Tuesday, December 22, 2015

Şuur


Hâricî intibalarla bir şeyler hissedip şuur dediğimiz şeye mukabil, bir de hariçten kat-ı alâka ile doğrudan doğruya nefsin kendinde bir şuur vardır ki, buna kendi kendini bilmek mânâsına vicdan diyoruz. Binaenaleyh şuur bir hâricî his olmasına rağmen, vicdan hâricî his yönü düşünülse de tamamen bir iç duyuştur. Bu duyuş sıcaklık, soğukluk gibi hâricî bir ihsasla şuurun hâsıl olmasına lüzum kalmadan doğrudan doğruya, kendi kendine bir şey hissedilmesidir ki, Bergson ve Pascal gibi 20. asrın büyük filozofları daha ziyade vicdanın bu tür duyuşlarına önem atfetmişlerdir. Ne var ki bunlar, entüisyon (intuition), hads veya sezi dedikleri hususları, inanmanın en önemli unsuru kabul ederek, âfâkî delillerle Kur’ân-ı Kerim gibi ilâhî kitaplara ve nebilerin beyanlarına bir bakıma kulak tıkamışlardır. Bu konudaki yanlışlık, vicdan ve ona ait bir kısım sezileri iman adına kâfi sebep saymalarındadır. Yoksa haddi zatında bu da diğer yol ve yöntemlerin yanında önemli bir rükün mahiyetindedir. Bundan anlaşılan şudur; şuur nasıl hâricî ihsaslar karşısında bir duyuş, bir hissediştir; öyle de, vicdan dahi hariçten kat-ı nazar nefsin kendi içinde bir hissedişi ve duyuşudur. Öyle ise bir bakıma vicdan, nefsin kendini bilmesi veya kendi varlığını anlaması demektir. Sözün hulâsası, şuurun şuuru vicdandır.

Şöyle ki, insan her an, gözü ile bir şey görür, kulağıyla bir şey duyar.. ve dış ihsaslarıyla algıladığı şeyler de olur; bunların hepsi zâhirîdir. Kalbin hissi ise daha ziyade bir hiss-i bâtındır. Hariçten gelen şeylerden müteessir olsa da, çok defa daha ziyade nereden geldiğini, nasıl olduğunu bilemediği ledünnî bir tesirin var olduğunu duyar. Bazen bu tür sübjektif duyuşlar sekr, istiğrak, kalak ve heyman hâllerinde ortaya çıkar. Bazen de bizim bu dış duyularımıza (havâss-ı hamsemize) gelip ilişen resimler (eşbah) olur ki yukarıda da işaret edildiği gibi teker teker bunların her birerlerini diğerleriyle münasebetlerinden kopuk ve ayrı ayrı olarak ele almaya şuur denmektedir. Bu türlü kopuk kopuk idrâkin de hâfızaya intikali söz konusudur ama bunlar kopuk kopuk birer idrâktirler. Meselenin içine akılla, tefekkürle girilmediği zaman işte bu parça parça şuurlar projeksiyondaki bir resme im’an-ı nazar etme gibi, onun dışına çıkmayan idrâkler olarak kalırlar. Esasen şuur böyle bir şeye hasr-ı nazar edip kalmaz da; nazarını ondan alır, öbürüne bakar. Fakat bu iki şey arasında münasebeti kuran, bir üçüncü hükme varan –ki esas hüküm de odur, o şuur değil– akıl veya ilimdir.

İnsanın göz kırpışları, bakışları, kavrayışları şuurla başlar. Akıl, bu şuurun taalluk sahasının ötesindedir. O, şuurun ortaya koyduğu levhaların özünü alır, tahlil ve terkiplerle bir kısım istidlallere varır ve neticesinde bunlardan hareketle bir kısım lazımlara, melzumlara gider. Mesala, sırtımıza gelip çarpan ve bizi ısıtan hararetin, behemahâl arkamızda bir hararet var olduğu hissini uyarması bir şuurdur. Gözümüze gelip çarpan bir şuaın, karşıda bir şuaın olduğu hissini bizde uyarması bir şuurdur. Ama bu şuurun ötesinde onun özünü alan göze bir şua çarptı, göz merceğinden içeri girdi, resimlendirmeler içeride yapıldı, fikre tembihte bulunuldu, beyin fakülteleri çalıştı ve biz resimleri, ışık dalgalarını, hüzmelerini gördük. İşte bütün bunları yapacak olan ise akıldır. Şuurun resimlendirdiği şeylerden öz olarak aldığı, tahlil ve terkipler yaptığı ve sonra bunlarla istidlaller yaparak, bir kısım lazım ve melzumlar arasında gelip giderek kurduğu bazı bağlar da vardır ki, bu saha tamamen aklın sahasıdır. “Işık göze nereden geliyor? Güneş’ten gelen şua bize nasıl ulaşıyor? Dalgalar hâlinde gelen şuaların keyfiyeti nasıldır? Farklı dalga boyları hâlinde gelen bu şualar göze nasıl giriyor? Göz merceğinin massetme (algılama) keyfiyeti nasıldır? İmtisas durumu nasıl oluyor? Burada bir ihtisas, bir ihsas vardır; bunların keyfiyeti neden ibarettir?” gibi hususları biz aklın sahası olarak kabul ediyoruz.

Avam ifadesiyle meseleyi ele alacak olursak şuur, bir kısım malumat, mahsüsât kırıntıları ortaya dökmesine karşılık, akıl, bu kırıntıları bir araya getirmek suretiyle terkipler yapıyor ve bunları yeniden çözmek, tahliller yapmak suretiyle yeni mânâlara ve mülâhazalara ulaşıyor. Aklın tarifi mevzuunda o kadar çok söz söylenmiştir ki, her hâlde şuurun verâsında, öylesine hâkim bir sahaya hâkimiyeti içerisinde aklın ele alınması belki lazımıyla, melzumuyla tariflerin en makûlu olur zannediyorum. Demek oluyor ki, akıl esasen, şuurun nispetlerini değerlendirmekle işe başlıyor. Şöyle ki, sperm ve yumurta bir araya geldiği zaman şuur, aşılanma oldu diyor. Akıl böyle bir aşılanmada spermin vazifelerini, yumurtanın vazifelerini araştırıyor; şuurun işi bıraktığı yerde, akıl alıyor o vazifeyi üzerine ve bir kısım terkiplerle yeni yeni neticelere ulaşmaya çalışıyor.

Diğer bir yaklaşımla şuur, insanın “ben” veya “ego” da denen nefsine uğrar; benlikte gelip geçici hüviyette bir çizgi bırakır. Onun bıraktığı bu çizgiler bir bakıma, artık şuurun alanı dışına çıkmıştır. Bellek de dedikleri “hıfz”da bunlar birer birer kaydedilir. Biz bu ameliyeyi yapan fakülteye “kuvve-i hâfıza” diyoruz. Şuurun her lemhası nefse uğradıktan sonra, kuvve-i hâfızada muhafaza edilir. Bu hıfz esasen zihnî bir kuvvetin eseridir. Bazen de şuurun lemhaları, aklın sermayesi olarak gelen değişik şe’n ve hususlar zaman aşımı veya onun üzerinden daha müessir şok hâdiselerin gelip geçmesi ya da şuurda derin bir çizgi bırakmaması gibi hâllerle, gayr-ı meş’ur (şuurun duyup hissedemediği) hâle gelir. Ancak hiçbir zaman bütün bütün kaybolmazlar. Yani bunlar bir şuuraltı müktesebat hâline gelir. Biz bunların bazılarını ne teakkul, ne tezekkür, ne tefekkür, ne de tahattur edebiliriz. Ne var ki, hayatımızda onların benzeri lemhalarla karşı karşıya geldiğimizde öyle bir hâdiseyi hatırlamasak da, şuuraltı müktesebat bütün vuzuhuyla ortaya çıkar.

Mesela siz, küçüklüğünüzde bir araba gürültüsünü müteakip bir belaya maruz kalmış ve sonra böyle bir hâdisenin vuku bulduğunu unutmuş olabilirsiniz; ancak her ne zaman böyle bir gürültü tarrakasını duyuverseniz aynı ürperti, aynı haşyet, aynı korku ile tir tir titremeye başlarsınız. Bu, oradaki şuuraltı çizgilerin insan ruhunda tesir icra etmesinin bir sonucudur. Bazen de bir kısım çağrışımlarla bu tür şuuraltılar ortaya çıkar ve biz bunlara tezekkür ve tahattur deriz. Yani “Unutmuştum hatırladım, birden tezekkür ettim.” deriz. Aslında bizim hayatımız hep bu türden şuuraltı ve şuurüstülerle doludur. Bu şuuraltı ve şuurüstü meselelerle insanın çağrışımlarını bulup, şuurunun içine girmek mümkündür. Psikiyatride ve Freud’un her zaman değişebilen nazariyeleri içinde belki değişmeyen bir mesele varsa, o da işte bu meseledir. Evet, onun iddiaları içinde de doğru olan hususlar vardır; doğru olmayan, onun her dediğini doğru sanmaktır.

**
İlim şuurun zirve noktasıdır.