Tüketmek için
değil, ilim ve ibadetle terakkî etmek, Cenab-ı Allah’ın ma’rifetine ulaşmak,
dünyayı Âhiret’in tarlası yapmak, dünyada Allah’ın nimetlerini tadıp şükretmek
ve bu nimetlerin Âhiret’teki ebedî karşılıkları için çalışıp, doymayı Âhiret’e
bırakmak için yaratılmıştır. Çünkü insan, ne kadar tüketirse tüketsin kanaat
etmedikçe doyması mümkün değildir. Artan maddî tatmin, artan açlığı doğurur ve
dolayısıyla maddî tatmin veya madde ile tatmin mümkün değildir.
**
Kur’ân-ı
Azîmüşşân’ın her bir harfinin en az on sevabı olmakla beraber, okuma
tekrarlandıkça ve mübarek vakitlerde okundukça, ayrıca melekler ve diğer şuur
sahibi rûhanîler dinledikçe, her bir harfi öyle bir çekirdek olur ve sevap
cihetinden öyle bir manevî sümbül teşekkül eder ki, bu sümbülün, okunma
vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin temessül ettiği hava molekülleri sayısı hesabı
üzerinden taneleri olur. Böylece her bir Kur’ân harfi, ebedî bir hazinenin
anahtarı haline gelir ki, böyle kudsî bir kelâmı kalbde yazmak, yani onun
hâfızı olmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu aşikârdır.
**
İnsan, günahları ve hataları samimiyetle yüzüne
söylendiğinde bundan memnun oluyor, en azından bir rahatsızlık hissetmiyor ve
onlardan dolayı samimî olarak tevbe ve istiğfarda bulunabiliyorsa bu, onun
Müslümanlığının ve insanlığının derecesini gösterir. Yok, kusur ve günahından dolayı ikaz edildiğinde
Firavun gibi kendisini savunuyor, nefsinin avukatlığını yapıp, mazeret üzerine
mazeretle kusur ve günahını te’vile gidiyorsa, böyle bir insanın Müslümanlık ve
insanlık adına yürümesi gereken çok yol var demektir.
**
İnsan, acz ve
fakrla ma’lûl bir varlıktır; aynı zamanda günaha da girer girer çıkar. Bu
sebeple, onun gerçek insanlığı ve Müslümanlığı, acz, fakr ve günahkârlığını
idrak ve samimî olarak kendi vicdanında itirafla kusur ve günahlarından dolayı
Cenab-ı Allah’tan bağışlanma dileme ve hileleri karşısında şeytandan Allah’a sığınmada
yatar.
**
“Olur ki, siz bir şeyden
hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir şeyi seversiniz ama, o şey
ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” Bundan dolayıdır
ki, Kur’ân’da ta’lim buyrulduğu üzere, elimize geçene sevinmemeli, elimizden
gidene üzülmemeliyiz: “Elinizden
çıkıp gidene de, başınıza gelenlere de üzülmeyesiniz.” Öyle ki,
elimizden giden bizim için hayır, elimize geçen ise şer olabilir.
**
Netice olarak, teklif, yani dinî sorumluluk veya Şeriat, bütünüyle insanın hayrı ve saadeti içindir. İnsanın varlığına ekilen zahiren şer çekirdekleri, aslında şer değil, bazı çok önemli hayırlara daha kuvvetli motivasyon ve insanî kemale ulaşma çekirdekleridir. Öyle ki, insan türü, bu terakkî ile melekleri geride bırakır. Çünkü meleklerde şerre meyil, dolayısıyla mücadele ve dolayısıyla terakkî yoktur. Onlar, sadece yapılması gerekenleri yaparlar. Oysa insan, âdeta nihayetsiz terakkî mertebelerinde seyahat edebilecek kapasitededir. Bu kapasitenin işletilmesi de, hayırları işlemekten daha fazla şerlere ve onun varlığındaki şer gibi görünen unsurlara karşı mücadale vermekle mümkündür. Bundan dolayıdır ki, Şeriat’ta haramlardan kaçınma farzları yapmaktan önce gelir. İnsan nev’ini meleklerin üzerinde bir mevkie çıkaran, sözkonusu mücadeledeki başarısıdır. Bundandır ki, yaratılış, şerre kabiliyeti olmayan meleklerle değil, hayra da, şerre de kabiliyeti olan insanla tamamlanmıştır.
**
Netice olarak, teklif, yani dinî sorumluluk veya Şeriat, bütünüyle insanın hayrı ve saadeti içindir. İnsanın varlığına ekilen zahiren şer çekirdekleri, aslında şer değil, bazı çok önemli hayırlara daha kuvvetli motivasyon ve insanî kemale ulaşma çekirdekleridir. Öyle ki, insan türü, bu terakkî ile melekleri geride bırakır. Çünkü meleklerde şerre meyil, dolayısıyla mücadele ve dolayısıyla terakkî yoktur. Onlar, sadece yapılması gerekenleri yaparlar. Oysa insan, âdeta nihayetsiz terakkî mertebelerinde seyahat edebilecek kapasitededir. Bu kapasitenin işletilmesi de, hayırları işlemekten daha fazla şerlere ve onun varlığındaki şer gibi görünen unsurlara karşı mücadale vermekle mümkündür. Bundan dolayıdır ki, Şeriat’ta haramlardan kaçınma farzları yapmaktan önce gelir. İnsan nev’ini meleklerin üzerinde bir mevkie çıkaran, sözkonusu mücadeledeki başarısıdır. Bundandır ki, yaratılış, şerre kabiliyeti olmayan meleklerle değil, hayra da, şerre de kabiliyeti olan insanla tamamlanmıştır.
**
Yeryüzü, içinde
sayısız miktarda ve gözle görülmez küçüklükte, fakat sanat cihetiyle kâinat
kadar büyük, ayrıca sayısız çeşitte ve büyüklükte, bütün insanlar bir araya
gelseler bir tanesini olsun yapamayacakları fabrikalarla dolu en muhteşem ve
milyarlarca yıldır hiç ârıza yapmadan çalışan bir fabrikadır. Nasıl bir fabrika
mühendisini gösterir, yeryüzü fabrikası da, insan yapımı en büyük fabrikaya
olan büyüklüğü nispetinde çok daha açık olarak Yaratıcı’sını, Usta’sını,
Mühendis’ini gösterir ve mühendislik ilmiyle O’nun Ĥaliq, Sâni’, Mukaddir, Adl
gibi pek çok ismine işaret eder.
**
Aynı anda
yeryüzünde sayısız söz ve görüntü havaya salınır; aynı anda milyonlarca insan,
hayvan, bitki ve daha başka şeyler ses çıkarır; aynı anda sayısız görüntü,
varlıklardan veya eşyadan havaya karışır. Sözkonusu bütün sesler ve görüntüler
hava zerrelerine biner ve mahiyetlerinde ve niteliklerinde en küçük bir
değişikliğe maruz kalmadan bu zerreler tarafından taşınır. Her bir ses ve bütün
sesler aynı anda sayısız kulağa girer ve sayısız insan veya başka varlıklar
tarafından alınır, idrak edilir ve sesin sahibi önceden tanınıyorsa kime ait
olduğu bilinir. Bu seslerin hiçbiri hava zerrelerinde birbirine karışmadığı
gibi, girdikleri sayısız kulakta ve varlık bünyesinde de birbirine karışmaz.
Aynı şekilde, her an atmosfere salınan sayısız görüntü de, yine her an sayısız
göz tarafından alınıp, varlıklar tarafından idrak ve teşhis edilir ve bu
görüntülerin hiçbiri de birbirine karışmaz.
**
Her bir insanı
tüm insanlık türüyle olan ortak özellikleriyle yaratmadaki tecelli de yine
Vâhidiyet tecellisidir. Yani, küllî (tümel)lerde ve bütündeki tecellidir
Vâhidiyet tecellisi. Buna karşılık, her bir insanda onu diğerlerinden ayıran
hususî özellikler, her bir hayvanı yine fert olarak kendi kılan özellikler, her
bir otta, her bir çiçekte, her bir meyvede, her bir cisim veya nesnede onu fert
kılan özellikler, Cenab-ı Allah’ın Ehadiyet tecellisidir. Bir başka ifadeyle,
Ehadiyet tecellisi, kendilerine has özellikleriyle fertleri fert yapan
tecellidir. Dolayısıyla her bir ferdî varlık, bir Ehadiyet mührüdür,
sikkesidir, tuğrasıdır.
**
İnsan,
bencilliğiyle şahsına ait gördüğü ve şahsına malettiği şeyleri paylaşmaya çok
yanaşmasa da, bilhassa suçlarını, günahlarını ve hatalarını paylaşmak,
paylaştırmak ve böylece hafifletmek ister; vicdanı onu buna zorlar. Meselâ,
çalıştığı yerde hırsızlık yapan, kamu veya devlet malından çalan bir insan,
birlikte çalıştığı insanların da çalmasını arzu, hattâ, imkân bulsa onları da
çalmaya teşvik eder. Çünkü böylece hem suç ve günahına ortak arayarak kendini
suçlu görmekten ve başkaları tarafından suçlu görünmekten kurtulmaya, hem de
kendini vicdanında aklamaya çalışır. Bu şekilde çalma veya yolsuzluklarla
kirlenen insan, yanında temiz ve dürüst insanların bulunmasını, onlarla beraber
çalışmayı arzu etmez.
**
Hayatın devamı ihtiyaçlara
ve ihtiyaçların giderilmesine bağlıdır. Meselâ, insan ve hayvan, hayatının
devam etmesi için solunum, yeme, içme, giyinme ve dinlenme ihtiyacı duyar.
Hayatın devamı adına solunum sürekli zarurî olduğu için bu, canlıların
iradesine bırakılmamıştır. Dolayısıyla insan da gayr-ı ihtiyarî solunum yapar,
yani vücut, otomatik olarak solunum vazifesini yerine getirir. Fakat yeme,
içme, giyinme ve dinlenme, iradî faaliyetlerdir. Bundan dolayı da Cenab-ı Allah
(c.c.), insana ve hayvana acıkma, susama ve yorulma hislerini vermiştir. Allah,
insan ve hayvan hayatının devamı için gerekli olan yeme, içme, giyinme ve
dinlenmeyi bu hislerin karşılığında sadece yemeye, içmeye, giyinmeye ve
dinlenmeye bağlamamış, bunların her birine bir de lezzet katmıştır. Yeme ve
doyma, içme ve kanma, giyinip sıcak ve soğuğa karşı korunma ve yatarak,
uyuyarak dinlenmenin her birinin kendine göre insana verdiği zevk vardır. Bu
zevk olmasa insan yemeyebilir, içmeyebilir; yiyip içse de isteyerek,
dolayısıyla hayatını devam ettirecek ölçüde yiyip içmeyebilir. İşte, insan ve
hayvanı yemeğe, içmeğe, dinlenmeye, insanı ayrıca giyinmeye sevkeden, bunların
verdiği ve bir ihtiyacın giderilmesinin hâsıl ettiği zevktir. Buna da ‘dâî ve
muktezî’ (çeken ve gerektiren sebep veya dinamik) denilir. Ve bu dinamik,
hayata hizmet eder.
**
Ezel, geçmişte
zamansızlık, ebed gelecekte zamansızlık demektir ve aslında ezel de ebed de,
zaman ötesini ifade etme noktasında aynı şeydir. İşte Cenab-ı Allah ve O’nun
İlmi zaman üstü, zaman ötesi olduğundan bize göre geçmiş olan da, hal ve
gelecek olan da Allah ve İlm’i için aynıdır. Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı
Kerim’de bizim için gelecek olan Âhiret hadiseleri ve tabloları çok defa geçmiş
zamanla ifade edilir. Böylece hem bunların kesinliği vurgulanmış olur, hem de
Allah için bir gelecek olmadığı, Allah için geçmiş, hal ve gelecek şeklinde
bölünmüş bir zaman, bunun da ötesinde zaman söz konusu olmadığı ortaya konur.
**
Cenab-ı Allah
insanın sebep olduğu ve işlediği çirkinlikleri yaratırken bile onlarla pek çok
hayırlara ve pek çok izafî hakikatlere vücut verir. Daha önce de üzerinde
durulduğu gibi, meselâ hastalıklarla tıbbın ilerlemesinin yolunu açar; vücudun
bağışıklık sisteminin gelişmesini mümkün kılar; mü’minin pek çok günahlarını
affeder; insana sıhhat nimetini ve sıhhatin güzelliğini tanıtır ve zevkettirir.
O halde, insanın sebep olduğu ve işlediği çirkin işlerde bile, insana irade
verdiği için onları yaratan, fakat onlardaki çirkinliği aşan pek çok
güzellikler de var eden Hz. Allah’ın yaratması, tamamiyle güzeldir ve hikmet
yüklüdür; yaratmada asla çirkinlik yoktur. Bundan dolayıdır ki, Mu’tezile’nin “Çirkin
şeyleri yaratan Allah olamaz!” diyerek, yanlış bir değerlendirmeyle insanı
fiillerinin yaratıcısı yapması, sadece safsatadan ibarettir.