Wednesday, May 21, 2014

Hayat-ı Sâriye

Nasıl ki, insan ölü kitlelerden meydana gelmiş bir canlı değil; bilâkis her biri tek başına bir canlı olan yüz trilyon canlı hücreden meydana gelmiş bir hayat sahibidir. Trilyonlarla canlıdan meydana gelmiş olan insanın bir ruhu olduğu gibi, bütün canlıların hayatının toplamı olan bu tek “umumî hayatın” da elbette bir ruhu vardır. Buna, tasavvuf dilinde “hayat-ı sâriye” denilir. Bu hayat-ı sâriyeyi yaratan da Allah’tır. Ama istiğrak halinde, şatahat nevinden ağızlarından yanlış sözler zuhur eden bazı mutasavvıflar, hâşâ bu hayat-ı sâriye’yi Cenab-ı Hakk’ın Hayat-ı Ezeliyesi ile karıştırmışlardır. Hatta bazıları da “Biz, Allah’tan bir parçayız.” diyecek kadar bir yanlışa saplanmışlardır. Bunların yanlışının kaynağı, işte burada anlatılan meselede izah edilmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şöyle demektedir: “Aziz kardeşim bil ki: Şu âlemi ziyalandıran güneşin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ama ateşten bir kıvılcımın o sineğin gözüne girip aydınlatması imkân hâricidir. Çünkü gözü patlatır. Aynı şekilde, bir zerre, Ezelî Güneş’in (Cenab-ı Hakk’ın) tecellisine mazhar olur. Fakat Müessir-i Hakikiye (Cenab-ı Hakk’a) zarf olmaz.”

Sonradan yaratılmış, mümkinattan olup ârızı bir vücuda sahip olan insan, nasıl olur da kendisinin, ezelî, ebedî, parçası olduğunu iddia eder? Allah, doğurmamıştır, doğmamıştır, yani bölünmez, parçalanmaz eşi ve benzeri yoktur. Herşey ona muhtaç olup kendisi hiçbir şeye muhtaç değildir.