ve imanı, sürekli şahit olunan bu gerçekler üzerindeki tefekkür, elbette kalbi harekete geçirir. Kalb de, kâinattaki her şeyin Cenab-ı Allah’tan O’nu anlatan bir mektup olması karşısında şevk ile teslime ve baş eğmeye yönelir. Bu da, bedenin itaat ve ibadetini getirir. İşte bu hakikî Tevhid yolu, tefekkür, aklî ikna, kabûl ve iman, kalbî teslimiyet ve bedenî ibadet ve itaat yoludur.
Netice olarak, farklı meslekleriyle zahirî Tevhid sadece Lâ ilahe illa’llah derken, hakikî ve ispata dayalı Tevhid, Allahü lâ ilâhe illâ Hû veya Hüve’llahü’llezî lâ ilâhe illâ Hû’ye dayanır, onu okur.