Burada öncelikle belirtmek istediğimiz husus, meselelerimizin hallinde kendi kaynaklarımıza başvurma gereğidir. İslam, içtimaî hayatın her sayfasına, hatta her satır, her kelime ve noktasına kendine has çözüm ve metot verecek bir istiklaliyet ve zenginliğe sahiptir. Her çeşit problemini çözmede kendi kaynakları yeterlidir. Çünkü yüce dinimiz, mensuplarına kuru bir kültür veya sırf bir tefekkür veya salt bir ubudiyet ve züht hayatı teklif eden bir din değildir. Bir kısım kasıtlı iddiaların aksine o, müstakil bir medeniyet dinidir. Medenî hayatın gerektirdiği her şey onda vardır ve hepsi de kendine hastır: Hukuk, ahlâk, iktisat, bütün dallarıyla sanat, edebiyat, inanç, ibadet, tasavvuf, felsefe, talim-terbiye, kılık-kıyafet, takvim vs. günlük medenî hayatta ihtiyaç duyulan, akla gelen her şey İslam’da vardır. Hepsi de ilahî vahye dayanmaktadır. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), hicretle Medine’yi şereflendirdiği zaman ortaya koyduğu ilk İslam Anayasası’nın ikinci maddesinde müstakilliğimizi:
“Müslümanlar müstakil bir ümmettir!” diye ilan etmiştir. Öyleyse Müslümanlar, problemlerini kendi kaynaklarından hareketle çözmek zorundadırlar, ithal reçetelerle dertlerine deva bulamazlar.
**
Islah işlerine kendimizden başlayacağız, başkasını suçlamak faydasızdır. Bazı kaynaklarımızda yer eden şu rivayet, bu sadette cidden mânidardır:
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Ben Allah’ım! Meliklerin melikiyim. Meliklerin kalpleri ve dizginleri benim elimdedir. Eğer kullar bana itaat ederlerse, meliklerin kalplerini onlara karşı müşfik kılarım. Eğer bana asi olurlarsa, meliklerin kalplerini onlara karşı zalim ve ceza verici kılarım. Onlar da bunlara çok kötü muamelede bulunurlar. Durum böyle olunca, meliklere sebbetmekle meşgul olmayın, aksine kendinizi zikir ve tazarru ile meşgul edin. Meliklerinizin hakkından size bedel ben gelirim.”