Saturday, May 3, 2014

Bir Defteri Bile Yoktu

Image result for vırgınıa woolf


Virginia Woolf, günlüklerinin daha ilk satırında derin bir acı duyurur. 4 Ağustos 1918’de yazılmıştır ve şöyle başlar: “Önce Christina Rosetti, sonra Byron üzerine izlenimlerimi yazmak için defter almayı bekleyeceğime buraya yazsam daha iyi diye düşündüm.

İlkin çok sayıda Leconte de Lisle kitabı aldığım için hemen hemen hiç param kalmadı.” Woolf o sırada 36 yaşındadır ve henüz büyük eserlerini yazmamış olmasına rağmen, edebiyat çevrelerinde hatırı sayılır bir üne sahiptir. Fakat, kör olası günlüklerini yazacağı bir defter parası yoktur!


Yalan değil, ne zaman okusam, o cümleler kederle yorar beni. Hayalimde hep bildik Woolf portresi, kendisine bir defter alamıyor; günlüklerini rastgele kâğıtlara yazıyor. Bu fotoğraf niçin bu kadar etkileyici geliyor? Galiba şunun için: Bugünün yazarları, bizler, onlara göre erişilmez bir konfor içinde yaşıyor ve yazıyoruz. Sahip olduğumuz imkânlar, yüz yıl önceki bir yazarın hayalinden geçmiş olamaz. Bilgisayar marifetiyle sonsuz kere yazma ve düzeltebilme şansına sahibiz. Buradan bakınca, 19. yüzyılın büyük yazarlarının çilesi katlanılır gibi görünmüyor. O şartlarda ve mecburiyetler içinde çıkagelmiş başyapıtlara hayranlığımız ise bin kat artıyor.


Yazmak çilesinden ve yoksulluktan söz açınca başköşeye kimi koymalı? Dostoyevski mi, Balzac mı, başkaları mı? Stefan Zweig, “Dostoyevski her zaman edebiyatın kürek mahkûmluğunu çekmiştir.” diyor, Dünya Fikir Mimarları’nda. “Rusya’nın en büyük yazarının, kendi neslinin dehası olan, bize sonsuzluktan haber veren bu büyük adamın parasız pulsuz, evsiz barksız, gayesiz bir şekilde ülkeden ülkeye dolaştığını düşünmek, ne korkunç şey! Sefalet kokan yoksul evlerde, çatı aralarında güçbela sığınacak bir yer bulabilmişti kendine… Borçlar, senetler, taahhütler, onu hiç durmadan çalışmaya, bir işten ötekine doğru itiyordu; duyduğu utanç ve sıkıntı yüzünden bir şehirden başka bir şehre kaçıyordu. (…) Karısı bitişik odada doğum sancıları içinde kıvranırken, o bütün gece çalışıyordu. Sara illeti yakasına yapışmıştı, kirasını alamayan ev sahibi onu polise vermekle tehdit ediyordu, ebe ücretini istiyordu. O ise Suç ve Ceza’yı, Budala’yı, Ecinniler’i, Kumarbaz’ı, manevi dünyamıza biçim veren, 19. yüzyılın o büyük eserlerini yazıyordu.”


Balzac da büyük rüyasının peşine düşüp geldiği Paris’te bir tavan arasına ancak yerleşebilmiştir. Gençtir, hülyalıdır fakat yoksuldur. Kiremitlerinin arasından gökyüzü görünen odanın duvarlarını kendisi sıvar, kâğıtlarını yapıştırır. Yazacağı başyapıt için deste deste kâğıtlar, tüy kalemler hazırlar. Bir mum alıp bunu şamdan olarak kullanacağı boş bir şişeye yerleştirir. 6 Eylül 1819’da kız kardeşine yazdığı mektupta, “Adeta şuurumu yitirinceye kadar çalışıyorum” diyecektir. Kış bastırınca Balzac’ın çilesi başlar. “Soğuğa karşı hassas olan parmakları cereyanlı, buz gibi tavan arasında donmaya yüz utar. Ancak Balzac’ın aşırı derecede tutkulu iradesinin vazgeçmeye hiç niyeti yoktur. Çalışma masasından hiç kalkmaz. Bacaklarını babasının eski yün battaniyesine sarar, göğsünü yün süveterle korur. Çalışırken omuzlarına sarabilmek için kız kardeşine, ‘çok eskiden kalma bir şal’ göndermesi için yalvarır. Ve sırf odun masrafını azaltmak, muhteşem trajedisini yazmaya devam edebilmek için gün boyu yatağında kalır. Tek korkusu, karanlık çok erken çöktüğü için saat daha öğleden sonra üç iken yakmak zorunda kaldığı lambanın ateş pahası olan gazı için çok fazla para harcamaktır.” Zweig, o benzersiz biyografisinde diyor ki: “Balzac, o sıralar, Paris’te genç gazeteci ve yazarların bir araya geldiği kafe ve lokantalara olsa olsa dışarıdan bakabilmekte ve yüzündeki açlık ifadesinin camdaki yansısını izlemekten başka bir şey elinden gelmemektedir.”


Okur açısından da dramatik bir durum yok mudur ortada? Kim bilir nasıl bir rehavet içinde, elimize bir Balzac romanı alır ve hülyalara dalıp gideriz. Yazarının bu romanı, Necip Fazıl’ın dediği gibi, ‘kalbinden kalemine kan çekerek’ yazmış olabileceğini düşünmeden… Şu manzara bana hep dokunaklı gelmiştir: Adamakıllı sıcak bir salonda, şık ve yumuşak koltuklara kurulmuş, üst üste çaylar yudumlayarak Risale okumak! Bu sırada, Bediüzzaman’ın o bahisleri cephede, sürgünlerde, hapishane hücrelerinde, ıssız dağ başlarında bin türlü kederle yazdığını hatırlamadan… Böyledir okur milleti, hazırcı ve çoğu zaman vefasız!


Virginia Woolf, bir defter alacak para bulamıyordu. Bediüzzaman, Risalelerini kese kâğıtlarına yazdırıyordu.
Ah, diyorum, raflar dolusu defterlerim boş duruyor. Onlara her bakışımda, bir çift göz gelip gözlerime saplanıyor.

Ali Çolak 

Zaman 3 Mayıs 2014