Şu bir gerçektir ki, insanlar, yaşadıkları çağın efkârına ne tür bir düşünce hâkim ise karşılarına çıkan her meseleyi o perspektiften ele alır ve ona göre tahlil ederler. Mesela, günümüzde insanların kafalarında hâkim olan düşünce, ilim ve teknolojidir. Günümüzün insanı değerlendirmeye tâbi tuttuğu şeyleri ilim ve teknolojiyle irtibatlandırarak değerlendirme eğilimindedir. Dolayısıyla onlara şöyle-böyle anlatılan hususlar, onların büyük gördüğü şeylere bir değer atfetmiyor ve edip eyleyeceği hususları onlarla irtibatlandırmıyorsa muhatapları nazarında bunların –hakikatte değerleri ne kadar büyük olursa olsun– bir kıymeti yoktur.
Binaenaleyh günümüzde birçok insan, Kur’ân-ı Kerim’i ve geçmiş Müslümanları bu zaviyeden değerlendirdiklerinden dolayı onlar hakkında sordukları “Niçin füze yapmadılar.. niye atomu bulmadılar.. neden elektriği icat etmediler?” gibi sorularla her şeyi teknolojik hususlara bağlayıp kalmış ve Kur’ân-ı Kerim’in diriltici ikliminden istifade edememişlerdir. Hâlbuki bunlar, ilim adına bir kısım izafî değer ifade eden şeylerdir. Bugün için birer teknoloji harikası olarak görülen bu icatlar miadı dolunca geçip gidecek ve yerlerini çok daha mükemmel şeylere bırakacaklardır ki, ihtimal bunlar, gelecekte olacaklara nispeten kağnı arabalarının düştüğü seviyeye düşeceklerdir. O zaman da aynı zihniyette olanlar, “Bu insanlar atomdan, füzeden ve gezegenlerden.. bahsettikleri hâlde neden şu esrarengiz şeylerden bahsetmemişler?” diyeceklerdir.
Bundan da anlaşılmaktadır ki, her devre belli bir düşünce hâkim olmuş ve o devrin fikirleri az-çok bununla yoğrulmuştur. Bu mülâhaza ile denebilir ki, bugünün hastalığı, eşya ve hâdiselere materyalist bir perspektiften bakmak olduğu gibi, cahiliye asrının marazı da her şeyi şüphe ve tereddüt zaviyesinden değerlendirmekti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara mucizevî bir kitap takdim etmiş olmasına rağmen onların fikir ve nazarları tereddüt ve şüphecilikle malûl ve hasta olduğundan O Hakikat Güneşi’ni, O Şems-i Sermedî’yi görememiş ve O’nun nuranî tecellisine muttali olamamışlardı. Şüpheciliğin böylesine dorukta olduğu bir dönemde Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) için olmasa da tâli muhatapların kafasına Kur’ân’a karşı böyle bir şüphe esintisi gelebilirdi. İşte buna meydan vermemek için Cenab-ı Hak, “Ne kadar şüphe cinsi varsa hiçbiri Kur’ân-ı Kerim için söz konusu değildir.” buyurarak, onları ve bizi bu türlü şeytanî düşüncelere karşı tedebbür, tefekkür ve teyakkuza sevk etmektedir.